‘Devrim ve ihtilal’ ayırımına yönelik bir yaklaşımın eleştirisi üzerine başlattığımız bu yazı dizisinin ‘güncel’den uzak salt felsefî/bilimsel bir yazı dizisi olmadığını belirtmemize bilmem gerek var mıdır?
Dolayısıyla, her ‘terim’ ve ‘kavram’ın, denildiği üzere hem ‘etimolojik’ ve ‘epistemolojik’ çözümlemesi ve hem de kaçınılmaz olarak ‘tarihsel/dönemsel’ çözümlemesine girişilmeden ne bir ‘eleştiri’ ve ne de ‘düşünce’ yazısı yazılamayacağı da açıktır.
Örneğin ‘demokratik’ İngiliz Devrimi’den sözedilirken, ister istemez ‘ulus’ kavramına da değinmek zorunda kaldık.
Burada bir parantez açarak, Türkiye’deki ‘düşünce çoraklığı’na değinmek zorunluluğu da doğmuş bulunmaktadır.
Bir televizyon kanalında, sağ ve sol partilerin önde gelenleri ile kimi ‘akademisyen’lerin yer aldığı bir izlencede ‘Milliyetçilik’ konusu tartışılıyordu.
İçlerinden bir tanesinin olsun, ‘milliyetçilik’ kavramından sözedebilmek için ‘Millet’ (yani Ulus) kavramının hangi ‘tarihsel dönem’in bir ürünü olduğuna ve ‘Devlet’in her yeni ‘biçim’ine göre ‘Millet’in de biçimleneceğine ilişkin bir değerlendirme yapamadığını üzülerek gördüm.
‘Devlet’in en azından ikibin yıllık bir ‘tarih’i olduğunu biliyoruz. Ancak ‘modern’ denilen aşamaya gelişi XVIInci yüyıl ya da belli bir tarih verilecekse 1648’ler olduğu söylenebilir.
Ancak belki de, öncelikle, şu ‘modern’ teriminin ne anlama geldiği üzerinde durmak gerekecektir.
Nitekim Steve Pincus’un dikkat çektiği üzere, ‘modernlik kuramı’ (théorie de modernité) İkinci Dünya Savaşı ertesinde ve ‘soğuk savaş’ döneminde geliştirilmeye çalışılmıştır.
Sözcüğün ortaya çıktığı XIVncü yüzyılda, modern sözcüğü ‘güncel’, ‘halihazır’da olan yani ‘şimdiki durum’ anlamında kullanılıyordu. Yani kendinden öncekine göre ‘yeni durum’u dile getirmek için kullanılıyordu.
Kaldı ki, zaten insanlık tarih boyunca hep ‘dün dünde kalmış’ ve ‘yeni şeyler’ söylenip ‘yeni şeyler’ yapılmak durumunda kalınmıştır.
İşte insanlığın, özellikle insan ilişkileri veya daha doğru bir deyişle, halk yığınları ile yöneticileri arasındaki ilişkinin somut biçimi olarak ‘Devlet’ açısından, bin yıllık karanlık döneminin ardından, İngiltere’de 1689’da olduğu gibi, ‘Parlemanto’nun Kral’ın yetkilerini anlamlı bir ‘kısıtlama’ getirilmesine bir yandan ‘modern’lik nitelemesi verilirken, öte yandan ‘demokratik’ bir ‘yenilik’in sözkonusu olduğu ileri sürülmektedir.
Oysa, bu ‘İngiliz Monarşisi’, Fransa’da ‘Büyük Devrim’den kırk yıl sonra 1830’larda yeni ‘devrimci’ Fransız Monarşisi biçimini alarak, yine ‘en modern’ Devlet olarak nitelendirilecektir.
Ve yine, bu kez 1930’larda ‘Sovyet modeli’nin Sovyetler Birliğ’nde, Kemalist Cumhuriyet’in Türkiye’de, hem Avrupa geneli ve hem de Amerikalılarınkinden ‘daha modern’ atılımlar yaptığı da ayrı bir gerçeklik olarak karşımıza çıkmaktadır.
İşte tarihsel süreç boyunca ‘Devlet’ ve ‘Ulus’ların başarabildikleri her ‘yeni atılım’, ülkesine ve halkına göre değişen, hem ‘modern’ ve hem de ‘demokratik’ olarak tanımlanabilmektedir.
Bununla birlikte, ‘Devlet’lerin o arada dayandıkları ‘Ulus’ların gerek ‘modernleşme’ ve gerekse ‘demokratikleşme’ atılımlarının, ancak ‘Devrimsel’ olarak gerçekleşebildiğinin altını çizmek gerekmektedir.
Yani işbu ‘atılım’lar, örneğin ‘Devlet’ katında sözkonusu olacaksa, ‘önceki hükûmet biçimi’nin ortadan kaldırılıp, yerine ‘yeni bir hükûmet biçimi’nin geçirilmesi biçiminde olmaktadır.
Ve eğer bu ‘değişim’, ‘Ulus’ katında olacaksa, ‘geleneksel’ olandan ‘köktenci’ bir kopuş biçiminde olmaktadır.
Örneğin ‘tebaa’ olmaktan çıkıp ‘yurttaş’lık biçimine dönülmüş olmalıdır.
Yani ‘tebaa milliyetçiliği’nden ‘yurttaş ulusalcılığı’na ancak ‘devrimsel’ bir dönüşümle geçilmiş olacaktır.
Oysa, bir ülkede ‘etnik milliyetçilik’ hareketleri varlıklarını sürdürüyor ve zaman zaman toplum düzenini bozacak aşırılıklara yol açıyor ise, o ülkede ne ‘Devlet’ demokratikleşebilmiş ve ne ne de ‘yurttaşlık hukuku’ yerleşmiştir denilebilir.
Tam da bu nedenle, örneğin Türkiye’de MHP’nin ‘milliyetçiliği’ ile HDP’ninki arasında zerre ayırım yoktur diyeceğiz.
Ve bu, her iki anlayışın, ne kuruluş felsefesini kavrayabildikleri ve ne de çağı yakalamak gibi bir hedeflerinin olduğu anlamına gelmektedir.
Oysa Jean Jaurès’in yüzyıl önce saptadığı gibi, sosyalizmi içermeyen bir cumhuriyet ve aynı anlama gelmek üzere çağdaş demokrasi eksik demektir ve demokrasinin yerleşmediği bir ülkede sosyalizm olanaksızdır.
İşte her türlü ‘etnik milliyetçilik’ ancak böylesi ‘eksik demokrasi’ içinde yaşam olanağı bulmakta ve ‘demokrasi’ye geçişin önünde en büyük engeli oluşturmaktadır.
Sonuç olarak, milliyetçiliğin iyisi ya da kötüsü olmaz, olsa olsa ‘demokrasi’yi en iyi engelleyeni olabilir diyeceğiz.
Bir yanıt yazın