HALKÇILIK TİPLERİ (4)

            Henüz içinden çıkamadığımız ‘seçim yenilgisi psikolojisi’nin çıkarımlarından biri de ‘tencere-tava tezi’nin geçersizliğini  ilan etmek oldu.

            Bu kolaycı yaklaşımın anti-tezi ise, kanımızca, ’politik mücadele’nin yeni biçimlerini yeniden düşünmek olabilirdi.

            Tam da bu nedenle, dünya genelinde yerilen ‘popülizm’ tanımı veya Türkiye’deki ‘halkçılık’ anlayışının felsefî çözümlemesine girişmiş bulunuyoruz.

            Kuşkusuz herkes için değil; çünkü Türkiye’deki ‘halk’ın ve özellikle son AKP iktidarının ‘yetiştidiği gençlik’ ve ‘beslesdiği kesimler’in yüzüncü yılını anmaya hazırlandığımız Cuhuriyet’e ilişkin ya hiçbir şey bilmedikleri ya da tamamen yanlış şeyler öğretildiği bir toplumla karşı karşıya olduğumuzu biliyoruz.

            Çokbilmişlerimize gelince; ‘Millet’ tanımında yeralıp da unutulan “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran halk” deyimindeki ‘Halk’ kavramı üzerinde zerre-i miskal kadar düşünmediklerini ileri sürebiliriz.

            Oysa yeri geldiğinde, ‘halka rağmen’ hiçbir şeyin yapılamayacağı tezi bir ‘ezber’ olarak sıklıkla yinelenmektedir.

Peki ama o’na karşın hiçbir şey yapılamayan bu ‘halk’ı salt ‘tencere-tava’nın tutsağı olarak görmek mümkün olabilir mi?

O arada, ‘solculuk’ ve giderek ‘marksizm’i sadece ancak bu sığ ‘ekonomizm’le eşleştirmekten fazlasını bilmeyen ‘yarı-aydın’larımızın ‘bir tavaya kulp’ olamayacaklarını da belirterek geçelim.

Çünkü ‘halkçılık’ı yeniden-düşünmek demek, ‘demokratik mücadele’nin ‘öz’ünün ‘halk mücadelesi’ olduğu ve bunun sadece ‘ekmek kavgası’ olmayıp en az onun kadar önemli ‘eşitlik ve özgürlük mücadelesi’ olduğunu yeniden-düşünmek demektir.

Denildiği üzere ‘çağının çağdaşı’ bir yaklaşımla ele almak demektir.

Burada, liberal, demokrat veya benzeri herhangi bir sıfat kullanarak ‘tencere-tava tıngırdakmak özgürlüğü’nü yeterli görenlerden ayrılmak durumundayız.

Ve toplumsal  ‘çelişki ve çatışma’nın, ‘ekmek, tencere ve tava’dan çok daha derin bir içeriğinin olduğunu ve bunun “hiç kimse tarafından hiç kimseye ilim icabıdır; görüşme ile, münakaşa ile verilme(yip). (…) kuvvetle; kudretle ve zorla alın(dığı)”nı anımsatmak durumundayız.

            Her ne kadar, yukarıda anılan paragrafta bir halkın ‘egemenliği’ sözkonusu edilmiş ise de, ‘egemen’ olmayan bir topluluğa ‘halk’ denilemeyeceği de bir başka gerçekliktir diyeceğiz.

            Ki, çok daha genel olarak ‘özgürlük’ ve ‘egemenlik’in, yabancı dillerde ‘émancipation’ terimiyle karşılandığını ve bizim de ‘halkın rüştünü ispat etmesi’ biçimde çevirip anlamaktan yana olduğunumuzu anımsatalım.

            Ve bir halkın ‘rüştünü ispat etmesi’nin “ilim icabıdır (diye); görüşme ile, münakaşa ile” olmadığının altını bir kez daha çizelim.

            Bununla birlikte bir ‘halk’ın, egemenliğini ve dolayısıyla özgürlük ve eşitliğini ‘kuvvet, kudret ve zorla’ aldıktan sonra, ‘demokratik mücadelenin zaferi’ olarak tescillenmek durumunda  olduğunu belirtmek durumundayız.

            Bir başka deyişle, ‘demokrasi’ istenen değil ama gerçekleştirilebilen bir süreçtir diyeceğiz.

            Nitekim yirminci yüzyılın başında yaşanan ve tümüne yakın çoğunluğunun, ‘Milli Demokratik Devrim’ler olarak anılmalarına karşın, hiçbirinin bilimsel bir gereklilik olarak ‘görüşme ve tartışma’lar sonucunda değil “kuvvetle; kudretle ve zorla” yapılmış olduğunu yineleyelim.

            Böylece bir halkın ‘demokratik mücadele’sinin ‘sandık’ ve ya da ‘tencere-tava tıngırdatmak’ olmadığını ve dolayısıyla sadece ‘demokrat’ olmanın ‘halkçı’ olmak için yeterli olmadığını belirtelim.

            (Sürecek)


Yazıları posta kutunda oku


Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir