Yeni yılda akrabalar/ dostlar/ arkadaşlar, kısaca birbirlerini sevenler, birbirlerine kutlama ve iyi niyet iletileri atar ya da telefonla veya doğrudan ve hatta bazıları armağanlar da alıp vererek yeni yıllarını kutlarlar…
Bu yıl aynı zamanda Cumhuriyetimizin yüzüncü kuruluş yıl dönümü olduğu için, yeni yılla birlikte bunu da kutlayanlar oldu.
Birbirlerini sevenlerin, böyle günlerde birbirlerini kutlamaları, iyi dilek ve temennilerde bulunmaları, en azından birbirlerini anımsamış oldukları için güzel bir davranıştır.
Bununla birlikte umutlar, örneğin klasik diyebileceğimiz “sağlık, mutluluk ve esenlik”, dilek ve temenni ile gerçekleşmez! Bunlara ancak kendi uğraşı ve çabalarımız ile kavuşabiliriz…
Cumhuriyetimizin yüzüncü yılını kutlayanlar da dilek ve temennide bulunmanın ötesinde, Atatürk’ün buyruğu gereği, onu “sonsuza dek savunmak ve korumak” için bir uğraşı/ çaba gösteriyorlar mı?
***
Düşmanlarımız küresel emperyalistler (kısaca AB-D) amaçlarını, Birinci Dünya Savaşı’nın başında, kendileri açıkça ilan etmişti: “Tek amacımız Rumeli’den attığımız Türkleri, Anadolu’dan da atmak.” Bu istek bin yıllık Haçlı kininin dışavurumuydu!…
Savaşta yenildik, Mondros Mütarekesi (ateş kes) imzalandı ve güzel ülkemiz işgal edildi. Emperyalistlerin o zamanki kaptanı İngiltere, amaçlarını gerçekleştirmek için içeride kendilerine uşaklık yapacak olanları örgütledi: Batı hayranı ya da Batı’ya karşı konulamayacağını düşünen, çoğu devşirme olan liberaller ile Saray ve çevresini “İngiliz Muhipleri” ; ümmet saplantısı ile Türklükten uzaklaşmış gericileri “İslam Teali”; Fidel Castro’nun deyimiyle “Coni’nin Ortadoğu’daki petrollerine bekçilik yapacak” bölücü Kürtleri “Kürt Teali” cemiyetleri (dernek) altında topladı…
İşgalciler, bu üç örgüt mensupları ile birlikte Milli Mücadele’yi engellemek için her yola başvurdular. Fakat başaramadılar. Atatürk’ün yüksek dehası sayesinde Ulusal Kurtuluş Savaşımımızı kazandık, Cumhuriyetimizi kurduk…
Ancak emperyalistler pes etmezler. Başta dediğimiz gibi bin yıllık hayalleri vardı. Bunu “er geç gerçekleştireceğiz” diyorlardı. Bu kapsamda işgal yıllarında kurdukları ve ilişkilerini hiç koparmadıkları üç örgüt mensubu uşaklarıyla işbirliği içinde çalışmalarını sürdürdüler/ sürdürüyorlar.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kaptan ABD oldu. İşbirlikçilerden İngiliz Muhiblerinin ardılları bugün kendilerine “İkinci Cumhuriyetçi” diyorlar; biz Cumhuriyetçiler onlara “AB-D’ci”, “Mandacı” veya “liboş” diyoruz. İslam Tealicilerin ardıllarına “Siyasal İslamcı” ya da “Dinci” deniyor. Kürt Tealicilerin ardılları da “Bölücü”, ya da bilinen adlarıyla “PKK’lılar…
Emperyalistlerin hedefi, kendi deyimleri ile “Laik Kemalist Cumhuriyeti yıkmak.” Bunu ajanlarına yazdırdıkları kitaplarda da bildiriyorlar. CIA ajanları Graham Fuller ve Samuel Huntington kitaplarında bunu açıkça yazıyor, “Laik Kemalist Cumhuriyetin yıkılıp, Ilımlı İslam Cumhuriyetinin kurulması gerekir” diyorlar. Bu kitaplar Türkçe’ye çevrildi, alıp okuyabilirsiniz!..
