‘Milliyetçilik’ başlıklı yazımızda ‘Halk’ ve ‘Millet’ terimlerinin ortaya çıkışı arasında beş-altı yüzyıldan fazla bir zaman dilimi olduğu söylemiştik.
Nitekim ‘Halk’ terimi yani Fransızcasıyla ‘peuplade’, kont, dük, prens ya da kralın yönettiği insan kitlesi idi, ki onikinci yüzyıldan itibaren kullanılmaya başlanmıştı.
‘Millet’ ya da ‘Ulus’ ise, ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında, yani 1850’lerden itibaren kullanılmaya başlanmıştır.
Burada etimolojik olduğu kadar epistemolojik bir çözümleme yapmayı deneyecek olursak, Mustafa Kemal’in o bildik formülasyonundan başlayabiliriz.
“Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir” sözünü duymuşsunuzdur.
‘Duymuş’ derken henüz ‘algı’ aşamasında olunduğuna işraret ettiğimizi, oysa sözün ‘anlaşılma’ aşamasına geçmek için çaba göstermek gerektiğini belirtelim.
‘Basitten karmaşığa’ denilen bir yöntemle adım adım ne demek istediğimizi açıklamaya çalışalım.
Alfabenin üçüncü harfi olan C ile yirmidördüncü harfi olan T’nin bir başlarına sıradan iki harf olduğu halde, T.C. biçiminde sunulması halinde ‘Türkiye Cumhuriyeti’nin göstergesini oluşturup artık ona bir ‘anlam’ yüklenmiş olduğu söylenebilecektir.
Şimdi yukarıda anılan tümceyi yeniden ele aldığımızda, ‘Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran ‘Türkiye halkı’ ile ‘Türk Milleti’ de, eğer her ikisi birden ‘egemenlik’ kavramıyla yüklenmemiş ise, tıpkı T.C’yi oluşturan T ve C harfleri gibi sıradan ‘gösterge’ler olmanın ötesine geçemeyeceklerdir.
Böylece ‘Halkçılık’ ve ‘Milliyetçilik’ söylemlerine, eğer çağın gereği olan bir ‘içerik’ yüklenmemiş ise, yani toplumsal (sosyal) ya da siyasal (politik) bir ‘özgüllük’ kazandırılmalmış ise, toplumsal ve siyasal temsiliyet bakımından bir işlevlerinin olmayıp felsefî anlamda da ‘boş’ birer önerme olmanın ötesine geçemeyecekleri söylenebilir.
Bir başka deyişle, bilimsel olarak ‘anlamlı’ (signifiant) olabilmeleri için, diyelim politik alanda ya ‘sınıfsal’ bir temele otutulmuş olmaları ya da örneğin demokrasi-dışı ‘siyasal rejim’lerde olduğu gibi ‘halk ve diktatörlük’, ‘millet ve oligarşi’ ya da ‘ulus ve devlet’ ikilemlerinde yer alan diktatörlük, oligarşi ya da devletin karşısında yani ‘muhalif’’ bir temele oturtulmuş olmaları gerekmeketdir.
Ki, ilk ortaya çıkışında ‘Sivil Toplum’/ ‘Politik Toplum’ ayırımında bugünkü anlamından çok daha ileride olan ‘Sivil toplum’ tanımı, tam da bu ‘Politik Toplum’ yani ‘Devlet’e muhalefet etmeyi dillendirmek amacıyla ortaya atılmıştı.
Öte yandan, ‘Egemenlik kayıtsız koşulsuz Devlet’in değil ama ‘Millet’indir’, denildiğinde, yine kutsiyet devlete değil ama ‘millet’e yüklenmiş değil midir?
Öyleyse ‘Devlet’le bütünleşmiş bir ‘Halkçılık’ ve ne de ‘Milliyetçilik’ten sözedilmesinin bilimsel olarak bir karşılığının olmaması gerekmektedir.
Ki, burada, benim için artık bıkkınlık veren ‘Ulus-Devlet’ kavramının da boş değil ama bomboş bir kavram olduğunu yinelemek durumundayım.
