Seneler öncesinde bir eğitim için Almanya ya gitmiştim. Almanya, o tarihte 1970 de, bana 1945 de otoriter bir demokrasi adı altında Eylül 1939 tarihinde Polonya’yı işgal ederek başlattığı dünya harbinden mağlup çıkmalarına rağmen, sanayide gelmiş oldukları seviyeyi kıskanmadım desem, yalan olur.
Bu ülke Nisan 1940 da Danimarka’yı, aynı yıl Norveç’i, Mayıs 1940 da Belçika’yı aynı yıl Hollanda’yı, Lüksemburg’u ve Fransa’yı işgal etmişti. Nisan 1941 de Yugoslavya’ya ve Yunanistan’a girmişti. Bu işgallerin altında başka nedenler aramak gerek. 1933 de iktidara gelen ADOLPH HİTLER ekonomiyi düzeltme adına otoyollar yapımı ile bir hedefe doğru yönelmişti.
Hittler’in hedefleri içinde askeri yatırımlar da büyük bir ivme kazandı. Önemli bazı teşkilatlanmaya imza koyan Hittler, istihbarat örgütünün başına Reihnard Gehlen ve Nazi Paramiliter örgütünün başına Heinrich Himmler’i koyması sonrasında, ülkede Polis Gücü etkin hale gelmişti. Bu dönemde Almanya Polis Devleti olarak yollarda, parklarda, evlerde, kahvehanelerde Yahudi avına başlamıştı. Ülkenin her bir köşesinde gizli polis baskısı, ülkeyi belirsiz bir uçuruma doğru yol almaktaydı. Yahudilerin toplanma kamplarında ölüme mahkum edilmesi de bu dönemde insanlık ayıbı idi.
Almanya’da Überlingen adlı bir kasabada bir otelde kalmıştım. Aslında aile işletmesi olarak çalışan bir düzeni vardı otelin. Otelde mutfak alış verişini otelin sahibi yapmakta, aynı zamanda bahçenin bahçıvanı olarak çalışmaktaydı. Oteldeki odaların temizliğinden otel sahibinin kızı sorumlu idi, Tamara. Kız aynı zamanda öğlen ve akşam yemeklerinde garsonluk yapardı. Otel sahibinin eşi, biraz kilolu olmasına rağmen, mutfakta yemek pişirmekle görevli idi. Yemek listesindeki çeşitte hiç değişiklik olmuyordu. Bu nedenle rutin yemek listesinden başka bir yemek sipariş verilmiyordu. Zaten ahçı Marina’nında listeden başka yemek bildiğine inanmamaktaydım. Otele, yemek hariç günlük 25 Mark ödemekteydim.
Yine aynı yıl Nisan ayında bir seferinde Münich kentine gidip bir otelde kalmıştım. Tren istasyonuna çok yakın bir yerde, Zwigstrasse üzerinde Kronprinz adında bir otel. Şimdi ise bu otelin adı değişerek EDER ismini almış. Bu otel hala hizmet vermeye devam etmekte. Her yere yakın, şehrin göbeğinde ve o tarihte ödediğim ücret 40 DM idi. Ufak bir oteldi ama her şey mükemmeldi. Odalar temiz, kuş tüyü yastıklar, kahvaltı olarak sundukları her şey çok lezzetli idi. Her sabah kahvaltıya indiğimizde salona gelen herkes günaydın diyerek salonda oturan herkesi selamlar, herkes de salona gelene günaydın derdi. Bu ne kadar hoş seda, bununla bir sabaha başlamak ne kadar güzel. İnsana yaşama gücü veren bir durumdu. ‘GÜNAYDIN’ yani ‘ Guten Morgen’ cümlesini sabahları duymak bile insana yaşama tutkusu vermekte.
