Sosyalizm
Prochasson, Erik Hobsbawn, (Labouring Men, Studies in the History of Labour, London, Weidenfeld and Nicolson, 1964) ve E.P. Thompson, (The Making of the English Working Class, Londres, Victor Gollancz, 1963) gibi yazarlar dahil bir kesim tarihçiler, sosyalizmi, ‘egemen kültür’ bağlamında sorgulanması gereken, bir başına bütünsel bir ‘kültür’ olarak görmekteydiler diyor.
Ancak, giderek ve yavaş yavaş, sosyalizm, ‘bilge kültür’ (culture savante) olarak bir başına düşünülmek yerine, toplumsal pratik ve temeller üzerinde, diğerleri arasında, bir ‘örgütlenme’, bir ‘eylem biçimi’ olarak düşünülmeye başlandı.
Böylece sosyalizm, emekçilerin bir ‘Sosyal devinim’i (Mouvement social) gibi incelenmeye başlandı.
Öyle bir ‘devinim’ ki, özellikle 1970’ler ve 80’lerde, siyasal partilerin, sendikaların, grevlerin içi boşaltılmış olup, emekçilerin ‘sosyal tarihi’ yerine artık ‘tarih’inin yazılmasına gerek duyulmayan bir ‘devinim’ olarak ele alınır olmuştur.
Yani ‘sosyal tarih’ yerine, sıradan bir işçi sınıfının ‘politik tarihi’ yazılabilir olmuştur. Oysa, örneğin ‘Fransız sosyalizmi’, diyor Prochasson (p.429), sosyal bilim ile Cumhuriyet ideallerinin karıştılmasından doğan bir ‘ürün’ idi. Yani işçi sınıfı ve köylülüğün Cumhuriyet’in kuruluşuna dayanan ‘eşitlik’ anlayışını da içeren bir sosyalizm.
Ancak Alman Herder, evrensel değerleri savunan örneğin Fransız Voltaire’in ilerleme konusundaki görüşlerini eleştirerek, halkların her birinin yüzyıllardan buyana süzülüp gelen bir ‘bilgi dağarcığı’ (réservoir de connaissances) olduğunu ve bu özgül ‘kültür’ün öncelenmesi gerektiğini ileri sürecektir. Ki, ‘halk esprisi’ anlamına gelen Volkgeist kavramını böylece geliştirecektir.
Volkgesit kavramı, bir halkın dil, gelenek ve adalet anlayışının yaratıcı gücü olarak tasarlanıyordu. Daha sonra, dil, kültür ve tarih üçlüsüne dayanan bir ‘ulus’ kavramının tanımlanması için kullanılacak olan volkgeist, yinebir Alman olan Kant’ın gerçeği bulmak için düşünsel gelişmeden yana olan görüşlerine de karşı duruyordu.
Böylece Fransız aydınlanması ve onun en kaba ve yıkıcı örneği olarak gördüğü Napolyon’a karşıtlık, Volkgeist kavramının da evrensel gibi duran Zeitgeist kavramına karşıtlığını getirecekti.
Oysa, yukarıda değinildiği üzere Zeitgeist kavramını da Herder’in geliştirdiği konusunda görüşler ileri sürülmekteydi. Buradan Herder’ci Zeitgeist’in ‘Alman kültürü’nün evrenselliğini öngördüğü sonucuna varılabilir.
Buradan ‘pangermanizm’ anlayışının felsefi temellerine ve ‘Alman idealizmi’nin nasıl ‘Alman ideolojisi’ biçimi aldığına ilişkin kimi ip uçları da bulunmuş olacaktır denilebilir.
Böylece örneğin İngiliz, Fransız, Alman, Türk vb sol/sosyal demokrasi/sosyalizm anlayışlarının olabileceği de rahatlıkla ileri sürülebilecektir.
Alman İdealizmi ve Johann Gottlieb Fichte
Alman entellektüel ve politik yaşamında Johann Gottlieb Fichte’nin (1762-1814) 1808 yılında ‘Alman Ulusuna Sesleniş’ (Discours à la nation allemand) başlıklı yazısında dile getirdiği görüşleri bir ‘dönüm noktası’ oluşturmaktadır denilebilir.
Gerçekten de, yayınlandığı tarihten itibaren, bu 14 söylevden oluşan 200 sahifelik kitapçık, neredeyse tüm asker, öğretim üyesi ve öğrencilerin başucu kitabı olmuştur denilebilir.
Oysa İsveç’li bir çavuşun çocuğu olarak, Almancayı da aksanlı konuşan Fichte, Berlin üniversitesinde öğrencilere ‘Nutuk’ çekerken, sokakta Napolyon’un askerleri devriye geziyorlardı (2).
Öyle bir Almanya ki, 1648 Westfalia sözleşmesi ve öncesindeki Otuz Yıl Savaşları’ndan buyana küçümsenen, parçalanan ve parçalarının biri birlerinden hoşlanmadığı bir Almanya’da, Fichte, ‘Alman Dili’nin güzellik ve birleştiriciliğinden söz ediyordu.
