Şu ‘komuta kademesi’ yine tartışmaların odağına yerleşmiş bulunuyor.
Peki ama, bu sözde ‘peygamber ocağı’ denilen Türk Ordusu ya da daha doğru bir deyişle Türkiye Cumhuriyeti Ordusu, kuruluşundan itibaren kendisine duyulan güven, sevgi ve saygıyı sürdürebilmiş midir?
Önceki yılları bir yana koyar ve son çeyrek yüzyılını ele alırsak, adım adım ve gıdım gıdım güven, sevgi ve saygıyı yitirmesi şöyle dursun, her türlü ‘yozlaşma’nın odağı olduğunu ileri sürmek pek zor olmasa gerektir.
Öncelikle, orduda en kutsal bağ olan ‘silah arkadaşlığı’ kavramı yozlaşmış Necdet Özel ile birlikte, arkadaşlarını arkasından ‘iş çevirmek’ olağan bir yükselme yolu olarak yerleşmiştir.
Buna ‘iktidara yaranma’da her türlü yol mübahtır kuralı diyelim.
‘İktidara yaranma’ öylesine tehlikeli ve öylesine yozlaştırıcı bir ‘hastalık’tır ki iktidar değişikliğiyle birlikte ‘sözde komutan’ların fare deliklerinden çıkarılması sonucuna varabilir.
Peki ama ordu ‘iktidar’ın emrinde değil midir diye sorulacaktır.
Çoğu çokbilmişin tersine olarak, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde ordunun ‘iktidar’ın emrinde olmadığını söyleyeceğiz.
Kuşkusuz burada ‘iktidar’ terimini ‘hükûmet’ yani ‘yürütme’ anlamında kullanıyoruz.
Kaldı ki, kimi yorumcular da, bilir bilmez, ‘Meclis’in emrinde olduğunu düşünmektedirler.
Peki ama ya ‘Meclis’in çoğunluğu çağdışı görüş ve düşünceye sahip milletvekillerinden oluşacak olursa; o zaman da, örneğin ÖSO’nun emrine mi girecektir Türkiye Cumhuriyeti Ordusu?
Ya da hertürlü karanlık işlerin, örneğin uluslararası soyguncu ve gaspçılar, uyuşturucu baronları ve her türlü mafyatik ilişkilerin egemen olduğu bir ‘Meclis’ mi Türkiye Cumhuriyeti Ordusu’na emredecektir?
Kanımca Türkiye Cumhuriyeti Ordusu, Yasama, Yürütme ve Yargı gibi bir ‘Kuvvet’ olup tam anlamıyla ‘özerk’ bir yapıda düşünülmüş, ve nasıl yargı içinde bir Cumhuriyet Savcısı kavramı öngörülmüşse, benzer bir Cumhuriyet Ordusu kavramı tasarlanmış ve ona ‘Cumhuriyeti koruma ve kollama ‘görev’ verilmiştir.
Tam da bu nedenle ‘siyaset’e girecek askerler için ‘üniformanı çıkar da gel’ denilmektedir.
Yani, eğer Cumhuriyet’e bir saldırı sözkonsu ise, hiçkimse veya herhangi bir güç Türk Subayı’na cumhuriyet değerlerini bırak da gel diyemeyecektir.
Demek ki, kendisine ‘Meclis’ dahil her nereden gelirse gelsin, Cumhuriyet karşıtı bir ‘emir’ verilecek olursa, o emri yerine getirmek şöyle dursun, emri vereni Cunmhuriyet Savcısına götürmek ‘görev’i vardır.
Bu görev, son yarım yüzyılda gereği gibi anlaşılamadığı gibi yer yer kötüye de kullanılmıştır.
Ne var ki, son çeyrek yüzyılda, denildiği üzere ‘zıvanada çıkmış’ ve neredeyse Cumhuriyet Ordusu yerine ‘Hilafet Ordusu’ kurulmuştur.
Ayrıntılarını tek tek anlatmanın ne gereği ve ne yararı var.
Ancak son ‘alkış’ yapan ya da patilerini çırpan Hulusi’ye bakıldığında, bilerek ve inanarak söyleyebilirim ki, bunlar Türk Subayı niteliklerinin en asgarisini bile taşımamakta ve Türkiye’yi çok tehlikeli bir sürece sürüklemektedirler.
Kendi payıma zerre sevgi ve saygı duymadığım gibi hiçbir şekilde güven de duymamaktayım.
Ve iddia ediyorum, Türkiye’de görünür bir hükûmet değişikliğini ‘kardeş kanı’na bulamaya kararlı görünmektedirler.
Fitne ve fesat odaklarının, o arada bir solcu tarikatın ısrarlı tahrikleriyle, bu sözde ‘komuta kademesi’ ama özde bilmem ne ‘sentez’cilerinin çöreklendiği ‘kuvvet merkezi’, sokaklarda yurttaşlarımıza saldıracak gibi görünmektedir.
Bunlar tam anlamıyla ‘Kuva-i İnzibâtiye’ biçiminde konumlanmaktadırlar.
Türkiye Cumhuriyeti Ordusu içinde ne kadar ‘Kuva-i Milliye’ ögeleri vardır, doğrusu bilemiyorum.
Benim bildiğim bu yeni ‘Kuva-i İnzibâtiye’nin ne ‘millî’ ve ne de cumhuriyet değerleriyle ‘zerr-i miskal’ ilişkilerinin olmayışıdır.