Diyorduk ki, ‘tam’ ya da ‘gerçek’ demokrasinin, kendisini önünde-sonunda sınırlamayacak bir ‘üretim biçimi’ bulmadan kurulması ‘olası’ ama, ‘radikal demokrasi’ ve benzeri yaklaşımlarla ‘olanaklı’ değildir.
Bu durumda, ister istemez, kimi zaman ‘ütopik’ kimi zaman da ‘hayali’ bir tanımlamaya yöneleceğimiz sanılabilir.
Oysa, başından buyana ‘siyaset’ (la politique) ve ‘politika’ (le politique) arasındaki önemli ayırıma dikkat çekiyoruz.
Çünkü ‘politika’nın, halk diliyle ‘felsefe’nin de ötesinde bir ‘düşünce’ ve denilebilirse ‘düşünülmüş düşünce’ ya da ‘olasının düşünülmesi’ olduğunu belirtmemiz gerekiyor.
Böyle olunca, ‘politika’nın, ‘felsefî düşünce’ ve hatta var olan ‘bilimi’ de aşmayı hedeflediği söylenebilir.
Çünkü, var olan ‘bilimsel bilgi’yi de sorgulayan bir ‘bilimsel düşünce’ olma savındadır.
Örneğin devasa ‘ekonomik güçler’ ya da ‘demokrasi’nin evrenselleği gibi bir alana girildiğinde, her hangi bir ‘siyaset’in belirlenemeyeceği apaçık ortadadır.
O nedenle, ‘politik çözümleme’lerini Laclau-Mouffe gibi belli bir ‘sembolik düzen’e oturtanlar ya da Michel Foucault gibi ‘söylemsel düzen’e oturtanlar olmuştur.
Marx’a yöneltilen eleştiri ise, ‘düşünce’sini ‘bilim’e ya da ‘özsel’e dayandırmış olmasıdır, ki kimi zaman ‘tarih felsefesi’ ve kimi zaman da ‘bilimcilik’le suçlanmış ve o arada kendisinde bir ‘imaginaire’ eksiği olduğu ileri sürülmüştür.
Gerçekten de, ‘Ulusal esprit’, ‘hak/hukuk/adalet’, ‘Halk’ ya da ‘Halk iradesi’ gibi şeyler, ‘siyaset’in çok ötesinde ‘politik düşünce’nin ‘toplumsal imaginaire’ yanını oluşturmaktadırlar.
Bunlar üzerine ‘siyaset’ yapanlar ise, güncel yaşamda olduğu gibi, bir yandan kendilerini ‘karikatür’ konumuna düşürürken, genel anlamda ‘insan’ları da bu kavramlardan soğutmaktadırlar diyebiliriz.
Oysa ‘politik çözümleme’, bir yandan her an ve her yerde karşımıza çıkan olumsuzluklar (négativité) ile onların ortaya çıkmasının iki kere ikinin dört etmesi gibi bir ‘kesinlik’e bağlamak arasında, bir olabilirlilik (contingeance) çözümlemesi yapmak demektir.
İşte ‘imagination’ tam da bu noktada ortaya çıkmaktadır.
Ne var ki, politik çözümleme yapan kişinin, Nasrettin Hoca tipi, bu nerden çıkmış olabilir gibi bir ‘olasılıklar sıralaması’ yapması biçiminde olmayacağı apaçıktır.
Fransız Devrimi sırasında Sièyes’in şu formülünü yeniden anımsatalım:
“Halk (tiers état) nedir? -Her şey (tout)”
“Politik düzeyde bu güne değin ne idi? – Hiç birşey (Rien)”
“Ne istemektedir? -Birşeyler olmak (devenir quelque chose)”
En azından, burada politik çözümlemenin boşluktan (vide) değil ama bir olumsuzluk (négativité) ya da bir yokluk (néant)’tan hareket ettiğini görüyoruz.
Öyle ki, felsefi olarak yokluk değil ama onun kendisini gösterdiği (figure de néant) biçiminden hareket edilmektedir.
Nitekim ‘Devrim’ öncesi bir halk (population) vardır ama kendisini Halk (Peuple) olarak ortaya koyamamıştır.
Sièyes’in bu formülünden hareketle ‘Halk’ın (tiers état) yokluktan apansız ‘herşey’ ya da en azından ‘birşeyler’ olduğu söylenebilir.
