TÜRK AHLAKI

Tarihte yer almış olan büyük milletlerden her biri medeniyetin bir dalında en yüksek noktaya çıkmıştır. Eski Yunanlılar sanatta, Romalılar hukukta, Yahudiler ve Araplar dinde, Fransızlar edebiyatta, Anglo-Saksonlar iktisatta, Almanlar musikî ile felsefede, Türkler de ahlâkta en zirve noktalara ulaşmışlardır.[1]

Türk tarihi, baştan başa ahlâkî faziletlerin sergilendiği, bugün bile hâlâ hatırlardan çıkmayan, Asya, Avrupa ve Afrika milletlerini titreten eşsiz şecaat ve cesaretlerinin çok büyük bir ırkî yetenek olduğunda şüphe yoktur. Fakat Türklerin şecaat ve cesaret dışında daha birçok meziyetleri vardır. Meselâ onlar mağlup ve mağdur milletlere, onların millî ve dinî varlıklarına dinî ve sosyal bağımsızlıklarını vermiş, fakat bu iyiliklerine karşı mağlup ve mağdur milletler, onların sağlamış olduğu hak ve imkânları Türklerin aleyhine kullanarak kapitülasyon denilen zincirlerle Türklerin elini kolunu bağlamaya ve onları boğmaya çalışmışlardır.[2] Halbuki büyük bir medeniyetin kurucusu ve üç kıtaya hükümran olmuş bu Türkler, her girdikleri ülkeye insan haklarını, din serbestliğini ve uygarlığı getirmişlerdir. Çünkü Türklerin üstün meziyetleri arasında çok yüksek bir zekâ seviyesiyle maddî ve manevî güzellikler, temizlik, dürüstlükle üstün bir teşkilatçılık gibi hususlar da önemli bir yer tutmaktadır. Bugün bile hâlâ, Türklerin terk ettiği ülkelerde medeniyet ve sosyal yaşayışın izlerinin canlılığını koruduğu görülmektedir.

Türk tarihinde Türklerin özellikle duyarlı olduğu iki temel husus vardır: Bunlardan biri ‘dinleri ve ahlâkları’ diğeri de ‘vatan sevgisi’dir. Onların özellikle gelişme ve yükselme dönemlerinde temel yönlendirici olarak sağlam bir inanç, köklü bir ahlâk üzerine dayandıkları görülür. Bu inanç ve ahlâkın zayıfladığı zamanlarda da Türk toplumunda çözülmeler baş göstermiş ve koca bir Türk devleti son bulmuştur. Demek oluyor ki, dünya üzerinde Türk hakimiyetini asırlarca canlı tutan ve hükümran kılan Türklerdeki ahlâk ve karakter üstünlüğü olmuştur.


Türklerin ahlâk ve karakterlerini temsil eden ahlâk alanlarını: ‘Şahsî veya Medenî Ahlâk’, ‘Aile Ahlâkı (Cinsel Ahlâk) ve Toplum Ahlâkı’, ‘Meslek Ahlâkı’, ‘Vatan Ahlâkı (Devlet Ahlâkı) ve Uluslararası Ahlâk’ olmak üzere dört başlık altında ele almaya çalışacağız. Çünkü Türk ahlâkında bu sıralamanın birbiriyle çok sıkı bir ilişkisi vardır.

