‘Sivil toplum/Politik toplum’ ayırımının XIXncu yüzyılın ortalarına doğru ortaya çıktığı biliniyor.
Oysa burada sözü edilen ‘sivil toplum’ tam da bizim ‘politika’ (le politique) diye adlandırdığımız kavrama gönderme yapmakta; ‘politik toplum’ ise bizim ‘siyaset’ (la politik) dediğimiz kavrama yani Devlet’e ilişkin alana ait olmaktadır.
Ancak toplumların bir ‘biçim’ (forme)’den diğerine dönüşmesinde, deyim yerinde ise ‘motor’ gücün ‘siyaset’ten çok ‘politika’ya ait olduğunu söylemek bile fazla.
Çünkü, o çok bilinen ‘halkın gücü’ deyimiyle anlatılmak istenen her ne ise, işte tam da burada ortaya çıkmaktadır.
Ne var ki, bir ‘biçim’i bir kez kavramsallaştırmak ve bütün zamanları aynı kavramla açıklamak sözkonusu olamayacağına göre, toplumların dönüşümünü çağına göre ‘yeniden-kavrasallaştırmak’ gerekliliği ortaya çıkmaktadır.
İşte başlangıçta ‘bilimsel’ olarak ortaya konulan ‘yapısal belirleyicilik’ (déterminsme structurel) anlayışı da zaman içinde hem geliştirilerek ve hem de dönüştürülerek süre gelmiştir.
Zaman içinde, ‘milliyetçi’, halkçı (populiste), faşist, dinsel, etnik, yerel (communautaire), barışçı, çevreci ve feminsit gibi kimi ‘hareket’lerin (mouvements) ortaya çıktığı görülmüş ve herbirinin kendine özgü alanları oluşmuştur.
Ne var ki, ‘ulusal birlik’ gibi çok daha genel alanlar yerine kimi kismî egemenlik alanları olmanın ötesine geçememişlerdir.
Böylece kimi yerde biribirlerine ‘eklemlenme’leri dışında tüm topluma mutlak egemen olamamış yani ‘hegemonya’ kuramamışlardır.
Bizim yaptığımız tanımlamaya uygun olarak, kismî ‘siyaset’ler olarak ortaya çıkıp belli dönemlerde varlıklarını sürdürmelerine karşın, bir genel ‘politika’nın bileşenleri olamamışlardır.
Daha doğru bir ifadeyle bu ‘siyaset’leri aşan bir genel ‘politika’ya ve giderek ‘mutlak egemen’ yani ‘hegemon’ biçimine dönüşememişlerdir.
O nedenle örneğin Gramsci ya da Laclau gibi kimi düşünürlerin kavramsallaştırdıkları ‘hegemonya’ tanımlamalarıyla yetinilmektedir.
Bu yazıyı yazarken, aynı zamanda bir emekli Amiral’in ‘Korkma, Sönmez’ başlıklı yazısını kendi sesinden dinliyordum.
Bilgi ve birikimine saygı duyduğum bu emekli Amiral’in sesi, Türkiye’nin başına ‘soğuk savaş dönemi’nin bir gereği olarak sarılan ve sözde ‘milliyetçilik’ olarak nitelenen ‘hareket’in kurucusu emekli Albay’ın sesi gibi mekanik olarak çınlıyordu.
Dinledikçe sadece sesi değil ama ‘görüşler’inin de benzediğini anladım.
İşte bu tür ‘hareket’ler ve hareketlerin dayandırıldığı ‘görüş’lerin ‘kismî siyaset’ şöyle dursun ‘marjinal’ olmanın ötesine geçmediği ve geçemeyeceğinin altını çizmemiz gerekiyor.
Her yönüyle ‘tarihsel’ diyebileceğimiz bir seçim arafesinde, iktidardan çok, son elli yılda başarılamayan bir ‘muhalefet birliği’nin sağlanabilmiş olmasına bu tür saldırılar, ‘ülke çıkarı’ şöyle dursun, tersine ülkeyi daha büyük tehlikelere açık hale getirmeye yaramaktadır.
Oysa bu emekli Amiral ile benzer görüşleri savunan ‘marjinal gruplar’ın ‘politika’ şöyle dursun tutarlı bir ‘siyaset’ bile yapmalarının mümkün olmadığını söyleyebiliriz.
Yineleyecek olursam, bu Amiral ve benzerlerinin gerçekten teknik donanıma sahip olduklarına kuşku yoktur; ancak asker olmalarından mı nedir, topluma geniş bir pencereden bakmayı beceremediklerini söz ve eylemlerinden çıkarmak da pek âlâ mümkündür.
O nedenle, yazar ve konuşurken tarih, bayrak, devlet ve millete vurgu yapmalarını ‘hamaset’ yani ‘sığ siyaset’ olarak nitelemekte zerre sakınca görmemekteyim.
Çünkü Gauchet’in söylediği ‘evrensel demokratik süreç’e ancak bu ‘Halk İttifakı’nın iktidara gelmesiyle başlanılabilceğini görememek için ancak bu tür ‘sığ siyaset’ içinde çırpınıyor olmak gerekir.
Oysa teknik ve stratejik bilgi ve birikimlerini örneğin ‘Millet İttifakı’nın hizmetine sunabilmelerini ne kadar çok isterdim.
Ancak, onlar öylesine hamaset yapıp muhalefete öylesine saldırmaktalar ki, doğal olarak muhalefetin kendilerine yaklaşmalarına olanak tanımamaktalar.
Dolayısla, söyleyip yazdıkları bir köşede unutulacak ‘anı’lar olmanın ötesine geçemeyecek ve milletin hizmetine sunulamayışı da kendi ‘dar görüşlülük’lerinin bir sonucu olarak kalacaktır.
Bu örnek üzerinden, bir kez daha, toplumsal sorunların çözümünde ‘siyaset’in nasıl kısır kaldığına tanıklık etmiş olmaktayız.
(Sürecek)