İktisat kitaplarında yazılanın aksine, faiz sermayenin fiyatı değildir. Ve yine iktisat kitaplarında yazılanların aksine, sosyal kıtlıkla (rareté) da açıkalanamaz.
Türkiye’de faizlerin %20’lerden %8’lere ve ardından %30’lara çıkarılması karşısında, kendilerine ‘Ekonomist’ diyenler şöyle dursun, ‘Nas’ diyenlenlere kulak kabartan bilmem kaç milyonluk (büyükbaş yavrularına mı diyelim bilmiyorum) Marx’ı neden okumaları gerektiğini anlatmak gerekiyor. O neden yazı dizimizin 10ncu sayısından sonra araya 26ncıyı koyalım dedik.
Marx faiz haddini, genel olarak, paranın faizi ile finansal piyasa faizi arasında bir ayırım yapmadan tek bir kategori gibi ele almaktadır (1).
Ne var ki, örneğin Fan Hung’un yaptığı gibi (2), Marx’ın ve daha sonra Keynes’in, paranın faizinin salt ‘parasal sorunlara özgün bir belirlenme’ye bağlı olduğunu ileri sürmek de abartılı olacaktır.
Bununla birlikte, Kapital’de, faiz haddi kategorisi, parasal disponibilite arz ve talebine dayandırılmış olmasına karşın, paranın metadan, para-sermayenin de üretken sermayeden ayrı tutulmasına benzer biçimde, tıpkı sanayi kapitalistinin finansçı kapitalistten ayrı tutulması gibi, bu disponibilite de ‘reel sermaye’den ayrı tutulmaktadır.
Yine de, Brunhoff da Fan Hung gibi, Kapital’de faiz haddinin bir parasal kuramından sözedilebileceğini kabul etmektedir.
Öyleyse, faiz haddi kategorisi de, kredi sistemi terimi gibi, finansal kapitalistler ile sanayi kapitalistlerinin ilişkilerinin yeni bir çözümlemesini gerektirecek demektir.
Kredinin sanayi sermayesinin birikimi için bir aracılık yaptığına kuşku yoktur. Çünkü bireysel kapitalistin kendi oto-finansmanı için para-sermaye olanaklarının sınırlı olması halinde, ancak “kredi sayesinde” (3) bu sınırlılık aşılabilecektir.
Sosyal birikimin parasal sınırlarına gelince; “bu saçma sorunun yanıtı, güncel hacmiyle kapitalist üretimin, kredi sistemi (ki bu anlamda sistem denilmektedir) olmaksızın, salt metalik para dolanımıyla yürüyemeceğinde saklı değil midir? Kuşkusuz hayır! Çünkü, bu durumda metalik para üretiminin sınırlarıyla karşılaşılmış olunacaktır” (4).
Kaldı ki, kredi, sermaye hareketliliğini artırarak sanayinin değişik dallarındaki kâr oranlarının eşitlenmesine de katkı yapacaktır. Demek ki, sanayi kapitalistlerinin krediye gereksinmeleri olduğu sürece kârlarını finansal kapitalistlerle bölüşmek zorunluluğu vardır (5).
(Baştan belli olan) faiz ve işletme kârı olarak ortalama kâr paylaşımı, demek ki parasal disponibilite piyasasındaki arz ve talep koşullarına bağlı olacaktır. Buna rekabet ya da ödünç alanlar ile verenler arasındaki güç mücadelesi olup, “faizin piyasa oranı”nı verecektir (6).
Piyasada oluşacak farklı faiz hadlerinin belli bir ‘ortalama’da karar kılacağı beklenebilir. Eğer bir sanayi çevrimi boyunca hesaplanan ortalama faiz ve “uzun dönem sermaye yatırımı” için oran sözkonusu ise, bu tamamen ampirik ve rastlantısal olacaktır (7).
“Rekabetin ortalama koşulları bakımından ödünç alanlar ve verenler arasındaki denge % 3, 4, 5 vb olabileceği gibi brüt kârın belli bir kesimi için de kararlaştırılmış olabilir” (8).
Demek ki, “rekabet tarafından belirlenme dışında” (9) işletmelerin faiz ve kâr bölüşümünün bir genel yasası sözkonusu değildir. “Çünkü sadece sermaye ve benzerlerini ellerinde bulunduranlar arasında kararlaştırılan brüt kârın bölüşümü sözkonusudur” (10).
Bu da, paylaşılan veriler içinde, faiz haddinin sıfır olamayacağı ama genel kâr oranından da fazala olamayacağı anlamına gelmektedir. İşte faizin bu rastlantısal olma özelliği sermaye piyasalarının özgün yapısını vermektedir
Parasal disponibilitenin diğer mallar gibi satılacağı söylenemez, çünkü eşdeğerler arasındaki eşzamanlı değişimler gibi belirlenmemektedirler.
“Malların basit değişimi sözkonusu olduğunda, paranın her zaman alıcı tarafında bulunmasına karşın, ödünç sözkonusu olduğunda satıcı tarafında bulunmaktadır. Burada satıcı, belli bir süre için parasını vermekte, alıcı da onu bir mal gibi satın almaktadır. Tek koşul, paranın sermaye işlevi görmesi ve o amaçla satın alınmış olmasıdır (avancé)” (11).
İktisat kitaplarında yazılanın aksine, faiz sermayenin fiyatı değildir.
Çünkü, faiz, üreticilere ödünç verilen para-sermayenin değerlenmesine yol açan üretilen ürüne bağlı olup, kendi içinde bir değer içermemektedir.
Yine iktisat kitaplarında yazılanların aksine, sosyal kıtlıkla (rareté) da açıkalanamaz. Çünkü, olsa olsa yatırımcıların disponibilite yetersizliğini gösterebilir.
Demek ki, kâr kitlesinin bir bölüşüm olgusu (phénomène) olarak, kendi haddi ampririk olarak belirlenebilmekte ve sadece bir ekonomik varlık olarak kabul edilebilmektedir.
Marx, daha da ileri giderek, ödünç vericiler ile alıcıların hesap ve uyarıcısı olarak ‘risk’i de dikkate almamakta ve faizi, kârın bir parçası olarak sıradan geri dönüşüne indirgemektedir.
Bütün bu değerlendirmeler faize yüklenmek istenen özgül bir anlamı olabileceğine işaret etmektedir.
(Sürecek)
(1) Henri Denis, « Trois théories de l’intérêt du capital » başlıklı makalesinde tamamen farklı bir yorum yapmaktadır : Revue économique, 1950.
(2) Anılan makalesinde Fan Hung’un da kimi rezervler koyduğuna işaret edelim.
(3) Le Capital, ouv. cité, livre deuxième, tome II, p. 13.
(4) Ibid., tome I, p. 321.
(5) Ibid., livre troisième, tome Il, p. 100.
(6) Ibid., p. 33
(7) lbid., p. 29.
(8) Ibid.
(9) Ibid., p. 24.
(10) lbid., p. 31.
(11) Ibid., p. 21