Geçtiğimiz hafta yine aynı otelde birkaç gün kaldım. 53 senede fazla bir şey değişmediğini fark ettim. Odalar yine tertemiz, ancak kahvaltıda sunulan yiyeceklerde lezzet değişmiş ama servis kalitesinde bir değişiklik yoktu. 53 sene sonra oteldeki odanın fiyatı Euro 115.00 olmuş. 53 senede bu ülkeye enflasyon canavarı hiç uğramamış diye düşündüm. Otelde kalan müşterilerde biraz değişiklik olmuş. Otelde Alman olarak kalan yok denecek kadar azdı. Bu nedenle sabah kahvaltıda özlediğim güne başlamanın sesi olan ‘GUTEN MORGEN’ cümlesi kaybolmuştu. Kimse birbirine günaydın demediğine şahit oldum. Üzüldüm, halbuki ne kadar güzel bir dileyiş, GÜNAYDIN.
Elli üç sene evvel sokakta tezgah üzerinde sebze dilimleme aleti görmüş, çok ilgimi çekmişti. Sebzeyi aparatın üzerinde ileri geri çektiğinizde sebzeyi dilim halinde kesme aleti, ek bir aparatla çubuk olarak da dilimleme yapmaktaydı. Hiç unutmam 20.- DM fiyata almıştım. Senelerce kullanmıştık. Aynı caddede, yine aynı tezgah üzerinde aynı aleti bu sefer Euro 20.- ya sattıklarına şahit oldum. Ne değişmiş diye baktım, sadece satıcı değişmiş. Bu ülkeye ne FAİZ uğramış nede netice olan ENFLASYON.
Bu şehirde son 3 senedir çok dikkatimi çeken 2 değişiklik fark ettim. Munich şehri düz ayak bir şehir, Konya gibi. Bu şehirde caddelerdeki araç yoğunluğu azalmış, motosikletler yok denecek sayıya inmiş, bisiklet sayısında inanılmaz bir artış izledim. Bir çok araç için park yerleri, bisiklet park yerine dönüştürülmüş. Toplu taşımacılık felsefesi Munich kentinde bir kere daha öne çıkmış olduğunu izledim. 1970 lerde şehrin altına birkaç noktadan girip metro inşaatını başlatıp U-BAHN ve S-BAHN geliştirerek şehrin yatay mimari olarak genişlemesini sağlamışlardı. 1970 li senelerde Munich’in nüfusu 850.000 kadardı. Bu gün ise bu şehrin nüfusu 1,326.000. Bu artışın bir çok nedeni var. Başta Avrupa Birliği tesis edildiğinden bu yana, şehir diğer birlik üye ülkelerinden göç almış olabilir.
Türkiye’de İstanbul şehri 1970 li senelerde 3,019.000 nüfusa sahipti. Bu gün ise bu rakam 16,067,031 ulaşmasının nedeni, taşı toprağı altın diye adlandırılan şehir, dikey mimari ile 13 milyondan fazla insanın bu şehre göç etmesine sebep oldu. Ayrıca güneydoğu komşumuz ülkelerden ülkemize gelen, hatta 6458 sayılı kanunun 31 maddesinde ve 6735 sayılı kanunun 27 inci maddesinde belirtilen, ülkemizde yatırım yapanların, ülkede ikamet etme süresi içinde vatandaşlık belgesi bile verilebileceği hususu, bu nüfus artışını körüklediğini düşünmekteyim.
Ülkemiz, bilindiği üzere hep Kanun Hükmünde Kararnamelerle yönetildiği için Büyük Millet Meclisinin pasif kalması tesis edilerek, bir kenarda bırakılmasını, ve buradan maaş alanların bunu nasıl hazmettiklerine de şaşırmaktayım.
Bu büyük şehirlerde bir yerde insan sıkışması, nüfus sıkışması anlamına da gelir. Hani her seçim yaklaştığında, veya sıkışık dar boğazda hep Karadeniz’de doğal gaz bulduğumuzu ilan ederek halkı oyalarız ya, işte onun gibi bir şey. Doğal Gazın kurtarıcı sıkışmasını geçtiğimiz günlerde ekranlarda canlı röportaj da izlediğimiz Cumhur’un gaz sıkışması ile doğrudan ilgisi var mı? Bilmemekle birlikte ülkemde toplumun dikkatini başka yöne çekmek için Karadeniz de gaz sıkışmasına sığınmamak gerektiğine inanmaktayım, yolcudur Abbas bağlasan durmaz diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.
Metin Atamer
Bir yanıt yazın