Nitekim, kaba bir yaklaşımla, önce ‘Millet Meclisi’, sonra ‘Anayasa Koyucu’ (constituante), sonra ‘Yasa Koyucu’ ve bir ara ‘Terörist’, ardından ‘Cumhuriyet’ olduğunu anımsayalım.
Kuşkusuz kronolojik olarak, Bonapartist ve İmparatorluk, sonra Restoratör ve ardından Meşrutiyet, sonra tekrar İmparatorluk ve ardından Komünist olduğu da eklenebilir.
Öyleyse, bu seksen yıllık kısa tarihinde, Fransa’nın ne ‘etik ve moral’ açısından ‘iyi ve kötü’ ne ‘estetik’ bakımından ‘güzel ve çirkin’ ve ne de ekonomik bakımdan ‘rantabl ve rantabl olmayan’ ayırımı yapmayan bir ‘politika’ izlediği söylenebilir mi?
İşte bu nedenle, ‘politika’nın ‘özsel’ bir temeli olması gerektiğini, onun ötesindeki ‘amaç ve hedefler’ için üretilen ‘araçlar’a da ancak ‘siyaset’ (la politique) denilebileceğinin altını bir kez daha çizelim.
Nitekim, ‘dinsel kurallar’ı kendi ‘politika’larının temeline koyduklarını söyleyenler de, ‘politika’dan çok ‘siyaset’ yaptıklarının belki ayırdında olmayabilirler.
Oysa hiçbir ‘Din’in, Tanrı dışında kimseye ‘itaat’, etik ve moral açısından ‘kötü’, estetik bakımdan ‘çirkin’ ve ekonomik bakımdan ‘rantabl olmayan’ı ‘kural’ olarak koyduğu ileri sürülemez.
Kaldı ki, ‘politika’ insanın Tanrı ile olan ilişkileri üzerine değil ama, insanın insan ve toplumla olan ilişkileri üzerine üretilen bir ‘düşünce’ olup, ‘inanç’ı ta başından kendi alanı dışında tutmaktadır.
Yani Din, paylaşılan bir ‘inanç’ olarak görülmesine karşın ne felsefe ve ne de bilim tarafından kesinlikle bir ‘özsel gerçeklik’ olarak ele alınmamıştır.
Oysa ‘siyaset’, neredeyse tüm tarihsel süreç boyunca ‘Din’e yaslanmak ve ondan yararlanmak yolunu seçmiştir.
Nitekim Vatan, Bayrak vb ‘ulusal değerler’i ‘mutlak saygı’yı (respect absolu) hakkeden değerler olarak değil ama ‘kutsal değerler’ olarak görmeyi dayatmaktadır.
Kaldı ki, bu tür mutlak saygıyı hakkeden şeyler, birey’i aşkın olsa bile toplumu (ilgili Halk ya da Ulusu) aşkın olmadıkları gibi ancak ve sadece onu sembolize eden şeyler olabilirler.
Halksız bir vatan düşünülemeyeceğine göre onun kendisine içkin bir ‘kutsallık’ı da sözkonusu olmayacaktır.
Olsa olsa kimi sapkın ‘siyaset’ler için ‘hasredilmiş topraklar’ söylencesine benzer bir ‘kutsallık’tan sözedilebilir.
Ki bu konu, zaten bu yazı dizisinin dışında tutulmaktadır.
Son olarak, Mustafa Kemal’in tanımladığı ‘Halk’ın, yani “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran” halkın, ‘Cumhuriyet’i olduğu kadar bizzat kendi kendisini ‘kurduğu’ da söylenebilir.
Ve burada, ‘Halk’ın ‘Türk milleti’ olmasının ‘siyaset’in değil ama ‘politika’nın konusu olması gerektiğini ileri süreceğiz.
Çünkü, örneğin ‘Türk Halkı’nı diğer ‘halk’lar lehi ya da aleyhine bir yerlere koyarak yapılacak bir ‘siyasi çözümleme’, kendisini, kimi ‘ampirik saptama’lara dayandıracak ve dolayısıyla bir ‘eleştirel yoksunluk’ içine düşebilecektir.
Oysa ‘politik çözümleme’nin, çoğu kez felsefe ve bilim dahil (ama sıklıkla yanlış anlaşılan) bir ‘eleştirel bakış’la birlikte yürüdüğünü belirtelim.
(Bitti)