Kendi payıma ‘Millet’ sözcüğünü istemeyerek kullanıyorum, ben daha çok ‘Ulus’ kavramını kullanmayı yeğleyenlerdenim.
Ancak henüz ‘Ulus’ olmayı becerememiş toplumlar için ‘Halk’ terimini kullanmak çok daha uygun olacaktır.
O nedenle ‘Millet İttifakı’ yerine ‘Halk İttifakı’ teriminin kullanılması gerektiğini düşünüyorum.
‘Halk İttifakı’nın bileşenleri nedir diye sorulacak olursa; etnik, dinsel, kültürel ve sınıfsal olarak ayrılabilecek kesimlerin tümüne birden ‘Halk’ denir ve ‘halklar’ diye bir ayırım yapılması da, ekonomik, politik ve sosyolojik bakımdan pek uyugun değildir.
Çünkü bu epistemolojik değil ama totolojik bir tanımlama olacaktır.
Şimdi gelelim Türkiye’deki ‘Halk İttifakı’nın ne anlama geldiğine…
‘Halk İttifakı’, öyle keyfe göre değil ama ‘tanımı gereği’, bir ülkedeki ‘etnik’, ‘dinsel ve mezhepsel’ ve ‘sınıfsal’ ayırımları gözetmeyen bir ‘ittifak’ yani gerçek bir ‘güç birliği’ anlamına gelir.
O nedenle, her ne kadar başlıkta ‘Halk İttifakı’ terimini kullandıysak da, Türkiye’deki son gelişmeler ışığında yapılacak ‘ittifak’ı ‘Halkın güçbirliği’ olarak tanımlamanın daha gerçekci olacağı söylenebilir.
Dolayısıyla, biz burada, Türkiye’deki ‘iktidar bloku’ karşısında gerçek bir ‘güçbirliği’nin oluşturulması gereği üzerinde duracağız.
Peki ama bir ülke insanlarının yani bütün bir ‘Halk’ın neye karşı ‘güç birliği’ yapma gereği duyuluyor olabilir?
İki şeye karşı; ‘dış güçler’ ve ‘işgal güçleri’.
Yani ‘dış güçler’ potansiyel olarak ‘işgal güçleri’ olmalarına karşın, her zaman ‘işgal’ durumu sözkonusu olmayabilir; ama ‘işgal’ ülkenin içinden ve hatta yasalara göre ‘seçilmiş’ olanlar tarafından da yapılmış olabilir.
Ki Türkiye’deki durum tam da böyledir.
Öte yandan, dış ya da iç ‘işgal’e karşı ‘güçbirliği’ kurmanın, millet ya da ‘Ulus’ olmanın ilk koşulu olduğunun altını çizmemiz gerekir.
Öncelikle, genelde ‘birlik ve beraberlik’ denilen ama doğrusu ‘birlik ve bölünmezlik’ (unité et indivisibilité) olan kavramı açıklamak durumundayız.
Yani dillere pelesenk olan ‘birlik ve beraberlik’ deyiminin özü Fransızcaki ‘indivisibilté’ kavramıdır ki, ‘Ulus’ olmanın yanısıra Cumhuriyet olmanın da olmazsa olmazıdır.
Örneğin anayasasına göre “Fransa, bölünmez, laik, demokratik ve sosyal bir Cumhuriyettir’ (La France est une République indivisible, laïque, démocratique et sociale).
Bu ‘bölünmezlik’ terimi Türk anayasalarında ‘hukuk’ diye geçer ve bir anlamda doğrudur.
Ama daha doğrusu ‘normatif iktidar birliği (unité)’ olup, egemenliği halk adına kullanan temsilcilerin kabul ettikleri yasaların tüm ülke genelinde ve herkese uygulanacağı anlamına gelmektedir.
Yani, hiçbir koşulda ve herhangi bir kişi ya da kesime ‘ayrıcalık’ tanınmaması demektir.
Hal böyle olunca, şu ya da bu nedenle ‘ayrıcalık’ edinmiş olanların ‘birlik ve beraberliğimiz’ sözü temelden riya, yalan ve sahtekârlıktan başka bir şey olamaz.
Örneğin ‘Devlet’i yönetmek üzere ‘seçilmiş’ olmalarına karşın, ‘Devlet biziz’ anlayışıyla halkı bölen ve kendilerine karşı olanları aşağılamakla kalmayıp küfür etmekten çekinmeyenlerle ‘birlik ve bölünmezlik’ kurulamaz.
