Sıradan çeviri yoluyla yabacı dillerdeki ‘popülizm’ terimi ‘halkçılık’ olarak çevrilebilir, ki zaten genel olarak böyle çevrilmektedir.
Ancak zamanla ‘popülizm’in ‘halk dalkavukluğu’ biçiminde yorumlanması sözkonusu olmuş ve bugün de ‘popülizm’ çoğunlukla aşağılayıcı bir anlama gelecek biçimde kullanılır olmuştur.
Ta ki, Arjantin kökenli İngiliz Ernesto Laclau ve Belçikalı Chantal Mouffe’un geliştirdikleri ‘popülizm’ ve ‘hegemonya’ kavramlarına kadar…
Öyle ki, onların ‘hegemonya’ kavramı da, kavramın ortaya koyucusu İtalyan Antonio Gramsci’ninken farklıdır.
Ne var ki, Türkiye’de ne kadar ayrıntısına inilmektedir bilemem ama bana göre ‘popülizm’ veya ‘hegemonya’ kavramlarının her ikisi de gelişigüzel olarak kullanılmaktadır.
Örneğin, bu yazıda, Kemal Kılıçdaroğlu’nun son seçimlerde uygulamaya çalıştığı ‘demokratik uzlaşı’yı, Laclau-Mouffe’un önerdikleri ‘popülizm’ kavramına benzetmek, bugün için pek önemsenmeyecek olsa da, ileride Türkiye’nin siyasal tarihini yazacaklar için bir örnek oluşturabileceğini söyleyeceğim.
Kuşkusuz, Kılıçdaroğlu’nun şimdi ayrışan ‘yakın ekibi’ veya ‘ezeli rakip’leriyle CHP dışında ‘siyaset’ (la politique) yapan ve oyuncularının yerlerinden zıplayacaklarını biliyorum.
Bu aşamada Kılıçdaroğlu dahil onların hiçbiriyle uğraşacak değilim.
Bu yazıda, yukarıda adları anılan filozofların ‘politik’ görüş ve önerilerini ele almaya çalışacağım.
Ki, seçimler öncesi başladığım yazı dizisini kaldığı yerden sürdürmeye çabalayacağım da denilebilir.
Çünkü bu filozofların görüşleri, İspanya’da PODEMOS, Fransa’da İNSOUMISE, Yunanistan’da SYRZA hareketlerinin esin kaynağı olarak görülmektedir.
Her üç hareket de ne kadar ‘başarılı’ idiyse Kılıçdaroğlu da o kadar ‘başarılı’ olmuştur denilip geçilebilir.
Diğer ülkeleri bilemem ama Türkiye’deki başarısızlık, ‘siyaset’in ‘politika’ya baskın gelmesi sonucunda gerçekleşmiştir diyeceğim.
Laclau-Mouffe tezlerine dönülecek olursa, Mouffe’un ‘Toplumsal uzlaşı’yı ‘yanılsama’ olarak gördüğü çalışmasında (L’Illusion de consensus), ‘politika’yı insan toplumlarında varolan ‘çelişki’nin ‘çatışma boyutu’ olarak tanımlamaktadır.
Yani tüm toplumlarda ‘ussal’ ve ‘evrensel’ bir ‘uzlaşı’nın olmayacağı baştan varsayılmaktadır.
Öte yandan, tüm toplumsal yapılarda ‘uzlaşmaz çelişki’ olduğunu savlayan görüşe karşıt olarak, ‘çelişki’nin en azından günümüzde ‘uzlaşılabilir’ olduğu gösterilmeye çalışılmaktadır.
Bir başka boyutuyla, faşizm ideolojisindeki dost/düşman ayırımı yerine Biz ve Onlar ayırımının konulduğu da söylenebilir.
Böylece ‘uzlaşmazlık’ta karşı tarafı ‘yoketmek’ sözkonusu iken, bu kurama göre ‘mücadele ile yola getirmek’ sözkonusu olmaktadır. (Antagonisme yerine Agonisme)
Oysa Türkiye’de ‘taraf olmayan bertaraf olur’ anlayışının egemen olduğu bilinmekte ve açıkca uygulandığı görülmektedir.
Gerçekten de, tüm ‘siyaset’ler belli bir ‘politika’ya dayanmaktadır, çünkü ‘politika’ toplumsal yasamın özüdür (essence).
Ve belli bir toplumsal ‘ayrışma’ya dayanmaktadır.
Ancak ‘totaliter’ rejimlerde ayrışma ‘keskin’ olduğu için uygulanan politikalar da ‘keskin’ olmaktadır.
Tam da bu nedenle, yazarımıza göre bütün rejimlerde uygulanabilecek bir ‘popülizm’ tezi ortaya atılacaktır.
Öyle ki, sosyalizm stratejisi olarak kullanılabilecek bir ‘halkçılık’ kuramı bile sözkonusu olabilecektir.
İşte İspanya, Fransa ve Yunanistan’daki politik hareketlerin ‘demokratik’ olduğu kadar ‘sosyalist’ renkler taşıyor olmaları tam da bu nedenlidir.
Çünkü Laclau’ya göre, farklı çıkarlara sahip politik özneler ‘ortak eylem’de biraraya gelebilmektedirler.
Böylece Türkiye’deki ‘ittifak’ arayışlarının özgül koşullar gereği değil ama belli bir ‘halkçılık’ anlayışının gereği olduğu bile söylenebilecektir.
(Sürecek)