1. Şahsî Ahlâk yahut Medenî Ahlâk

Şahsî ahlâk, ferdî ahlâk demek değildir; çünkü fert kişiliği yönüyle ahlâka konu olamaz. Şahsî ahlâkın esası, insanın gerektiğinde ferdiyetini şahsiyetine feda etmesidir. Zira ahlâkın amacı ferdiyetler değil, şahsiyetler meydana getirmek, başka bir ifadeyle, ‘sosyal toplumlarla birlikte ferdî şahsiyetler’[3] oluşturmaktır. Eski Türklerde bir kimse bir kahramanlık göstermedikçe bir şahsiyet sayılmazdı; hatta kendisine bir ad dahi konulmazdı. Çünkü eski Türklerde ferdî ruhun da bir değeri yoktu. Ancak toplumsal ve şahsî ruhun dereceleri vardı. Türk kültürünün esası da bu şahsiyete ve şahsiyetin kutsallığına dayanırdı. Buna bağlı olarak ortaya çıkan şahsî ahlâkın, biri olumlu, biri olumsuz iki temel kuralı ve gayesi vardı. Olumsuz olanı, insanın şahsiyetini saygıdeğer tanıyarak ona dokunulmamasıdır. Bu kuralların toplamına adalet ahlâkı da denilir. Adalet de, fertlere hiçbir şekilde tecavüz etmemektir. Cemiyet ve ferde karşı her türlü saldırı adalet ahlâkını ilgilendirir.

Olumlu olan şahsî ahlâkın kuralı ve amacı ise genel hukuk içinde yer alan görevler ile özel anlaşmayla ortaya çıkan görevleri kapsar. Bunların hepsi de Türklerde ferdî şahsiyetin kutsallığına dayanır.[4] Çünkü eski Türklerde Gök Tanrı “Sulh Tanrısı” olduğu gibi, aynı zamanda, adalet ve şefkat Tanrısı idi. Eski Türklerin dininde, şahsiyeti gösteren bazı semboller mevcuttur. Her insanda Yakut Türklerine göre, ‘Kut (Kuvvet)’[5] denilen ruh bulunur. Bu nedenle, insanın kutlu olması, keramet ve şahsiyet sahibi olması demektir. Bu bağlamda, madem ki şahsiyet kutsaldır; o halde, şahsiyete sadece saldırmamak yetmez, aynı zamanda ona sevgi ve saygı da göstermek, yardım da etmek üzerimize düşen bir borçtur. Bu nedenle Türk ahlâkında kan dökmek, insanlara, esirlere ve kölelere kötü muamele[6] hiçbir zaman hoş karşılanmamıştır. Türkler, sadece insanlara karşı değil, aynı zamanda[7] hayvanlara ağaçlara, hatta bitkilere karşı şefkat ve merhamet göstermişler; bunu sadece lafta bırakmamak için de birçok vakıflar, hanlar, hamamlar, köprüler, imaretler ve kervansaraylar inşa ettirmişlerdir.

Türk ahlâkında savaşta adam öldürmek zorunlu bir durumdur, fakat esirlere iyi ve insanca davranmak da değişmez bir görevdir. Savaş esnasında şahsî ahlâkın bazı ilkeleri vatan ahlâkı için feda edilmektedir. Savaş anında da olsa kan dökmek insan vicdanını sızlatmaktadır. Çünkü Gök Tanrı, sulh tanrısı olduğu gibi, aynı zamanda, adalet ve şefkat Tanrısıdır da.


Savaş anında vatanın kutsallığı, şahsiyetin kutsallığına uyduğundan, sadece “ferdî hayatın dokunulmazlığı” kuralı sarsılmış olmuyor; aynı zamanda, ‘ferdî mülkiyetin dokunulmazlığı’ da sarsılmış oluyor. Savaşa bütün millet tek vücut, tek aile, olarak katılma şuuruna hakim olması sebebiyle, savaş ve yoksulluk artınca, ferdî mülkiyete saldırı da artmış oluyor. Savaş ticareti çok büyük haksız kazançlar elde edilmesini sağladığından toplumun ekonomik ve ahlâkî kuralları da sarsılıyor.[8]

Calaud Farrere Türklerin şahsiyet ve meziyetlerinden bahsederken şu hususları özellikle vurgulamaktadır: “Türk erkeği içki içmez (Ermeni ve Rumlar hariç), ne bira ne şarap ve başka alkollü içki. Bu nedenle karı-koca arasında kavga döğüş olmaz, dayak görülmez, gözyaşı akmaz”.[9]

