Milliyetçilik ve Ulusalcılık arasındaki ayırımı temellendirebilmek için, Aydınlamnma döneminden öncesine gitmek de gerekebilir.
Bu da, Rönesans dönemine ve Devlet’in niteliğindeki dönüşüme bakmak demektir.
Gerçekten de onbeşinci yüzyılın sonlarına doğru Avrupa dışında yeni anakaraların keşfini görüyoruz.
Öyle ki, bin yıllık karanlık dönemin ardından insanlığın ‘yeni ufuklar’a açıldığı ve ‘düşünce kalıp’larının değiştiğine tanıklık ediyoruz.
Nitekim, yeni ‘Prens’iyle Machiavel ile birlikte yetkilerini göklerden veya Papalık’tan alan bir ‘Devlet’ yerine, yavaş yavaş bilime, sanata ve denilebilirse eğer ‘Devletlerarası ilişkilere’ duygusal değil ama ussallık ile bakan bir ‘bürokrasi’nin ortaya çıktığını görüyoruz.
O arada, Machiavel’in bugünkü anlamda ‘Dış İşleri Bakanı’ olduğunu anımsatalım.
Dolayısıyla ‘Modern’ denilen ‘Devlet’in kökenlerini Rönesans’a değin götürmenin bir abartı olmayacağını ileri sürebiliriz.
Rousseau ile Mably arasında, Machiavel’in görüşleri konusundaki ayrılık ise, ‘insan yapısının değiştirilebilir ya da değiştirilemez’ olduğu konusunda yoğunlaşacaktır.
Sonuçta, insan yapısının (nature humaine) değişmez ama biçimlendirilebilir (modelable) olduğu kabul edilecektir; ki bu da, incelediğimiz konu bakımından ‘eğitim’in ne denli önemli bir etken olabileceği anlamına gelecektir.
Ancak ‘eğitim’ derken, bunun babadan (ya da aileden diyelim), okuldan (öğretmenden) ve bizim dışımızdaki dünyadan alınabilecek üç farklı ‘eğitim’ olduğunun altını çizelim.
Gerçekten de, bugün bile gönderme yaptığımız kimi uzsöz (ya da ata sözleri), eğer yerinde kullanılacak olursa, ‘ders’ çıkarabileceğimiz ya da başvurabileceğimiz kaynaklar değil midirler?
Öte yandan ‘Okul’un yanısıra, eğer bakmayı becerebilirsek dünyanın geri kalanındaki örneklerin de ‘insan yapısı’nı dönüştürmede önemli bir yer aldığını görebiliriz.
İşte böylece, Rousseau’nun her yurttaşın ‘ruh’una özgün bir biçim (forme particulière) verilebileceği savına gelmiş olunacaktır.
Bu sava, insanları ‘tektipleştirme’ (uniforme) gerekçesiyle karşı çıkıldığını biliyoruz.
Ancak güdülen amacın, ‘tektipleştirme’ değil ama ‘ufkunu açma’ veya ‘kendini aşma’ olabileceği de gözönüne alındığında, hedefin tekil (singulier) değil ama özgün (particulier) yurttaşlar oluşturmak olduğu kolaylıkla ileri sürülebilecektir.
Böylece insan yapısını ‘değiştirme’nin (dénaturer) bozmaktan çok ‘yeniden kurmak’ olduğu da ortaya çıkmış olmaktadır.
Örneğin Rousseau, ‘en iyi sosyal kurumlar, insan yapısını en iyi dönüştürecek olanlardır’ diyerek, okul gibi ‘sosyal kurumlar’ın önemine dikkat çekiyordu.
Oysa Türkiye’deki ‘yerli ve millî’lerin hâlâ ‘medrese’lerin açılması için direndiklerini gözlemleyebiliyoruz.
Günümüz Türkiye’sindeki ‘Milliyetçilik’ ideolojisi, işte bu tür ayrıntıları kutsamaya değin varan bir ‘tutuculuk’u ‘yerlilik ve millilik’ olarak görmektedir denilebilir.
Bu yazı dizisini sonlandırırken, ‘Milliyetçilik’i ‘Yurtseverlik’le bir tutma ya da onunla karıştırma üzerine de bir kaç söz söylenebilir.
Örneğin Mably, ‘yurt sevgisi’ ya da ‘vatan aşkı’ denilen ‘genel soyutlamalar’ın, ‘özgürlük’, ‘adalet’ ve ‘cesaret’in başını çektiği ‘Cumhuriyet erdemleri’ni tamamlayan ikincil ‘kuramsal ögeler’ olduğuna dikkat çekmektedir.
Birincil ‘kuramsal öge’ demek ki ‘yurttaşlık’ olup onun da ‘genel soyutlama’yı aşan bir özgünlüğü olmalıdır.
Toparlayacak olursak, Rönesans’tan itibaren, Avrupa’da, Orta-Çağ’ın külleri üzerinde, çoğu özgül keşifler olmak üzere bir dizi getirinin biraraya gelmesi sonucu, teknik ve yeniden kavramsal düşünce ve soyutlama yeteneği yeni bir dönemin doğmasına yol açmış oldu.
Ekonomi politikten örnek verilecek olursa, ilkel sermaye birikimi denilen ve sermayenin oluşumundaki ilk adım gibi bir adımla birlikte, din, ideoloji, bilim, teknik ve ‘düşünce’ alanında görülen bir ‘birikim süreci’ne de girilmiştir denilebilir.
Buna toplumun toplumsallaşması (socialisation de la société) denildiği de olmuştur.
‘Ulusallık düşüncesi’ ise, paranın sermayeye dönüşmesi gibi bir ‘kristalizasyon süreci’ne girmiştir denilebilir.
Hangi ülkede ne kadar ‘kristalize’ olduğu ise başka yazıların konusu olacaktır.
‘Milliyetçilik’e gelince, kimi zaman ulusalcılığa karıştığı ve onunla karışrıtıldığı söylenebilirse de, sürekli amorf kalıp kesinlikle kristalize olamayacak bir ‘ideoloji’ gibi durmaktadır.
Her benzetmenin aynı kesinliği vermeyeceğini bilerek, ulusalcılık düşüncesinin sonunun da ‘kapitalizmin sonu’yla birlikte geleceğini ileri sürerek bu yazı dizimizi sonlandıracağız.
(Bitti)