***
Laiklik kaybedildiğinde toplumsal olarak çok şey kaybedilir. Çünkü laiklik demek Aydınlanma Devrimi demektir; aklın özgürlüğü demektir, bilim demektir, insan hakları demektir, özetle laiklik demek özgür birey/ yurttaş olmak demektir. Laiklik olmadan demokrasi olmaz. Bu nedenle laikliği kaybedince her şeyimizi kaybeder, “Ortaçağ Toplumu” olur ve emperyalistler tarafından kolayca sömürülürüz.
Toplumsal kayıpların yanında en çok, en belirgin ve gözle görülür kaybı kadınlar yaşar. Çünkü laiklik demek, en başta “kadınların eşit yurttaş olmaları” demektir. Laiklik kaybedilince kadınların neler kaybedeceğini İran, Afganistan ve Pakistan’da gördük, görüyoruz. Bu ülkeleri de bu hale AB-D getirdi. “Türkiye bunlar gibi olmaz” diyenler, bir saat Diyanet TV’yi seyretsinler, sarıklı/ cübbelilerin sosyal medyada dolaşan konuşmalarını bırakın, camilerde yapılan vaazlara kulak versinler! Bugün sokaklarda dolaşarak insanların yaşam tarzını eleştiren ve İslam’a davet eden cübbeli sarıklı tebliğciler, yarın ellerinde copla dolaşan ahlak polisi olacaklar.
***
İkinci Dünya Savaşı sonunda ABD ile Marshall Anlaşması yapılınca bağımsızlığımızdan ödünler verilmeye ve laikliğin altı oyulmaya başladı. Bu ödünler bir “Sarı Öküz” olgusuydu. Buna tepki gösteren tek kişi Behçet Kemal Çağlar oldu. Eleştirilerini açıklayarak CHP’den istifa etti. Ne yazık ki Atatürk’ün birçok arkadaşı, bugün bizim yaptığımız gibi, “dur bakalım ne olacak” bekleyişine başladılar!..
Ardından gelen Amerikancı Menderes ve Demirel de büyük ödünler verdiler. Ancak laikliğe en büyük darbeyi, Atatürk’ün adını ağızlarından düşürmeyen, Amerikalıların “Bizim Oğlanlar” dediği 12 Eylül’ün darbeci generalleri vurdu. “Ilımlı İslam” gibi bir Amerikan projesi olan “Türk- İslam Sentezi” devletin resmî ideolojisi oldu, ilkokuldan lise sona kadar zorunlu din dersi konuldu, Avrupa’daki yurttaşlarımıza din hizmeti verilmesi Suudilerin Rabıta örgütüne bırakıldı vs…
***
ABD, Soğuk Savaş döneminde Türkiye’yi ileri karakol; Türk Ordusu’nu ise komünistler saldırdığında ilk direnişi yaparak kendilerine zaman kazandıracak fedailer birliği olarak görüyor ve bu nedenle parçalanmasını istemiyordu. Sovyetler dağılmaya doğru giderken düğmeye bastı. Bölücü ve gerici örgütler yer altından çıktılar. Özal, şeriat propagandasını suç kabul eden Türk Ceza Kanunundaki 163. Maddeyi kaldırdı. Ticaret yasalarında bazı şeri düzenlemeler vs. yaparak generallerin açtığı Ortaçağa giden yolu genişletti. AKP, bunu otoyol dönüştürdü ve şimdi tam gaz gidiyoruz!..
Acı olan Atatürkçü olduklarını ya da laiklikten yana olduklarını söyleyenlerin AKP’nin iktidardan düşürülmesiyle her şeyin normale döneceğini sanmaları!..