Namuslu birer Müslüman olan Türkler, tefecilik bilmezler, faiz dince zaten yasaklanmıştır. Fakat bu insanlar tefeci Ermenilerce alabildiğine soyulmuş, adeta derileri yüzülmüştür.[10] Müslüman Türkler arasında şahsî ahlâkı bozucu unsurlara karşı insanı en etkili koruma yolu olarak Kur’an ahlâkı görülmüştür. Çünkü İslâm’da şahsiyeti ruhun meydana getirdiği, onun ulûhiyet güneşinden ışık almış olduğu ayetle belirtilmektedir. “Sonra Allah onu düzeltip tamamladı ve bizzat kendi kudretinden ona ruh verdi.”[11]

Başka bir ayette: “İnsanoğlunu mükerrem kıldık”[12] buyrulur. İşte bu Kur’an’ın kazandırmış olduğu şahsiyet sayesinde insan yeryüzünde Allah’ın vekili, temsilcisi olarak tanınmıştır. Bu nedenle “şahsiyet, İlahî kaynaktan gelen bir esim, uluhiyetin insanlığa bağışladığı yüksek erdemlilik, Allah’ın insanlara bıraktığı kutsal bir emanet ve vekilliktir.”[13] Bundan da anlaşıldığına göre şahsiyet, ferde dıştan ve insan üstü bir kaynaktan verilmiştir. Din ise varlıkları kutsal ve kutsal olmayan diye iki kısma ayırmıştır. Tanrı ve O’na dayanan her şey kutsal, diğerleri ise değildir.

Eski Türklerde insan bir fert olduğu için değil, bir şahsiyet olduğu için değerlidir ve saygıya lâyıktır. Bu nedenle “bir Türk başlı başına bir millettir”.[14] “Türkler hayatlarını teşkilatlandırmakta gayet akıllı ve mahirdir.”[15] Önceleri toplumcu şahsiyetler olduğu için toplumlar kutsal sayılırdı. İşbölümü Türk toplumunda yaygınlaştıkça ferdî şahsiyetlerle birlikte fertler de kutsal tanınmaya başlandı.[16] Böyle bir şahsiyet, insanın medenîleşmesi, ferdin şahsiyet kazanmasıyla geçerlidir. Bu da ferdin şahsî ahlâka gereği gibi uymasıyla, yâni gerek kendi şahsiyetini, gerekse başkalarının şahsiyetini saygıdeğer tanıması ile mümkün olur.


Türkler çok namusludur, vefakârdır, dürüsttür, katı görünüşlüdür belki ama zayıflara ve iyi insanlara karşı inanılmayacak kadar yumuşaktır.[17] Yine Türkler her işlerini bizzat kendileri yaparlar; içleri, dışları birdir; içten pazarlıklı değillerdir; iyi karakterli ve merttirler; boş işlerle meşgul olmazlar, öyle kâğıt vs. gibi oyunlara ayıracakları pek vakitleri de yoktur; az uyurlar, en az zevk aldıkları şeylerden birisi de yemek yemektir; bunun için az yerler,[18] bir kere sevdiler mi tam severler; sevgilerini her hareketlerinde, her sözlerinde açığa vururlar.[19] Türklerin asla hoşlanmadığı ve hoş karşılamadıkları diğer hususlar ise, yalakalık, ikiyüzlülük, riya, söz getirip götürme, büyüklenme, başkalarının malına, ırzına, namusuna, canına göz dikmek ve yapılan bu işleri kitabına uydurarak helâl saymaktır.[20]

Türkler az konuşmaktan hoşlanır; ne kadar az konuşurlarsa da çevrelerinde o kadar fazla saygı uyandırırlar. Çünkü onlar dünyanın en geniş yürekli ve en sakin ve ağırbaşlı insanlarıdır, lüzumsuz telaşlanmaz ve tecessüs göstermezler; soğukkanlı, ama tedbirli, öyle lüzumsuz bağırma patırtı yapmazlar; çalışkandırlar; ağır ve yavaş hareket eder, bu ağırlık ciddiyetleri ve kendilerine olan özgüvenden kaynaklanır, kendilerinde doğuştan gelen bir disiplin ruhu mevcuttur.[21]

2. Aile ve Toplum Ahlâkı

Türkler aileye ve aile hayatına çok büyük önem vermişlerdir. Aile baba hakimiyetine dayanmakla beraber, kadının da ailede çok büyük bir yeri vardır. Kadın aile içinde erkeğin haklarına yakın, hatta bazı konularda onun haklarına eşit haklara sahiptir.

