Felsefede, şiirde, edebiyatta ‘aşk’ nedir nasıldır, doğrusu pek bilmem.
Yine Platon’da, Aragon’da ya da uyduruk tasavvuf’ta aşk konusu da enine-boyuna işlenmiştir, ama onu da işleyenlere bırakalım.
Ancak ben burada, aşığın aşkı ile ‘eşi bulunmazlık’ arasından kimi galat-ı meşhur örneklere değinmek istiyorum.
Geçenlerde Türkiye’de yapılan anketlere göre (ne halkın ve ne de ulusun değil ama) nüfusun yüzde seksenlere varan kesimi ‘Atatürk’ diyormuş da başka bir şey demiyormuş.
AKP’lilerin bile yüzde ellisinden fazlası ‘Atatürk’ diyormuş.
Külliyen yalan ve yanıltıcı.
Değil AKP’li ya da herhangi bir sağcının, kendisine ‘Atatürkçü’ diyenlerin bile yüzde doksanı ne Atatürk’ü bilir ve ne de Atatürkçü olabilir.
Bu konuyu başka yerlerde işlemek üzere, Atatürk gibi kimi tarihsel kişilikler, düşünürler ya da bilimcilere için ‘aşk’ değil ama ‘eşi bulunmazlık’ terimi kullanılabilir diyelim.
Dahası, kaybedildikten sonra değeri anlaşılanlar için ‘eşi bulunmazlık’ (introuvable) terimi kullanılmaktadır ki, kanımca doğrusu da budur.
1980’lerden sonra neo-liberalizmin dünyayı kasıp kavurması ve insanı insanlıktan çıkarmaya başlaması üzerine, düşünce ve bulgularıyla eşi bulunmaz bir kişilik olarak Karl Marx anımsanmıştı.
Bu ‘insanı insanlıktan çıkarma süreci’ en beligin biçimde kadın/erkek aşkı konusunda ortaya çıkmıştır diyecek olursak abartmış olmayız.
Oysa, geçmişten gelen bilgisizlik ve çarpıtmalar sonucu, örneğin Türkiye’de Marx için kadınların birer ‘ortak mal’ olarak görüldüğü ileri sürülmüştür.
Hatta ‘komünizm’in en yalın tanımı ‘kadınlarda ortaklık’ olarak görülmüş ve sarıklı/cüppeli (ki bunların cübbe taşıdıklarına inanmam) sapıklar kadar, üniversitenin ‘cüppeli’leri de aynı kafa ile yetişmiş ve öyle yetiştirmişlerdir.
2018 yılında, Alternatif Economiques dergisinin Mart sayısı Marx’ın ‘eşi bulunmazlığı’ üzerine bir dosya yapmış ve çeşitli ülkelerden yirmiüç seçkin düşünür ve akademisyenin değerlendirmelerine yer vermişti.
Orada Marx, eşi Jenny’ye yazdığı bir mektupta şöyle diyordu; “bizi anlamsız yaratıklar haline dönüştüp, ağlatıp sızlatan ve kuşkuda bırakan” koşullara karşın, aşk, “ne Feuerbach’ın insana karşı duyduğu ne Moleschott’un metabolizmaya bağladığı ve ne de proletarya’ya karşı beslenen değil ama, sevgiliye karşı ve özellikle benim sana duyduğum, insanı yeniden insana dönüştürmeye yarayan bir aşktır”.
Ki, Jenny, yanında olduğu sürelerde Marx’ın o okunmaz elyazılarını düzene sokan ve dolayısıyla sözettiği yazar ve düşünürlerin düşüncelerini bilen biridir.
Şimdi, Türkiye’de Marx denilince ya tüyleri diken diken olan ya da sözde akademisyen olup, kimi galat-ı meşhur kalıpları papağan gibi yineleyenlerin dışında, Marx’ı ‘eşi bulunmaz’ yapan nitelikleri bilmese de merak eden kaç ‘kişi’ vardır diye sorulabilir.
Bununla birlikte, Marx’ın ‘proletarya’ya karşı duyulanın da bir ‘aşk’ olmayacağı konusu üzerinde durulabilir.
Nitekim Türkiye’de bir ‘Vatan aşkı’, ‘Bayrak aşkı’ ve ‘Millet aşkı’ gibi tonlarca aşk sayılabilir.
Ki, tümünün içi boş ve genelde kimi çıkarların savunulmasına yönelik ‘yalan’lar olduğu rahatlıkla ileri sürülebilir.
İşte bunların başında ‘Atatürk aşkı’ gelmektedir.
Kaldı ki, Atatürk’e aşkla bağlanmak başka, onu ‘insanı yeniden insan yapmaya yarayan’ biri olarak görmek başka şeylerdir.
Lafı uzatmadan, eğer bugün Türkiye’de ‘eşler arası aşk’ dahil, insanları kimliklerinden, kişiliklerinden kısaca ‘insanî değerler’den uzaklaştıran bir süreç, bir düzen ve bir ‘rejim’ var ise; bütün bu olanlara boyun eğip bizzat insanlıktan çıktığının ayırdında olmayanların ‘Atatürk aşkı’ neye yaramaktadır diye sorulabilir.
Olsa olsa ‘kendini avutma’ olarak değerlendirilebilir.
Ki, en tehlikeli olan da budur diyebilirim.
Çünkü , kişi henüz kendisinin ‘ne’ ve bulunduğu yerin ‘nasıl’ olduğunun ayırdında bile değildir.
‘Atatürkçüymüş’.
Hadi oradan hadi oradan!