Söylediği sadece, Alman ulusunun kendi ‘bencilliği’ yüzünden kendisine gelemeyişidir. Çünkü, diyordu Fichte, “dünyanın neresinde olursa olsun, ‘bencillik’, bencil toplumun kendi kişiliğini, gelişmesini ve bağımsızlığını öldürür (détruit).”
Hele yöneticiler de ‘bencil’ iseler, Almanya’nın bugünkü durumuna düşmesi kaçınılmaz olacaktır. Çünkü kendilerini bir ‘bencillik yanılsaması’ (illusion) sonucu barış ve dinginlik içinde göreceklerdir.
Yabancı dillerdeki ‘insanlık’, ‘hoşgörülülük’, ‘liberalizm’ gibi sözcüklerin, iyi bir Alman için tam karşılığı ‘gevşeklik’ ve ‘saygınlık yoksunluğu’ndan başka bir şey olmayacaktır.
Oysa, yüzyıllardır süregelen bu aşağılanmalar karşısında, ‘ulusal bilinç’le bir moral cesaret ve güç göstermek zorunluluğu vardır.
Fichte’nin ‘Ben’i, ya da ‘kendisini sevmesi’ (amour de soi) iki aşamalıdır: birinci aşamada bencillik, kendisini açığa koymayan (obscur) bir duygu olarak, zevksel gereksinmeler ya da acısal korkulara dayanmaktadır.
Ancak ikinci aşamaya geçmek, yani bir açık zihniyete (connaisance claire) kavuşmak, bir üst ahlâkî düzene (l’ordre moral supérieur) geçmek yani ide’nin aydınlığına (la clarté de l’idée) inanç ya da aşk düzenine geçmek demek olmaktadır.
Demek ki, ‘ben’, ancak ‘ideler dünyası’na yükselir, tüm özgürlüğünü ve bütün tinsel gücünü ona hasrederse, gerçeği yakalamış ve kendi kişiliğini oluşturmuş olmaktadır.
Sonuçta, diğer idealizmlerden farklı olarak, Fichte’nin ‘duyumlar dünyası’ değil ama ‘duygular dünyası’na dayalı bir idealist sistem, yani ‘düşünce’ ve ‘ahlakçılık’ın öne çıkarıldığı bir felsefî sistem kurmaya çalıştığı söylenebilecektir.
Devlet ve ‘Ulusallık’ (Milliyet-nationalité) aşkı da, böylece tüm kişisel bencilliği ortadan kaldırıp ‘yurttaşlık ide’sini yakalamaya yol açacaktır. Ancak, bu durum, ne Devlet ve ne de yurttaşta apansız ortaya çıkmaz. Örneğin Devlet’in kendisinin de ‘karanlık duygular’dan (sentiment obscur) sıyrılıp, net ide’ye (idée claire) geçmesi gerekmektedir.
Ancak ve ne var ki, Fichte’nin Marx’taki ‘praxis’ kavramına öncülük eden önerisine değinmeden geçmek olmaz.
Barış olsun, bırakın uyuyalım ve kendiliğinden gelecek olan güzel günler rüyası görelim demeyin sakın, diyor Fichte. Evet, yağmur, kıtlık ve bolluk bizim bilmediğimiz güçlerin ürünü olabilirler, ama insan yaşamı söz konusu olduğunda, “insanlar arası ilişkiler ancak ve sadece insanın kendisi tarafından düzenlenir” (3)
Fransa’da ise, Fichte’ye ilk gönderme, 1891’de, Hegelci aşırı solcuların ‘materyalizm’i bağlamında değil ama Alman Sosyalizmi bağlamında, Latince yazılan doktora tezinde Jean Jaurès tarafından, yapılacaktır.
Jaurès, Luther’den Hegel’e ve Kant’tan Fichte’ye, ‘idealizmin alman soluğu’nu görürken, Marx ve Engels ‘Alman İdeolojisi’ni görmekteydiler.
‘Sosyal-demokrat’ renklere bürünmüş olsa bile ‘etno-populist’ (völkisch) yaklaşımlara cepheden karşı olan ve ‘sürekli devrim’ (processus révolutionnaire ininterrompu) tezini savunan Charles Andler’e göre, Fichte, 1793’lerde ‘Jakoben’ iken, daha sonra ‘panjermenizm’in öncüsü sayılabilecek yayınlar yapacaktır.
Böylece entelektüellerin de ‘zaman içinde’ ‘entellektüel yapı’larında bir değişim/dönüşümün ortaya çıktığını görmekteyiz.
Peki ama, belli bir döneme ilişkin düşüncelerin, tutarlı bir bütünlük içinde olmaları ile zaman içinde değişim ve dönüşüm göstermelerini nasıl anlayabilir ve açıklayabiliriz?
(Sürecek)
(1) Cristophe Prochasson, a.g.m, p. 426
(2)Gaufrès Mathieu-Jules, “Les discours à la nation allemande de Fichte”, In: La revue pédagogique, tome 27, Juillet-Décembre 1895. pp. 129-142; https://www.persee.fr
(3)Gaufrès Mathieu-Jules, a.g.m., p.139
Bir yanıt yazın