Şamanizm’den İslamiyet’e yazımızda Türklerin İslamiyete geçişinin oldukça geç ve sancılı olduğunu yamıştık. Aslında Müslüman olmak Türklerin törelerine, gelenek ve göreneklerine oldukça aykırı idi. Türk aile düzeni tamamen farklıydı. Kadının ikinci planda olması, adalet ve eşitlik anlayışı, çok eşlilik, kölelik, ağır cezalar ve cihat kavramı gibi kurallar Türklere uzak kavramlardı. Bu yüzdendir ki Hacı Bektaş Veli, Pir Sultan Abdal, Ömer Hayyam, Yunus Emre, Mevlana gibi düşünür, bilge ve önderler bu dinsel boyunduruğa farklı bir yorum getirmiş, daha insancıl, daha sevecen ve evrensel bir inanç arayışına girişmişlerdir.
Türklerin 70 yıl kadar süren kanlı bir tarihsel süreç ve savaşlar sonucunda Arap ordularına yenilerek kılıç zoruyla Müslümanlığı kabul etmek zorunda kaldıkları artık gizlenmesine gerek olmayan bir gerçektir. Müslüman Araplar kafir (!) Türkleri katlederek, mallarına mülklerine el koyarak, kadınları ve kızlarını köle ve cariye yaparak, Türk kentlerine Arap aileler yerleştirerek, Müslüman olmayanlara cizye vergisi ve çeşitli yaptırımçlar uygulayarak Türkleri ite kaka Müslüman yapmayı başarmışlardır. Kuşkusuz, Müslüman olan Türkler ile Müslümanlığa direnen kafir (!) Türkler arasında da çatışmalar ve savaşlar olmuştur.
Bu yazımızda ise Araplarla beraber yola çıkan Türklerin arkalarından hançerlenerek yaşadıkları hayal kırıklıklarına değineceğiz.
Aslında Türklerin Araplarla olan ilişkileri İslamiyetin de öncesine dayanır.
Hatta Cahiliye devri şiirlerinde Araplar, Türklerin askerlik alanında nasıl başarılar kazandıklarını, ne kadar kahraman bir toplum olduklarını anlatır.
Arap edebiyatı Türk mitolojisinden önemli şekilde etkilenmiş, bu etkileşim İslamiyet’e de örnek olmuştur.
Karşılıklı ilişkiler sürerken Arapların Türklere karşı ilk ihanetleri Göktürk’lere karşı olmuştur. Ticaret yaptıkları Türklerin açık ve ele geçirebildikleri gizli bilgileri Çinlilerle paylaşmış ve Türklerin düşmanlarına büyük koz vermişlerdir. İpek yolu ticaretinde de ayrıcalıklı konumda bulunan ve Türklerle sözde iyi geçinen Araplar bununla da yetinmemiş, Sasani-Göktürk savaşı‘nda Sasani ordusunda yer alarak Türklere karşı savaşmışlardır. Göktürk’lere karşı girişilen bu ihanetin cezası Araplara Hazar Türkleri tarafından ödetilmiş, halife Ömer ve Osman’a bağlı Arap ordularını yenilgiye uğratan Hazarlar, doğu Anadolu üzerinden kuzey Suriye’ye girmiş, Halep ve Musul’u yağmalamış, Emeviler’den hatırı sayılır bir savaş tazminatı da alarak Araplar’a Türk kavminin gücünü ilk kez göstermişlerdir.
Talas Savaşı Emeviler’in sonu olmuş, güç Abbasi’lerin eline geçmiştir. Bu savaşta da Emevilerin hiç savaşmadan terk ettikleri cepheler yüzünden bir çok Türk can vermiştir. İslamiyet bayrağını taşıyan Selçuklu döneminde, Türklerin başarıları en çok Arapları huzursuz etmiş, İslam sancağını Türklerin taşımasından duydukları huzursuzluğu açıkça ifade etmişlerdir.
Bu dönemde ihanet serileri hız kazanmış, Türkleri ortadan kaldırma çalışmalarında Hasan Sabbah her fırsatta Türkleri arkadan vurmaya devam etmiştir.
Türklerin ve İslamiyet’in Bizans’ı tehdit edişi ve Anadolu’da ilerlemesi üzerine başlayan haçlı seferlerinin yani düşmanın en büyük destekçisi yine Araplar olmuş, değerli din kardeşlerimiz düşmana gıda ve lojistik destek vermiştir. Birinci Haçlı seferleri sırasındaki Türklere karşı yapılan darbe ve Arap-Fatimi ihaneti belgeleriyle mevcuttur.
