Cuhuriyet’in ‘felsefî’ ve ‘bilimsel’ niteliklerine tarihsel bir göz atış olarak ‘Sol/sosyal demokrasi/ sosyalizm’ başlıklı bir yazı dizisi yayınladık.
Orada, Cumhuriyet kavramının kavramsallaştırılma çabalarına ilişkin kimi düşünüre gönderme yapmıştık.
Bunların içinden, Jean Jaurès’in “Cumhuriyet olmaksızın sosyalizm güçsüz ve sosyalizm olmaksızın Cumhuriyet bir hiç (vide) olacaktır”, gibi sözlerinin altını çizmiştik.
Oysa, Türkiye’de öcü gibi gösterilen ‘sosyalizm’ kavramı, ‘sosyal bilimler’in ortaya çıkışıyla birlikte tartışmaya açılmıştı.
Türkiye’de, Cumhuriyet’le ilgili olarak ileri geri dillendirilen “kimsesizlerin kimsesi olmak” tümcesi tam da bu anlamda söylenmiş bir sözdür.
Yani Devlet’in “sosyal” olması.
Kuşkusuz ‘Devlet’in, “bir ve bölünmezlik”, “demokratlık”, “laiklik” ve “bağımsızlık” gibi diğer nitelikleri bütünleştiren en önemli ögesi onun “sosyallik”i ile birlikte bir anlam kazanmaktadır.
Bir ‘Devlet’in yönetim biçiminin ‘Cumhuriyet’ olması demek, yani Res Publica olması; yönetimin kamu yani tüm halka yönelik olması demektir.
Ki buna çoğu kez ‘toplumun genel çıkarı’ da denilmektedir.
Kökeni Roma kralı Romulus’e (M.Ö. 771-717) kadar götürülebilir.
Ve daha o günlerdeki temel niteliği, kralın ‘tiran’ olmasına karşı olmasıdır.
Ki, örneğin M.Ö. 83-68 arasında Julius Caesar’ın tiranlığa yönelmesi kendi canına mal olmuştur.
Res Publica (ya da Cumhuriyet) sözcüğünün, demek ki, neredeyse (753+2023) 2776 yıllık bir tarihi vardır.
Ancak modern anlamda ‘bir ve bölünmez’, ‘laik’, ‘demokratik’ ve ‘sosyal’ niteliklerine kavuşturulması geçen yüzyılın başına denk gelmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti de, işte kimi zaman ‘Millî Demokratik Devrimler Çağı’ da denilen tarihsel dönemde ortaya çıkmış ve çağdaşları içinde ‘en sağlam temeller’ üzerine kurulmuş bir ‘Cumhuriyet’ İDİ.
Ancak ve ne var ki, son dönemlerde o temeller yavaş yavaş aşındırılmış ve son on beş yılda (2008-2023) tamamen yıkılmıştır.
Bugün Türkiye’deki ‘yönetim biçimi’ni Cumhuriyet diye adlandırmak, en azından ‘kuruluş felsefesi’yle uyumlu bir Cumhuriyet olduğunu ileri sürmek, herhangi bir okur-yazar, akademisyen ya da entelektüel tarafından ileri sürülemez.
İleri sürenler olur ise bu nitelikleri tartışmadıklarını söyleyip, geçelim.
Ancak ‘kuruluş felsefesi’ni içselleştirmiş bir ‘sert çekirdek’in var olduğu da yadsınamaz.
Bugün, bir sosyal antropoloğun ‘Cumhuriyet zindanda’ dediğini duydum.
Gerçekten Kemalist subaylar başta olmak üzere, çokça aydın ve entelektüel, gazeteci ve hatta seçilmiş bir milletvekili bugün kapalı cezaevlerinde, geriye kalanlar ise açık cezaevlerindedirler.
Konuşurken en az üç kere yutkunmakta, yazarken elleri bağlanmaktadır.
Ayakları ise tamamen kösteklenmiştir.
Bu koşullarda, bayrak sallayıp marşlar söyleyerek ‘Cumhuriyet’in bir bayram havasında kutlanması, bir ‘özgüven gösterisi’ olarak kuşkusuz önemlidir.
Ancak, Cumhuriyet düşmanlarıyla kol kola görünmeyi, Cumhuriyet’in bizzat kendisine saygısızlık olarak görmek gerekir diye düşünüyorum.
Oysa, ozanın ‘tükür yüzüne celladın’ dediği gibi, Cumhuriyet cellatlarının yüzüne tükürmek gerekmektedir.
Cumhuriyet’e sahip çıkmak demek, örnek olsun, bir Cumhuriyet Savcısı’nın Cumhuriyet’e aykırı bir iddiada bulunması halinde, onu o sözde ‘adalet sarayı’nın önünde tükürükle boğmaktan geçmektedir.
Çünkü bugün, asıl ‘kimsesizlerin kimsesi olan Cumhuriyet’ kimsesiz bırakılmıştır.
Önce Cumhuriyet’e sahip çıkmak gerekmektedir, ki o da dönüp “kimsesizlere kimse olabile”…
Bu Cumhuriyet’i kuran İrade, ‘yarın kimsesizlere kimse bulacağız’ değil, ‘yarın Cumhuriyet’i kuracağız demişti.
Yani ‘Cumhuriyet iradesi’ daha o anda var idi.
Bugün hem Cumhuriyet yıkıldı diyecek ve hem de onu kutlayacaksınız.
Demem o ki, bayram şenlik güzel de, Cumhuriyet’i nasıl ve ne zaman yeniden sahipleneceğiz demek çok daha önemlidir.
Bir yanıt yazın