Oysa, belirttiğimiz gibi, “Laik Kemalist Cumhuriyetin yıkılıp şeriatla yönetilen Ilımlı İslam Cumhuriyetinin kurulması” bir ABD projesidir. Zaten AKP de bir ABD projesiydi ve bu projeleri hazırlayanlar, iktidarın yanında muhalefeti de kendilerine göre düzenliyorlar.
1 Mart Teskeresine karşı çıkan ve Ergenekon davasının avukatı olduğunu söyleyen Deniz Baykal’ın kaset operasyonu ile düşürülüp, CHP’nin başına Kılıçdaroğlu’nun getirilmesi, işte böyle bir düzenlemedir. Kılıçdaroğlu da partiye mandacıları, gericileri ve bölücüleri doldurup Kemalistleri uzaklaştırarak, onların istediği şekle dönüştürdü. Bu arada Kılıçdaroğlu’nun yüzde bir, hatta bazılarının binde bir bile oyu olmayan gerici partilerle neden ittifak yaptığını da düşünün!..
Bu düzenleme sonucu, bugün TBMM’de laikliği savunan bir parti olmadığı gibi, bir tek gerçek Atatürkçü milletvekili bile yok. Şeriat rejimine “ulema” yetiştirecek Diyanet Akademisi yasa tasarısı, bir tek “hayır” oyu verilmeksizin tüm milletvekillerinin “evet” oyu ile kabul edildi. Atatürk, çok sevdiği askerlik mesleğinden istifa pahasına Halife Sultan’ın buyruğuna karşı geldi. Eğer bir tane gerçek Atatürkçü vekili olsaydı, genel başkanının buyruğunu dinlemez, parti disiplinine aldırmaz ve “hayır” oyu verirdi. Fakat suçlu onlar değil. Asıl suçlu bizleriz. Çünkü onları biz seçtik.
AB-D haber ajansları bizim medyamızı, onlar da bizi yönlendiriyor. AB-D’nin işbirlikçileriyle birlikte düzenlediği Ergenekon operasyonunda “sonuna kadar gidilsin” diyerek bildiri yayımlayan, Yargı’yı Kemalist vesayetten kurtarma referandumunda “YETMEZ AMA EVET” diyen Mandacılar, bugün muhalif medyada yazar, yorumcu, sunucu vs. Bunların yönlendirmesiyle kuzuların sessizliği içinde bekliyor, tıpış tıpış gidip oyumuzu vererek işbirlikçi liderlere emir kulu olacak milletvekillerimizi seçiyor ve Cumhuriyet yıkıma doğru dolu dizgin giderken “dur bakalım ne olacak” diye bekliyoruz.
Oysa Atatürk’ün dediği gibi, bir kişinin peşine takılıp gideceğimize, akıl ve bilimi rehber edinerek düşünecek olsak her şeyi çözeceğiz. Gerçekte biz çoğunluktayız. Anıtkabir’e bir günde milyonlarca insan akıyor. Kurtuluş günlerinde, ulusal bayramlarımızda meydanlara sığmıyoruz. O halde neden oyu binde bir olmayan gerici cemaatçiler el üstünde tutuluyor da biz kenara itiliyoruz? Çünkü bizi yıllardır “öğrenilmiş çaresizlik” kompleksine sokmuşlar. Artık zincirleri kırarak titreyip kendimize gelelim. Emperyalistlerin güdümündeki medyada onların adı duyulmuyor ama, Altılı Masa’daki gerici partilerden daha çok oyu olan Atatürkçü partiler de var.
Emperyalistlerin dayattığı adaylara değil; 100 bin, hatta bir milyon imza ile belirleyeceğimiz kendi adayımıza oy verelim. Yoksa Anıtkabir’e gittiğimizde, bir gün Atatürk kalkacak ve “hangi yüzle karşıma geliyorsunuz” diyerek bizi kovalayacak!..