Üçüncü haçlı ordusunun kuruluşunda önayak olmakla tanınan on ikinci yüzyıl Haçlı tarihçilerinden Sur Piskoposu “Guillaume de Tyr”(Historia de Rebus gestis in partibus transmarinis, adındaki Latince tarihinin on üçüncü yüzyıl Fransızca çevirisinin 1879 Paris baskısı, Önder KARAÇAY) anılarını şöyle kaleme almış. Halife bizim başkanlarımızın Antakya’yı kuşatmış olmasından da çok seviniyordu. Kendileri ile bu konuda görüşmek üzere dostluk elçileri gönderdi. Bunlar büyük ve değerli hediyeler getirip, kabulünü rica ettiler. Halifenin kendilerine büyük sayılarda asker, hayvan ve erzak yardımlarında bulunmaya hazır olduğunu söylediler ve kuşatmayı sürdürmelerini çok rica ettiler.” İşte bu yolla Arapların Türklere karşı besledikleri milli ve ırki kin ve garez, nihayet İslamiyet’i yok etmek için ortaya atılmış olan Haçlıların en büyük başarılarını sağlayarak Antakya Haçlı Prensliği ile Kudüs Krallığı‘nın ve sonuç olarak Suriye ile Filistin’deki Latin hakimiyetinin kuruluşuna en büyük destekte bulundular.
Fatimilerin bu kini, Şiiliğin Sünniliğe karşı beslediği bir mezhep düşmanlığı değil, “Arapların Türklüğe karşı güttüğü ırki bir garezdir.” Bu gerçek batı yazarlarının bile gözlerinden kaçmamıştır.
İhanetlerin ardı arkası kesilmiyor.
İkinci haçlı seferleri sırasında da Müslüman Türkler kadar Ortodoks Bizans’lılara da düşmanlığı ile meşhur Sicilya kralı ikinci Roger’in Akdeniz’e hakim olan Norman donanması’ndaki askerlerinin yarısı Müslüman-Araplardan oluşuyordu. Akdeniz kıyılarındaki Anadolu Türk köylerine sürekli yağma harekatları yapması ile meşhur olan bu Norman donanması ortadan kaldıran ünlü Türk denizci Çaka Bey‘den başkası değildir.
Müslüman-Arap kavmi, Hıristiyan’dan fazla kin beslediği Müslüman-Türklere karşı o üzücü tarihi düşmanlığını her gittiği yerde yaymış ve özellikle ilk İslam fetihlerinden başlayarak Araplaşmış olan Sami milletlere milli diliyle beraber milli kinini de aşılamıştır. Osmanlı Dönemi Türk Arap İlişkileri Türklerin efendiliğini bir türlü kabullenemeyen ve buldukları her fırsatta milli kinlerini açığa çıkaran Araplar, İslam’ın kutsal topraklarının ve halifeliğin yeni sahibi olan Osmanlı’ya ihanet etmekte de gecikmemiş, yüzünü Avrupa’ya dönmüş olan ve fetihler yapan Osmanlı Suriye ve Mısır’da baş gösteren Arap isyanları neticesinde Avrupa’da giriştiği bu fetih harekatını uzun yıllar askıya almıştır.
Mostagonem Savaşı Osmanlı dönemindeki Arap ihanetinin en önemli ve en kanlı örneklerinden biridir. Kuzey ve Batı Afrika hakimiyeti için Osmanlı ve İspanya arasında geçen bu savaşta yerli halk ve Fas Sultanı İspanya krallığını desteklemişler, ancak Osmanlı zaferi sonrası istemeyerek de olsa Osmanlı himayesine girmeyi kabullenmişlerdir.
Osmanlı dönemi Arap isyanları 17. ve 18. yüzyıllarda da devam etmiş, 17. yüzyılda Kürtlerle birlik olan Arap aşiretleri Kilis ve Antep kentlerini yağmalamışlardır. Özellikle 18. yüzyıl sonlarında Arabistan’da ortaya çıkan Vahhabilik ile birlikte Arapların Türk düşmanlığı bir kat daha artmış ve 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başı ile birlikte doruk noktasına çıkmıştı. 18. yüzyılda Arabistan’da ortaya çıkan Vahhabilik imparatorluğu tehdit etmeye başlamıştı.