Ancak, tarihsel, toplumsal ve politik anlamda ‘kuruluş’ aşamasında, yinelenen bir sava dikkat çekmenin tam yeridir.
Deniliyordu ki, Millet ya da Ulus’un tarihsel, toplumsal ve politik anlamda ortaya çıkması ancak onun ‘Devlet’ tarafından ‘inşa’ edilmesiyle mümkün olabilmiştir.
Oysa, örneğin görüşlerini ayrıntısıyla ele almayı sürdürdüğümüz Ernesto Laclau ve onunla birlikte en çok anılan yazar olarak Chantal Mouffe’a göre, günümüzde Devlet’in ‘Ulus’u değil ama ‘Halk’ı inşa etmeye çalıştığı söylenmektedir: (Construire le peuple) (*).
Dikkat edilirse, uzun süredir ileri sürülen ‘Devlet’in ulusu inşa etmesi’nden bir anlmada ‘halkı inşa etmesi’ne gelinmiştir denilebilir.
Ki, bu ‘halk’ın Eski Yunan’dan buyana söylenegelen Demos değil ama çok daha farklı bir ‘şey’ olduğu apaçıktır.
Dolayısıyla, ‘demos’a dayanan ‘Demokrasi’ kavramı da bir anlamda altüst olacak demektir.
Ve ‘demos’a dayanmayan ve dolayısıyla ‘demokratik’ olmayacağı apaçık olan bu yeni ‘Devlet’in ‘iki temel politika’sı sözkonusu olabilecektir: biri ‘birleştirici’ ve diğeri ‘ayrıştıcı’ ya da ‘düşman görücü’…
Kuşkusuz, bizim ‘politika’ terimiyle dillendirdiğimiz ve ‘siyaset’in çok ötesinde bir anlam yüklediğimiz ‘olgu’ bakımından ‘Devlet’in, ne ‘birleştirici’ ve ne de asıl sahibi olan egemenliği ‘Ulus’ ya da ‘Halk’a bırakma niyet ve çabasında olmadığı da, her geçen gün belirginleşmekte değil midir?
Türkiye özelinde gördüğümüz gibi toplumu ayrıştırıcı ve düşman kamplara bölücü bir çaba ve uygulama içindedir.
Ve onun kurmak istediği, gerçekte ‘Halk’ değil ama incelemekte olduğumuz yazarların ‘Bağımlı kesimler’ (subalterne) dediği ‘egemenlik’ anlayışına tamamen yabancı kesimlerdir.
Eğer böyleyse, varlığı ve varlığını sürdürmesi, ancak ve sadece egemenliğini gaspettiği kesimlere dayanan, otoriter, totaliter, diktatoryal vb adına ne denirse densin bir ‘Devlet’in, nasıl olup da kendilerini ‘milliyetçi’ olarak tanımlayan kesimler tarafından destekleniyor olması da ayrı bir inceleme konusu oluşturmaktadır.
Ya bunlar ‘Milliyetçi’ değillerdir ya da ‘Millîyetçilik’in ne olduğunu bilmemektedirler.
Demek ki, ‘Devlet’ denilen bu ‘hegemon blok’un ne ‘Millet’ ya da ‘Ulus’ yaratma gibi bir çabası ve ne de yaratılan ya da ‘kurulan’ kesimlerin ‘Millet’ ya da ‘Ulus’ kavramlarının gerçekliğiyle bir ilişiği kalmıştır.
Bunları ‘bağımlı kesimler’ olarak yani ‘subalterne’ kesimler olarak tanımlamak, en azından şu aşamada ussal görünmketedir.
Ancak bu konuyu giderek derinleştirmek arzusunda olduğumuzu da ayrıca belirtelim.
(*) Mouffe Chantal et Inigo Errejón, Construire un peuple. Pour une radicalisation de la démocratie (2015), trad. François Delprat, Paris, Les Éditions du Cerf, 2017