Bütün yeni ‘halkçılık tipleri’nin 1980’li yıllardan itibaren yeniden canlandırıldığını söyleyecek olursak abartmış olmayacağız.
Nitekim daha sonraki yıllarda SSCB’nin dağılması ve ‘ideolojilerin sonu’nun ilan edilmesiyle yeni boyutlar kazandırılmak istendiği de bir gerçekliktir.
Geçerken Türkiye’de 12 Eylül’ün Türkiye’ye özgü ve geçici bir an olarak değerlendirilme girişimlerinin de dünyadan kopuk ‘dar bir pencere’den bakıştan başka bir anlama gelmeyeceğinin altını çizelim.
İşte tüm alanlarda olduğu gibi felsefede de ‘post-modern’ anlayış arayışları bu döneme dek gelecektir.
Ki, henüz kuramına ulaşılamayan ve dolayısıyla belli başlı filozofların görüş ve savlarından ibaret olan bir ‘post-modern’ anlayışlar dizesiyle karşı karşıya olduğumuz söylenebilir.
Hemen hemen tümünün, pek ayırdında olmadan kullandığımız ‘usculuk’ (rationalisme)’un reddine dayandıklarını, ancak toplumsal nesnelliği açıklamada her söylemin bir diğerine göre konumlandığı ama birinin diğerini aşmadığı yani gidimli (discursive) bir yapılanma oluşturdukları görülmektedir.
[Geçerken ileri geri kullanılan ‘söylem’in de ancak ve sadece bu bağlamda anlamlı olduğunu belirtelim]
Gramsci’nin ‘hegemonya’ kavramının Laclau-Mouffe’unkine nasıl eklemlendiği buna bir örnek olarak gösterilebilir.
Bununla birlikte halkçılığın tarihini 19ncu yüzyılın ikinci yarısına değin götürmek de mümkündür.
Nitekim Marx, Felsefenin Sefaleti’nde, ‘kendinde’ (en soi) emekçi sınıfların ‘kendi için’ (pour soi) aşamasına geçmesi yani ‘uyanma’, ‘aydınlanma’ ya da ‘bilinçlenme’ yoluyla kendi iktidarını kuracağını ileri sürmüştü.
Ve bunun ‘ekonomik temel’ tarafından otomatikman gerçekleşebileceğini kuramlaştırmaya çalışmıştı.
Marx’tan yetmiş yıl sonra, Gramsci, bir toplumsal gücün bütüncül bir temsiliyeti üstlenme ilişkisi olarak ‘hegemonya’ kavramını geliştirerek Marx’ın ‘ekonomizm’ çıkmazının ‘ideolojik yaratıcılık’ kavramıyla aşılabileceğini ileri sürdü.
Ardından, 1960’larda bir üst-yapı bileşeni olarak ‘politikanın özerkliği’ yaklaşımına gelinmiş oldu.
1970’lerin sonuna gelindiğinde ise, Ernesto Laclau ‘popülizmin politik kuramı’nı kurmaya başladığı Politics and Ideology in Marxist Theory. Capitalism, Fascism, Populism (1977) çalışmasını yayınladı.
Otuz yıldan fazla bir süre ve Chantal Mouffe’la birlikte çalışarak 2005’lerde Popülist Akıl başlıklı çalışmasıyla popülist kuramı sistemleştirmeye çabaladı.
Demek oluyor ki popülizm ve Türkçesiyle ‘Halkçılık’ anlayışını kesin kalıplar içine sokmak kavramı dondurmaktan başka bir işe yaramayacağı gibi, toplumsal/demokratik mücadeleye katkısını da sınırlayacaktır.
Oysa popülizm, toplumsal çatışmanın doğurduğu bir politik biçim olarak ele alınıp, genel bir politik antroplojinin sistemleştirmesi ve giderek yeni bir demokrasi kavramsallaştırılması için de kullanılabilir.
Böylece, halkçılık, örneğin CHP ya da herhangi bir siyasal partinin sadece ‘ilke’lerinden biri olarak değil ama çağdaş bir ‘domokrasi’ anlayışının temellendirilmesi için de kullanılabilir diyeceğiz.
Örneğin, günlük yaşamda kimi dürüst insanlar için ‘demokrat’tır demek yerine iyi bir ‘halkçı’dır denildiğini düşünelim.
Böylece ‘halkçılık’ kavramının düşünce dünyamızı nasıl ‘değiştirdiği’ni görebileceğiz.
Kuşkusuz bu yazı dizimizde böylesi bir amacımızın olduğunu söyleyemeyiz.
Bununla birlikte, en azından çağdaş filozoflarca yarışan ve yerine göre çatışan halkçılık anlayışlarına değinerek, hiç değilse düşün dünyamıza bir katkı sağlamaya çalışacağız.
(Sürecek)
Bir yanıt yazın