Eski Türklerde aşiret devrinde klanı temsil eden “sosyal aile” mevcuttu. Çeşitli aşiretler bir kavim devleti şeklinde birleşince ‘ev’ de sosyal aile özelliğini almış oldu. Ailenin bu şekline ‘ocak’ denir. İslâm öncesi Türk ailesinde biri atanın, biri büyükbaba ve annenin olmak üzere iki ‘man’ barınırdı. Aile fertleri Aile Tanrısı ile birlikte bir de Tanrı ve dişi Tanrı’ya ibadet ederlerdi. Doğu Türklerinde hâlâ ateşin sönmemesine dikkat edilmesi bundandır. Bu ateş eski Türklerde atalarının daima canlı olan ruhu, ailenin görünen sembolü, hem de mabudu durumundaydı. Onun içindir ki, bir insana en büyük beddua, ‘ateşi sönesice’, ‘ocağı sönesice’, ‘ocağın tütmesin hemi’dir. Aile ocağının ateşine ‘od ata’ denilirdi. Bu ateşi iki ruh taşır ki bunun anlamı eski Türklerdeki aile, baba ile birlikte ana soyuna da aynı değeri veren eşit haklara dayalı bir ailedir. Eski Türk ailesinde ailenin özel hakları baba ile ananın ortak kişiliğinde bulunur. Bu haklar esas itibarıyla ‘od ata’ ile ‘od ana’ya ait olup, karı ile koca bu haklara onlara vekaleten sahip olurlardı. Hakan ile Hatun da “Ay ata” ile “Gün ana”nın vekili ve temsilcisi oldukları için kamu haklarını kendilerinde toplarlardı. Çünkü eski Türk inancı ve töresine göre, ‘Ay ata’ ile ‘Gün ana’ evrenin; ‘Hakan’ ile ‘Hatun’ da insanlığın hakanı ve kraliçesi durumundaydı. Bu nedenle hükümet tarafından çıkarılan emirlerde ‘Hakan ile Hatun emrediyor ki.’ şeklinde ilân edilir; elçiler ikisinin huzurunda kabul edilirdi.[22]


Eski Türklerde esas olan tek kadınla evlenmektir. Çünkü Türklerde her evlilikten yeni bir ev, yeni bir aile yuvası oluşur. Evlenmek ev-bark sahibi olmaktır. Evlenen genç babasının ve anasının malından miras payı alarak ayrı bir ev kurardı. Kadın da çehizini bu yeni eve getirirdi. Bu nedenle Türklerde iç güveylik yoktur. Çünkü Türkler bu evliliği töre nikahıyla gerçekleştirirlerdi. Töre nikahı da ancak kendi ‘il’inden alacağı asil bir kadınla olurdu. Bu ilk töre nikahı ile evlenen kadınlar ‘hatun’ yani prenses idiler. Türkler töre gereği İl’in içinden, soyun dışından evlenmek zorundaydı. Soylu bir kadın, ancak İl içinde olan bir kadındı. Soylu kişinin, soylu eşi ancak bu İl’den olduğu zaman soylu olabilirdi. Türk ailesinde hem ana hem de baba soyuna önem verilirdi. Bu ikili aynı zamanda ailenin gerçek yasal sahipleridir. İki taraflı bu asalete sahip olamayan hem ana hem baba tarafından Türk olmayan birisi saltanat hakkına sahip olamazdı.[23]

Eski Türklerde tek kadınla evlilik esas olmakla beraber, fetih zamanlarında töreye aykırı, töre nikahı yapılmaksızın alınan ve ‘kuma’ adı verilen kadınlarla da evlenilirdi. Bu durumda evin gerçek sahibi ve erkeğin hayat ortağı olan yalnızca ilk kadındır; o hatundur, o anadır, onun çocukları mirastan eşit hak sahibidir. Daha sonra aileye katılan kumalar ise ‘odalık’ niteliklerine sahip, ilk kadının emri altında, dinî ve hukukî yeri bulunmayan, çocuklarının kendisine ana diyemediği ve ancak teyze diyebildiği, doğurduğu çocuğun mirastan daha az pay aldığı, ilk kadının çocuklarıyla hiçbir şekilde eşit olamayan bir hanımdır.[24] Bu nedenle, kadınlar mecbur kalmadıkça bir kadının üstüne kuma olarak gitmezlerdi.

Şahsiyetli ahlâkın erkeklerden olduğu gibi kadınlardan da istediği iffet, temizlik ve inceliktir; çünkü kadınların ciddi ve onur sahibi olmaları önemli bir vazifedir. Cinsel ahlâkta esas olan kadın ve erkeğin incelik, utanma duygusu, iffet ve ismetini korunmada sağlam olması ve ödün verilmemesidir.[25] Bunun dışında kalan âdet ve alışkanlıklar değişebilir. Ahlâkî davranışın fâili olan şahıslar kutsal olunca, her kutsal şey gibi, hiçbir kimsenin onun kişilik haklarına dokunmaması gerekir. Bu hakların korunmasına hem erkekler hem de kadınlar uymalıdır. Çünkü her iki şahsiyet grubunun hakları kutsaldır.

İslâmî ailenin getirdiği yenilik sadece mirasta yeni haklar sağlanması değil, bunun dışında kadına üzerinde sadece kadının tasarruf edebileceği para veya mal olan ‘mihr (mehir)’, kadının istemediği erkekle evlendirilmemesi, iffeti korumayı esas alarak üvey ana ile evliliği yasaklaması, cahiliye döneminde mevcut olan ve birtakım nikâh adını taşıyan adetleri kaldırarak[26] onun yerine iki tarafın özgürce ortaya koyduğu bir sözleşme olan nikaha bir kutsiyet kazandırmış olmasıdır. İslâm kadına birçok haklar sağlamıştır. Bunlardan biri de kadının istemediği birisiyle zorla evlendirilmeye kalkışılmasını engellemesidir. Hz. Peygamber, kadın rızasının olmadığı bir evlilikte, nikahın da olamayacağını beyan etmiştir.[27]

İslâm dini, ailenin haklar açısından devamını sağlıklı bir şekilde sürdürülmesi için, erkeğe ve kadına birtakım haklar ve görevler yüklemiştir.[28] Evlilikte devamlılığı sağlamak için, geçici evliliği de kaldırmış ve işe devamlılık kazandırmak için birtakım ön tedbirlere müracaat etmiştir. Sağlam bir evlilik temelinin atılabilmesi için öncelikle eşler arasında maddî ve manevî denkliğin (küfüv) olması istenmiştir. Denklik daha ziyade manevî olgunluk ve ahlâkla ortaya çıkmaktadır. Zira aile mutluluğu iki tarafın ahlâken ve manen uyuşmasına bağlıdır. Ahlâkî ve manevî denklik esas olmakla beraber, eşler arasında ayrıca yaşça, malca, fikir ve bilgice, aile ve milletçe, mizaç, seciye, soy, iyi ahlâk, iffet, fazilet, sıhhat ve güzellik yönlerinden de bir denkliğin olması, dikkat edilmesi gereken hususlardır.[29] Çünkü yürümeyen bir ailenin çözülmesi, boşanma, Hz. Peygamber’in ifadesiyle “bozuklukların en hoş olmayanı”dır, fakat bu yol hoş görülmese, arzulanmasa bile ihtiyaç ve zorunluluklar sebebiyle serbest bırakılmıştır.

