Neredeyse ‘sağ/sol bitti’ söylencesi genelgeçer bir önerme olarak kabul edilip, tüm akılyürütmeler onun üzerine kurulmaktadır.
Bu tiplere ‘Akıldane’ ya da doğrudan Farçasıyla ‘Dana-akıllılar’ denilebilir ki, ben daha çok ‘çokbilmiş’ terimini yeğliyorum.
Bu çokbilmişler, solculuğu, ‘Sermaye/emek’ çelişkisine dayandıran en soyut düzeyi, kendi ‘sabit-fikirlilik’lerine uygun olarak, tartışılmaz bir ‘veri’ olarak almakta; emek deyince ‘işçi’den başkasını görmemektedirler.
Bunlara çokbilmiş dememe bakmayın, bunlar ‘cahil’dirler; okumamışlardır ama okumuş gibi görünürler.
‘Sınıf savaşı’nı küçümserler ama kendileri en azgın ‘sermaye mücahidi’dirler.
‘Üretim’ derler ama üretimin aynı zamanda bir ‘yeniden-üretim’ olduğunu ve ‘emek’in sadece ‘işçi’den değil ama aynı zamanda ‘kafa ve kol emeği’ olduğunu ve bu ‘kafa ve kol emek tüketimi’nin yerinin doldurulması yani ‘yeniden-üretimi’nin, ‘kapitalist üretim’in olmazsa olmaz (sine qua non) koşulu olduğunu bilmezler.
‘Emek gücü’ kavramına ise akılları ermez.
Ama, yazılı ve görsel medya’da, yüzleri kızarmadan, ‘işçi sınıfı mı kaldı?’ diye ahkâm keserler?
İşte bu ‘dana akıllılar’a, bu kuramın kurucusunun, Napolyon Bonapart’ın 18 Brumaire 1799’da yaptığı ‘Darbe’ye anıştırma yaparak yeğen Louis Bonapart’ın 1851 yılında yaptığı ‘Darbe’yi irdelediği yazısında tam yedi sınıf saydığını anımsatalım:
–Finansçı aristokratlar (L’aristocratie financière)
–Sanayi burjuvaları (La bourgeoisie industrielle)
–Küçük burjuvalar (La petite bourgeoisie)
–İşçi sınıfı (La classe ouvrière)
–Lümpen proletarya (Le lumpen proletariat)
–Parçalanmış köylülük (La paysannerie parcelaire)
–Büyük toprak sahipleri (Les grands propriétaires foncières)
Ve günümüze gelindiğinde bu ‘sınıflar’dan hangisi yok olmuştur ki, bunlar arasındaki ‘çelişki ve çatışma’lar da son bulsun?
Yok eğer, günümüzde kendileri gibi bir ‘yandaş’ ve parazit kesim’ doğmuş diyorlarsa, merak etmesinler o dönemlerde de bu tür ‘irenist’ler yeterli miktarda vardı.
Geçerken ‘irénisme’in, Hristiyan mezhepler arasındaki sorunları çözmek için kendi aralarında bir uzlaşı aramalarına gönderme yapan bir anlayış olup; gerek kimi hataları hoşgörme, gerek abartılı bir barış yanlısı olma ve böylece iğdiş bir ‘toplumsal uzlaşı’ sağlama yanlısı olmak demektir diyelim.
Ki, tam anlamıyla ‘sağcı’ olmak demek de bundan başkası değildir.
İsterseniz yanına ‘vatan/millet’i ekleyin, isterseniz ‘bayrak/ezan’ deyin, ister ‘demokrasinin erdemleri’ni sayın, isterseniz ‘halkımızın feraseti’nin arkasına saklanın ve isterseniz ‘gelenek/görenek/töre’ vb ne tür zırh ve kalkan ya da tül ve perde çekerseniz çekin, en öncelikli amacınız ‘insanın insan tarafından sömürülmesi’ni gizlemek olacaktır.
‘Sermaye’nin gerektiğinde ‘Din’i de alet ederek, toplumun çoğunluğunu baskı ve zulüm altında inletmesine göz yummak demektir.
Şımarık ve çokbilmiş bir edayla, ‘sağ/sol ayırımı bitmiştir’ diyerek kendinize bir paye biçiyor olabilirsiniz.
Ancak cehaletiniz paçanızdan akıyor derler adama.
Ya da zaten sizler, bir ‘sınıf’ın gönüllü ya da paralı fedaileri olduğunuzun ayırdında bile olmayabilirsiniz.
Her koşulda ‘tutucu’ (konservatör) ve ilerleme karşıtısınızdır.
Ve ‘solculuk’un önündeki en önemli engeli oluşturmaktasınız.
Bütün bunları bilerek, içinde bulunulan konjoktür gereği, ‘sermaye’nin azgın saldırıları karşısında gelin ‘güçbirliği’ yapalım dediğimiz olmuştur.
Çünkü, o arada, toplumsal gerçekliği kavrayabilmeniz de mümkün olabilir diyorduk.
Her ne kadar, ‘sağcılık’ın ‘dediğim dedik’ aymazlığında direteceğini öngörebiliyorsak da, bunu aptalca yineleyebileceklerinin bir sonu olabileceğini de ummak istiyorduk.
Ne var ki, ‘sınıf savaşı’ son bulmadıkça bu ‘sağcı mücahitlik’in son bulmayacağı da böylece bir kez daha kanıtlanmış olmaktadır.
Bir yanıt yazın