20 Mayıs 1938 / Mersin
Biraz olsun kendini iyi hissediyordu. Sahil gezintisine çıktı. Akşamın serinliği hoşuna gitmişti. Bir gramofon bulunmasını emretti. Acele bulup getirdiler. Kısa bir zaman önce vefat eden, hayranı olduğu Hafız Mehmet’in bir plağını koydular. Çok sevdiği eski bir sesin yankılarını duyunca dalıp gitti. Plak bitince derin bir iç çekti ve yanındakilere: “Çocuklar” dedi. “Gördünüz ya, bu kubbede kalan meğer yalnız hoş bir seda imiş…”
Tarsus’u ziyaret etti, ardından Adana’ya geçti. Hastaydı, ayakta duracak hali yoktu ama dipdiri grünmeye çalışıyordu. 1 saat 20 dakika süren askeri resmigeçidi ayakta izledi. Dünyaya “Hasta değilim, sapasağlamım” mesajı vermek istiyordu.
Tren Pozantı’yı geçerken yanına gelen Salih Bozok’a, “Ben öleceğim Salih çünkü benim hastalığım sirozdur. Bu hastalık beni ölüme götürecektir. Okudum, tetkik ettim. Bu hastalıktan kurtuluş yoktur. Siroz insanı muhakkak öldürür” dedi. “Ölümü istemek cesaret değildir ama ölümden korkmak da ahmaklıktır” diye de ekledi.
Bir ara Celal Bayar’ı yanına çağırdı:
“Ecnebi sefirlerine deyiniz ki Atatürk Mersin’dedir ve Hatay meselesini halledinceye kadar da Mersin’de kalacaktır.”
Tören biter bitmez soluğu Seyhan Nehri kıyısındaki Belediye Parkı’nda aldı. Hasır bir koltuğa oturdu, istirahat etti. Uzun uzun Seyhan Nehri’ni izlemeye başlarken düşüncelere daldı. Tam o sırada kendisine portakal ikram edilince kendine geldi ve doktoru Prof. Neşet Ömer İrdelp’e dönerek, “Portakal zararlı değil midir?” diye sordu. “Posası olmasaydı, iyi olurdu…” yanıtını alınca şekersiz bir kahve istedi. Yiyemediği için bir çocuk kadar üzüldü.
Muhafız Alay Komutanı İsmail Hakkı Tekçe ve Prof. Neşet Ömer Bey aralarında konuşuyordu. Neşet Ömer Bey, “Paşa Hazretleri iyi, beş kilo daha aldılar” dedi. Bunun üzerine İsmail Hakkı Bey itiraz etti:
“Ama hocam! Buraya geleli daha bir hafta olmadı. Bir haftanın içinde beş kilo alması sizin dikkatinizi çekmedi mi? Burada bir gayri tabiilik olacak.”
Prof. Neşet Ömer Bey suskun kaldı…
Dinlenmesi bittikten sonra özel treninin vagonuna geçti. Ayakta duracak hali kalmamıştı. Hararet bastı, hediye edilen portakallardan yedi sekizini buzluktan çıkarıp yedi; yedikçe “Oh!” çekti. Arkadaşı Salih Bozok’a da yedirdi, sonra gidip yattı. (Bir önceki akşam yemeğinde yine burnu kanamıştı.)
Kendini hiç iyi hissetmiyordu ama beklediği sonucu almıştı, güç gösterisi yapmış, dünya basını aracılığıyla liderlere mesaj vermişti…
Ankara’ya gelişinin ertesi günü İstanbul’a gitmek istedi. Devlet erkânı garda toplanmıştı. Dostlarına, birlikte kurdukları başkente veda etti. Garın salonuna kadar güçlükle geldi. Ayakta duramayarak oturdu. Yanında bulunan Şükrü Saracoğlu, arkadaşı Falih Rıfkı Atay’a, “Atatürk’ün derisinin rengine bak. Bu, bir ölü rengi” dedi
Hekimlerin müdahalesiyle biraz olsun acıları dinmişti… Antakya’da, 3 Temmuz 1938 günü Türk ve Fransız askeri heyetleri arasında imzalanan “Askeri Antlaşma” gereğince her iki tarafın Hatay’da eşit sayıda asker bulundurması kararlaştırıldı. Öncü birliklerimiz iki gün sonra Hatay’a girdi. Atatürk, Anadolu Ajansı aracılığıyla demeç verdi:
“Hatay milli meselemizin dostça tedbirlerle olumlu sonuca ulaştırılmasından duyulan sevinç yerindedir.”
9 Temmuz 1938
Hatay sorununun çözülmesi mutlu etmişti. İstirahat etmesi için herkes elinden geleni yapıyordu. Yatın yardımcı kuvvet ve elektrik devrelerini besleyen makinelerin gürültü ve sarsıntısından rahatsız olmasın diye Savarona Dolmabahçe önünde demirlediği zaman bordasına denizaltı gemisi gönderilerek bataryalarından cereyan alınıyordu. Bir gün önce, izinli olarak İstanbul’a gelen Londra Büyükelçisi Ali Fethi Okyar’ı kabul edip konuşmuşlardı. Gün içinde Bakanlar Kurulu’nu Savarona’da toplamıştı. (Bakanları ile son toplantısı olacaktı.)
Yorulduğunu hissetti. Kamarasına çekildi. Doktoru Neşet Ömer Bey yanına gelip kontrollerini yaptı. Ellerini açarak, “Allahım beni iyi et!” diye duacı oldu.
Yatta bulunan uşağı Cemal Granda’nın yemek servis ederken üzgün olduğunu fark etti. “Doktorlar iyi olacağımı söylüyorlar amma Cemal…” dedi, ekledi:
“Buna pek ben inanmıyorum, sen nasıl görüyorsun, iyi olacak mıyım dersin?”
Boğazı düğümlendi, yutkundu, gözleri doldu, Paşa’sına yanıt veremedi. Teskin edici sözlerle Cemal Bey’in üzülmesinin önüne geçti ve suyunu yudumlamadan önce, “Her gelişin, bir gidişi vardır.” dedi…
Dediği gibi olacaktı takvim yaprakları 1938 yılının Kasım ayını gösteriyordu. Hastalığının son safhasındaydı, vefatına çok az bir süre kala bir dileği vardı. Canının enginar yemeği çektiğini söyledi. Fakat o sebze o zaman İstanbul’da bulunmuyordu. Hemen Hatay’a ısmarlanması istendi. Ama olmadı, yiyemedi, enginarlar geldiğinde durumu ağırlaşmıştı; yemesi kısmet olmayacaktı…
Vicdan yürekli, çelik iradeli özgürlük savaşçısı, vatanının bekçisi, koca dünyanın Barış Elçisi, milletinin sevdalısı Asrın Lideri takvim yaprakları 10 Kasım1938 günü, saat 9”u 5 geçe aramızdan usulca göçüp gitti…
Bir yanıt yazın