Vahhabiler, 1806 yılı Ocak ayında Mekke’yi ele geçirdiler. Durum kötüye gidince devlet Kavalalı Mehmet Ali Paşa‘yı isyanı bitirmekle görevlendirdi. Şiddetli savaşlar sonrası Eylül 1818’de Vehhabiler’in merkezi Diriyye’yi girerek isyanın lideri Suud oğlu Abdullah’ı yani bugünkü suudların atasını ele geçirdi. İstanbul’a gönderilen Suud oğlu Abdullah, Aralık 1819`da saray meydanında idam edildi.
Hasta Adama Dönüşen Osmanlı ve Arap Düşmanlığının Zirve Yapması Vahhabilik ile doruk noktasına çıkan Arap ihanetleri Osmanlı’nın en zayıf dönemlerinde de sürekli devam etmiş, Napolyon muharebeleri, Osmanlı-Rus savaşı gibi Osmanlı’nın meşgul olduğu meseleler esnasında Araplar sürekli yağma ve isyan hareketlerine girişmişlerdir. Ne vardır ki Osmanlı artık eski gücünde değildir. Emperyalist ülkelerin iştahını kabartan ve Arap nüfusun çoğunlukta olduğu petrol bölgelerinde İngiliz ajanları Arap halkının aklını çelmekte gecikmez. İngilizler için ufukta görünen büyük savaşta bölgede Osmanlı’yı arkadan vuracak yegane müttefik hazırdır, Araplar.
Nitekim büyük İkinci Abdülhamit de Arapların Osmanlı’ya ihanet edeceği gerçeğini çok önceden öngörmüş, emir Hüseyin’i İstanbul’a getirterek göz hapsinde tutmuştur. Yılmaz bir Türk düşmanı olan bu emir bir seferinde yabancı bir gazeteci ile sohbetlerinde; “Allah bana ömür verirse, Türklerin akıl ve hayal edemeyecekleri şeyler hazırlayacağım…” demekten kendini alamamıştır. Emir Hüseyin, İngiliz yetkilileriyle yaptığı ilk temaslarda, kendilerinden gerekli yardımı gördüğü takdirde Hicazlıları Türklere karşı bir ayaklanmaya yöneltebileceğini belirtmiş, tarih de maalesef aynı bu şekilde gelişmiştir. “Hüseyin – Mcmahon mektuplaşması” olarak bilinen temaslar 1915’ten 1916 yılının Şubat ayına kadar sürmüştür. İngilizler Emir Hüseyin’e, Arapları Osmanlı imparatorluğuna karşı bir savaşa yönelttiği takdirde, sonradan kurulacak bir Arap Devleti’nin başına getirileceği konusunda söz verirler ancak bu “Arap Devleti”nin sınırları hakkında pek de açık değillerdi. Meşhur Türk düşmanı, İngiliz ajanı Lawrence’in örgütlediği Araplar, Ortadoğu’da Osmanlı ordularına karşı kullandıkları ve Türkleri arkadan vuran en önemli silah olmuştur.
Bugün yaşadıklarımızı bu Arap işbirlikçisi ajanın sözlerinde bulabilirsiniz. “Türkiyeyi bölüp parçalamak için taşla tüfekle savaş yapan ordusuna DİN DÜŞMANI, ülkesini sevenlere ise TÜRKÇÜ, IRKÇI, KAFATASÇI diyeceksiniz aksi takdirde Türkleri yenemezsiniz.”
Araplar arkadan vurdukları Türk ordularından tek bir esir bile almadılar. Aralarında bazı Alman ve Avusturyalıların da bulunduğu koca Türk tugay’ı 27 Eylül günü Tafas yakınlarında tek bir kişi kalmadan katledildi.
Bu ihanetlerin devamını daha sonra Çanakkale Savaşlarında görüyoruz. Bizlerle birlikte omuz omuza çarpıştığı iddia edilen, daha doğrusu şirin gösterilmeye çalışılan ve bazı kesimlerce hala hayranlık duyulan Arapları Turgut Özakman’ın kitaplarından okumak lazım. Türk subaylar ve erler, çok kere aç, susuz, uykusuz savaşıyordu. Teğmen Cevat Abbas, bir gün Şamlı Lütfi adındaki kurmay binbaşının, yeni gelen iki teğmenle pek samimi olduklarını gördü. Aralarında Arapça konuşuyorlardı. Binbaşı Lütfi, az sonra bu iki teğmenin tayin emirlerini vererek görev yerlerinin belirlenmesini Cevat Abbas’tan istedi. Genç teğmenin içine kurt düşmüştü. Tamamen önsezi ile o iki teğmeni muharip kuvvetlere değil, geri hizmete vererek araba kollarına memur etti. Ama bu görev yerini Binbaşı Lütfi’nin onaylaması gerekiyordu. Elindeki yazı ile onun yanına giden Cevat Abbas şiddetli ve öfkeli bir itirazla karşılaştı. Şamlı Lütfi, yeni gelen teğmenlerin muharip hatlara gönderilmesini istiyordu. Üstlerini de ikna ederek bu isteğini yerine getirdi. Cevat Abbas, hâlâ bu işte hemşerilik gayretinin rol oynadığını düşünüyordu. Fakat öyle olmadığı kısa zamanda anlaşıldı. O iki Arap teğmen, yanlarına birer çavuş da alarak, bir gece, kahramanca dövüşen birliklerimizin siperlerini terk edip düşman tarafına geçtiler. Bu hainlerin düşmana verdikleri bilgiler yüzünden Anafartalar cephesindeki çarpışmalar şiddetlendi ve binlerce Türk çocuğu şehit oldu.
Aradan zaman geçti. Cevat Abbas, Şamlı Lütfi’nin Suriye’deki 4. Ordu emrine verildiğini duydu. Bu ordunun kumandanı, aynı zamanda geniş yetkilere sahip Suriye valisi olan Cemal Paşa idi. Orada da hainliklerine devam eden Şamlı Lütfi, Türk ordusunun gerilerinde Arap isyanı hazırlayan kimselerle birlikte yakalandı ve idam edildi.
Bir başka acıklı hikayeyi yine bunu bulup ortaya çıkarıp kaleme alan Turgut Özakman’ın Diriliş adlı eserinden okuyabilirsiniz. 57. Alay 180 yükseltili tepeyi, 27. Alay da Kırmızı Sırtın büyük bölümünü geri aldı. Ama sol kanattan haber gelmiyordu. Buraya yollanan 77. Arap Alayının, 27. Alayın soldaki taburuyla birlikte düşmanı denize doğru sıkıştırıyor olması gerekiyordu. Anzakların denize süpürülmesini bu baskı sağlayacaktı. Mustafa Kemal cepheyi siper siper denetleyip askerinin ateş altındaki durumunu inceleyerek, gün doğarken Kocedere’ye gelecek, çok üzücü, çok şaşırtıcı bir olayla karşılaşacaktı. Gün ağarmak üzereydi. 77. Alayın 1. Tabur Komutanı Binbaşı Hacı Mehmet Emin Bey geldi. Gözleri ağlamış gibi kıpkırmızıydı. -“Efendim” dedi, “Utanç içindeyim. Ne yazık ki, alayımız çil yavrusu gibi dağılarak savaş alanından kaçmıştır…” – “Ne diyorsunuz?” -“Alay komutanını bulamadım. Sizin buraya geldiğinizi duyunca bilgi sunmak için koşup geldim.” Mustafa Kemal bu dürüst askeri Trablus’ta sömürgeci italyanlarla savaştıkları günlerden tanıyordu. Yanında kol komutanlığı yapmıştı. Gece sol yandan neden bilgi gelmediği, Anzakların niçin denize sürülemediği anlaşılmıştı. Bu yüzden bir çok genç Türk evladı şehit olmuştu.
Tarih sayfalarına baktığımızda Arapların Türk din kardeşlerine ihanetleri sadece bunlarla sınırlı değil tabii. Araplar Türklere ihanet ettiği kadar kendi milletlerine de ihanet etmiş, hatta İslam peygamberi Hazreti Muhammed’in mezarını yıkma kararı bile almışlardı. Yine Nasır’ın, Kıbrıs’ta Türk katliamı yapan Yunan Eoka’cılara yaptığı yardımlar Henry Kissinger tarafından “diplomasi” adlı eserinde dile getirilmiştir ancak okumayı ve özellikle tarihten ders almayı pek de beceremeyen bir millet olduğumuzdan bunları fazlaca bilmiyoruz.
Hiç bir zaman bir ırkı, dini ya da fikirlerinden dolayı bir toplumu olduğu gibi yargılamak gibi bir amacımız yok, olamaz da. Ancak bugün ülkemizde ve sınırlarımızda oynanan oyunlara baktığımızda yeni taşeron ve farklı Lawrence’ları net olarak görebiliyoruz. Din ile alakası olmayan vahhabi hayranlığı, dinin kullanılması, tarikatlar, cemaatler, beyni yıkanmaya çalışan gençlere dikkat etmek zorundayı
Tarihten ders almasını bilsek, yine de tekrar eder miydi sizce?
KAYA BOZTEPE -GENÇLİĞİN DÜNYASI / TURKİSHFORUM – ABDULLAH TÜRER YENER
Bir yanıt yazın