Onbeşinci sayısına geldiğimiz ‘Halkçılık Tipleri’ yazı dizimizi, çeşitli ülke uygulamalarını da ekleyerek yüzelli ve hatta binbeşyüzüncü sayıya ulaştırmamız mümkündür.
Öyle ki, örneğin ‘seçim sosyolojileri’ ve ‘politika bilimi’ araçlarıyla ilgili ‘Halk’lara sunulan ‘yükselen değerler’e ve oradan bu ‘yeni değerler’ aracılığıyla, ‘politik yaşam’ ve ‘yaşam koşulları’ tanımlamasına ve o arada ‘politik kurumlar’ı karakterize edecek olan ‘tip’ ve ‘model’lere ulaşmak mümkündür.
Pierre Rosanvallon’un deyimiyle (*) ‘başı sonu belli olmayan bir envanter’ (inventaire à la Prévert) çıkarmak mümkündür, ki genelde yapılan çalışmaların tümüne yakını bu yöndedir.
Dahası, adı ilk kez ‘Bakan’ olarak anıldığı andan itibaren ‘Avarel tip’ olduğunu saptadığımız kişinin Türkiye’de güncelleştirdiği ‘heterodoks’ bir yaklaşımla yapılan bu ‘hétéroklit sıralama ve sınıflandırmalar’dan olsa olsa bir ‘Halkçılık kataloğu’ çıkarılabileceği açıktır.
Oysa, geçen sayımızda andığımız ‘Meşruiyet’ (légitimation) halkçılığının, medernite süreçlerinin ‘kriz dönemleri’nde ve kapitalizmin sanayi, teknik, iletişim ve bilişim gibi ‘süreç’lerinden birinden diğerine geçiş dönemlerine göre biçimlendiğine dikkat çekmiştik.
Öyle ki, bu geçiş ve ‘dönüşüm’ dönemlerinde, kimi kavramların ‘belirsizleştiği’, ‘bulanıklaştığı’ ve hatta ‘anlamını yitirdiği’ bile olmuştur.
Sosyolojik olarak ‘biz ve onlar’ derken, ‘biz’im kim olduğumuz ve dahası ‘kendimizi kaybettiğimiz’ bile söylenebilir.
Nitekim Rosanvallon ve ekip arkadaşlarının üzerinde yoğulaştıkları konunun ‘kaybolan Fransız toplumunu’ (La société française illisible) bulmaya çalışmak olmuştur desek abartmış olmayız.
Peki ama aynı sorun ‘Türk toplumu’ için de ileri sürülemez mi?
Köydeki çobandan üniversitedeki akademisyene değin, bugün ‘biz niye böyle olduk?’ diye sormayan kaldı mı dersiniz?
Oysa, sadece Türkiye’de değil ama dünya genelinde insanların ‘beklenti’leri, ‘korku’ları, ‘duygu’ ve ‘öfke’leri de ‘yer değiştirmiş’ ve dolayısıyla daha önceki yüzyılların ‘Halk’ ve ‘Ulus’ tanımları da ‘belirsiz’leşmiş ya da ‘görünmez’ olmuştur denilebilir.
Böyle olunca, ister istemez ‘sağ/sol ayırımı’na dayanan bölüşüm sorunları olduğu kadar, ‘istikrar’ ve ‘üretim’ temelli yaklaşımlar da ‘söylem’ düzeyinde kalmanın ötesine geçememiştir.
Öyle ki, bu tür ‘söylem’lerde direnen ‘politik sınıf’ ve dolayısıyla ‘siyasal parti’ler ile ‘Halk’ arasındaki gedik de alabildiğine açılmıştır.
Madem öyle, kimi siyasal partilerin ‘oy çoklaştırması’ nasıl açıklanabilir diye sorulabilir.
İşte, ‘toplumsal çatışmaların kurumsallaşması’ denilen ‘modern-ötesi’ bir konumlanış sözkonusu olmuştur denilebilir.
Öyleyse, başından buyana yinelediğimiz üzere, öylesine zor bir çaba içerisindeyiz ki, kavramsallaştıracağımız yeni ‘Halkçılık’ anlayışı salt ‘bilimsel bir kavram’ niteliği kazanmasından öte, bir ‘siyasal parti’nin ‘örgütlenme’ ve ‘program’ının da temelinde yer alabilsin isteriz.
Bu iş ‘bize mi kalmış?’ diye sorulacak olursa, bilim yaptığını ileri süren her ‘akademisyen’ ile ‘siyaset’ yaptığını sanan her ‘siyasetçi’den daha fazla bize kalmıştır diyeceğiz.
Her şeyden önce ‘Halk biziz’ dememiz yeterlidir.
Sorun öncelikle ‘kendimizi bulmak’tan geçmektedir diye de ekleyebiliriz.
(Sürecek)
(*) Pierre Rosanvallon, LE SIECLE DU POPULISME (Histiore/ Théorie/Critique), Editions du Seuil, 2020