Göktürkler de fuhuş nedir bilinmezdi. Evli kadına tecavüzün suçu ölümdü. Bekar kız tecavüze uğramışsa, genç kız da eğer o kişi ile evlenmeyi kabul etmezse, o kişinin de cezası ölümdü. Eski Türklerde örtünme ile ilgili belirleyici bir kayıt da mevcut değildi. Genellikle tek kadınla evlenilirdi. Kadın kendi sahasında bir otoriteye sahipti. Kabile ve aile içinde özel bir yeri vardı. Kadın ve erkek aynı haklara sahipti; ayrıca siyasî ve sosyal roller de üstlenirdi. Mesela hakan kararları, yasaları ilân ederken, elçi kabul ederken hatun olmaksızın tek başına kabul etmezdi. Erkek, kadınına büyük değer verir ve saygı gösterirdi.[30] Baba ölünce oğul babasının hanımlarına bakmaya ve öz anası olmayanlarla evlenmeye mecburdu. Aynı durum ağabey kardeş, amca yeğen için de geçerliydi. Baba ölmeden malı taksim etmişse kızlar mirastan pay almazdı.[31] Doğu Türkistan Türklerinde, kadın evleneceği kişiyi seçmede kısmî bir özgürlüğe sahipti. Kadına evlilik bedeli olarak “toyluk” diye bir hediye verilirdi. İktisadî ve hukukî hürriyete sahipti; tasarruf hakkı vardı; akrabalık ana ve baba tarafından ortak geçer.

Eski Türkler iffete çok büyük bir değer verirler. Doğum yapacak kadının imdadına Ayzıt adında bir doğum Tanrıçası koşar; eğer kadın iffetsiz ve kötü birisi ise onun yardımına kadın ne yaparsa yapsın asla gitmezdi.[32]

İslâm öncesi Türklerde diğer Avrupa ve Arap ülkelerindekilerle mukayese götürmez bir iffet, ismet ve namus anlayışı vardı. Bunun temelinde örf ve âdetler olmakla birlikte, o günün dinlerinin de çok büyük rolü vardı. Ayzıt doğum Tanrıçası’nın iffetsizin yardımına gitmemesi, o günkü Budizm, Brahmanizm, Şamanizm, Zerdüştlük vb. gibi inanç ilkelerinin insanların ve kadınların fuhuş bataklığına düşmemelerinde önemli bir rol üslendiği görülür.

Çeşitli dünya milletleri arasında o gün en şanslı durumda olan Türk kadınlarıdır. Buna rağmen sahip oldukları hak ve değerler yine de istenilen ve arzu edilen seviyede değildi. Kadınları gerçek şahsiyetlerine yakışan, bulundukları durumdan daha iyi bir seviyeye çıkaran, onları gerçek iffet, ismet ve namus anlayışına sahip kılarak seviyelerini yükselten, lâyık oldukları dereceye ulaştıran İslâm olmuştur. Türk ailesinde evlilik kutsal ve namusa uygun bir şeydir; bundaki amaç ise insan sayısını yasal yollarla artırmaktır.[33]

Anadolu Türklerinde kadınlar misafirlerden kaçmaz; ayrılırken onları çok candan bir şekilde uğurlarlardı. Anadolu’da Aleaddin Artana Bey’in hanımlarından biri olan Tağa Hatun otururdu. Bu çok cömert ve faziletli bir kadındı. Yanına gelindiğinde geleni ayakta karşılar, güler yüzle selâm vererek konuşurdu. Türk kadınları erkekten kaçmadıkları için yüzleri görünür; meclise hatunlardan biri geldiğinde sultan ayağa kalkar, onun elinden tutarak tahta oturturdu; bütün saygı ve ihtiram Türk halkının gözleri önünde olurdu.[34]

İslâm sonrası Türk toplumunda kadın yüksek kabul törenlerinde yer alır, onlar da erkeklerle birlikte siyasî ve askerî toplantılarda eşit derecede roller üstlenirlerdi. Yine kadınlar bazı yerleşim bölgelerinin ve şehirlerin idarecileri olabilirlerdi.