Çünkü ülke genelinde ve herkes için geçerli olması gereken ‘yasa’lara uymamak daha baştan ‘bölünmezlik’ ilkesini çiğnemek demektir ve en büyük ‘bölücü’ olmakla birdir.
Yani, ülkenin belli bir bölgesinin ‘bağımsızlık’ını istemekle, yasalara uymamak bir ve aynı şeylerdir.
Böylece, bir ülkeyi coğrafi olarak parçalamaya çalışanlara karşı nasıl ‘Halk ittifakı’ kurmak en doğal ve meşru bir ‘hak’ ise, yasaları çiğneyenlere karşı da ‘İttifak’ kurmak ya da ‘güçbirliği’ yapmak öylesine kutsal bir ‘hak’ olarak değerlendirilecektir.
İşte Türkiye’nin bugünkü konumunda (konjonktür de denilebilir), ‘en büyük bölücü olan İktidar bloku’na karşı ‘siyasal partiler’in ittifakı değil ama gereçek bir ‘Halkçı güçbirliği’ kurmak zorunluluğu doğmuş bulunmaktadır.
Bu ittifaka, ‘çağdaş hukuk ilkeleri’ doğrultusunda ‘normatif iktidar birliği’ yani ‘ayrıcalıksız’ bir ‘hukuk düzeni’nden yana olan her kişi, grup, dernek ve parti katılmak durumundadır.
Ve hatta katılmak bir ‘yurttaşlık’ gereğidir.
Kaldı ki, ‘yurttaşlık’ aynı zamanda ‘eşitlik’ anlamına geldiği için, ‘eşit yurttaşlık’ gibi yine totolojik bir ayırıma yönelmek de tamamen anlamsız olacaktır.
Demek ki, ‘sağ/sol/orta’ gibi nitelendirmelere bakılmaksızın, gerçekten ülkenin ‘birlik ve bölünmezliği’ni (unité ve indivisibilté) isteyen, bu anlamda ‘Ulusal birlik’ ve ‘ülkesel bölünmezlik’ten yana olan her kim veya örgüt var ise bu ‘güçbirliği’nin doğal bileşeni olacaktır.
Böylece ‘seçim’se seçim yaparak ama gerektiğinde her türlü olanağı kullanarak ülkenin ‘işgal güçleri’nden arındırılmasına gidilebilecektir.
Yani bu ‘güçbirliği’ sadece ‘seçim’ için değil ama seçim sonrası dönem için de gerekli olan bir ‘birlik ve beraberlik’i öngörmektedir.
Öyle ki, seçim sonrasında da, hiç bir kişi veya kesime ‘ayrıcalık’ tanınmayacak ve ‘eşitlik’ ilkesi de böylece garanti altına alınacaktır.
Gerçek bir ‘Ulus’ olmak ve Cumhuriyet’e sahip olmanın ilk temel koşulu işte bu ‘güçbirliği’ni kurmaktan başkası değildir.
Ve ancak ondan sonradır ki, ‘etnik’, ‘dinsel ve mezhepsel’, ‘kültürel’ ve hatta ‘sınıfsal’ ayrılık ve gruplaşmalar, ‘ülkenin zenginliği’ olarak değerlendirilebilecektir.
Yani Orta-Çağ anlayışı olan ‘gücümüz zenginliğimizden’ değil ama aslında ‘zenginliğimiz gücümüzden’ gelir diyen Cumhuriyet anlayışına böylece ulaşılmış olacaktır.
Sonuç olarak, sahte vatan/millet nutuklarına karşın, ‘İktidar bloku’ ve destekçilerinin, ‘Halk’ın doğrudan karşında yer aldıklarını söyleyeceğiz.
Ancak ‘Halkın sesi Hak’kın sesi’ (vox populi vox dei) anlamına gelecek bir ‘halk dalkavukluğu’ anlayışına da sahip olmadığımızı, dolayısıyla da örneğin cumhurbaşkanlığı aday adaylığı için ‘anket’ yapılmasına karşı olduğumuzu vurgulamak isteriz.
Altını kalın çizgilerle çizmek gerekiyor ki, bu dönemde, yani Türkiye’nin içinden geçtiği bu konjonktürde böyle bir yola başvurmak, gözü bağlı insanları uçurumdan atmakla birdir.
Türkiye Cumhuriyet’in erdemine eriştiği günlerde, ki önümüzdeki bir kaç yıl buna yeterlidir, değil cumhurbaşkanı, milletvekillerinin de her birinin il bazında ‘anket’le belirlenmesi gerçekten ‘Halkın sesi’ olabilecektir.