Seçimlerin ardından öylesine bir ‘eleştiri yağmuru’ başlatıldı ki, kimin neyi ve niye eleştiridiğini anlamakta zorlanıyorum desem yalan olmaz.
Kuşkusuz eleştirlerin çoğu ‘muhalefet kanadı’nın kendi içinde ve kendi yöneticilerine yönelik olarak yapılmakta.
Ve baş sorumlu olarak ‘muhalefet lideri’ Kemal Kılıçdaroğlu tutulmaktadır.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun, zaten seçim vaatlerinden biri olan en çok beni eleştireceksiniz ve her bakımdan eleştireceksiniz sözüne sadık kalarak henüz bir yanıt vermediğini görüyoruz.
Peki ama Nasreddin Hoca’nın dediği gibi ‘hırsızın hiç mi suçu yok?’ diye sormak gerekmez mi?
Öncelikle ‘eleştirmek’ ile ‘mahkûm etmek’ arasında bir ayırım yapmak gerektiğini anımsatalım.
Yani hem suçlayıp ve hem de suçun cezasını kesmek gibi bir alışkanlığı ‘eleştiri’ sanmak yanılgısına düşmemek gerektiğinin altını çizelim.
Ki, gerek CHP ve Kemal Kılıçdaroğlu ve gerekse diğer muhalefet parti ve yöneticilerine yönelik sözde ‘eleştiri’lerin çoğu bu niteliktedirler.
Oysa, örneğin benim CHP ve Kemal Kılıçdaroğlu’na yönelttiğim eleştiriler hem yıllar öncesine dayanmakta ve hem de ‘yapılanlar’dan çok ‘yapılamayanlar’ üzerine yoğunlaşmakta idi.
Ve bugün gelinen aşamada ‘yapılanlar’ı eleştirmenin, kanımca ne gereği ve ne de yararı olduğu görüşündeyim.
O bilinen sözle, artık ‘olan olmuştur’…
Ancak ‘yapılamayanlar’ın yeni dönemde yinelenmemesi için uyarmak da bir ‘eleştiri’ biçimi olabilir.
Yine Nasreddin Hoca’dan öğrendiğimize göre, tokatı testi kırılmadan önce atmak gerekmektedir, ki bir yararı ola.
Testi kırıldıktan sonra eleştiri yapılsa ne olur yapılmasa ne?
Öte yandan kimi sözde eleştrimenin yaptıklarını ‘eleştiri’ olarak değil ama doğrudan ‘mahkûm etmek’ biçimde değerlendirmek gerekmektedir ki yine ‘eleştiri’den beklenen yarar elde edilmeyebilir.
Dahası ‘muhalefetten kopuş’a yol açarak çok daha zararlı bir biçime de dönüşebilir.
Nitekim şu günlerde ‘muhalefet cephesi’nin içinde bulunduğu ‘ruh hali’ benzer bir görünüm vermektedir.
O arada ‘iktidar bloku’nun yaptıkları da ya görmezden gelinmekte veya muhalefete kızgınlık dolayısla ‘oh olsun’ biçiminde hoş görülebilmektedir.
Bu durumun Türkiye için bir ‘çıkış yolu’ bulunmasına engel olacağını söylemek bile fazla değil midir?
Oysa dokuz ay sonra yapılacak ‘yerel seçimler’ için hazırlanmak kadar dokuz hafta içinde ‘iktidar bloku’nun nasıl altedilebileceği üzerine de çalışmak gerekir diye düşünüyorum.
Hiç ölmeyecek gibi bu dünya için çalışmak kadar yarın ölebilecek gibi öbür dünya için çalışmak da gerekir denilmiyor muydu?
Yani yerel seçimlere hazırlanmak kadar ve belki ondan da çok dafa fazlasıyla iktidarı sallamak için çalışmak gerekmez mi?
Peki ama kimlerle birlikte diye sorulacak olursa; onunla olmaz bununla olmaz diyerek muhalefet cephesinin kendi içinde çekişmesiyle olmayacağı apaçıktır.
O nedele özellikle kendilerince sert eleştiri yönelten ya da ben demiştim diyen çokbilmişlerin öncelikle neyi ve niye eleştirdiklerini bir kez daha düşünmeleri gerekir diye düşünüyorum.
Amacınız ‘iktidar bloku’nu devirmek mi yoksa ‘muhalefet bloku’nu dağıtmak mı olduğu konusunda bir netliğe kavuşmanız gerekmektedir.
Nasreddin Hoca’yla başlamıştık, onunla bitirelim isterseniz:
Nasreddin Hoca bir dul kadınla evlenir. Nikâhtan bir hafta sonra kadın doğum yapar. Hoca hemen çocuğun yanına bir defter ve bir kalem koyar. Komşular bu ne iş Hoca, çocuk kağıt kalemi ne yapacak diye hayretle sorunca, Hoca şöyle yanıtlar:
– Eğer bu çocuk dokuz aylık yolu bir haftada aldıysa, iki güne kalmaz okuma- yazmaya başlar.
Yerel seçimlere dokuz ay varken önümüzdeki günlerde okuma-yazmaya başlama hazırlığı yapılsın demek istemem, Hoca’nın doğum yapan eşini kim hamile bıraktı diye sorulmasından yanayım.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun onca seçim boyunca Hoca’nın saflığıyla hareket ettiğini bilsek bile, tam da çocuğun babasını keşfettiği günlere gelmişken onun ‘hesap sorma’ kararlılığına destek vermek gerektiğini düşünüyorum.
Eğer eleştirilecekse bundan sonraki eylemlerinin eleştirilmesi çok daha ‘yapıcı’ olmayacak mıdır?
Yazıları posta kutunda oku