İslâm sonrası Türkmenler de dünyanın en demokrat halkıdır. Onlarda eşitlik ilkesi en üst seviyede işlerdi. Her erkek “Tekin”, her kadın da “Hatun”dur. Türkmenler kendilerini “Oğuz Han” soyundan sayarlar. Türkmenler eşitliği seven ve aile içinde buna önem veren bir topluluktur. Bu eşitlik anlayışı, çok kadınla evliliğe de imkan vermemektedir. Türkmenlerin büyük bir çoğunluğu tek kadınla evlidir ve çok evliliği de uygun görmezler. Çok evliliği engellemek için de kızın mehrini çok yüksek tutarlardı. Bunun için de kadının değeri yüksek olurdu. Türkmen kadınları çok büyük özgürlüğe sahipti; toprakları ve sürüleri vardı. Türkmenlerde zengin ve fakir herkes kendi işini kendisi görür; bu nedenle Türkmenler hizmetçi kullanmazlardı. Bu kadınlar olağanüstü becerilere sahipti; çok güzel ve ince işli halılar, işlemeler vb. şeyler yaparlar ve kendi çeyizlerini kendileri düzerlerdi.[35] Ama boş işlerle hiç meşgul olmazlardı.

Özbeklerde de ana yönünden soyluluğa önem verirlerdi, fakat onlarda Türkmenler kadar eşitlik yoktu; aile feodalitenin tesiriyle devlet saltanat halini almış ve kadının özgürlüğü kısmen kısıtlanmıştı.

A. Osmanlı Döneminde Kadın Hakları ve Kadının Durumu

Osmanlı Türklerinde kadın erkekle aynı manevî eşitliğe sahipti; ancak dinin sağlamış olduğu bu eşitlik hakkının medeni kanun sicillerine geçmesi için XV. asrın geçmesi gerekmişti. Evlilik sözleşmesi tamamen medenî bir şekilde kadının önünde gerçekleşirdi. Bu devirde Batı’da ise kadının ruhunun olup olmadığı, cennete gidip gidemeyeceği tartışılıyordu. Böyle bir dönemde Osmanlı Türk kadını, sadece kocasının girebileceği ve yabancı erkeklerin gözleri ve düşünceleriyle hürmetini kıramayacağı mabet misali odasında, hareminde hayatını sürdürürdü.[36] Kadının manevî sorumluluğu prensibi Kur’anca belirlenmiş, hem bu dünyada hem de ahirette cinsler arasında hiçbir ayrım yapılmayacağı açıkça ilân edilmiştir.[37]

Osmanlı Türklerinde de çok kadınla evlilik son derece azdır. Din dört kadınla evlenmeye izin vermiştir, fakat nüfusun yüzde sekseni tek eşle evlidir.[38] Bu taşrada daha da azdır. Koca hanımına veya hanımlarına eşit davranmak zorundadır. Yaş, soy, servet, din gibi hiçbir ayrımı kabul etmeyen bu eşitlik (adalet) her hususu içine almaktadır. Bilhassa yiyecek giyecek, barınak, karı-koca münasebetlerini ilgilendiren hususlarda eşitlik daha bir titizlik ve adil bir şekilde uygulanmaktadır.

Koca, kendi durumuna, mevkiine ve imkanlarına göre hanımın geçimini temine mecburdur. Gerek Kur’an’ın açık tavsiyeleri, gerekse Peygamber ve kanunların kadınlara iyi muamele etmesi ve onların geçimini tek başına koca tarafından yürütülmesi gerekliliği ve kadınlar arasında lüzumsuz çekişme ve huzursuzluk çıkarması, erkeklerin, huzuru ihtiraslarına tercih etmeleri Müslümanlar arasında çok kadınla evlenme vakalarının oldukça ender görülmesine çok büyük katkıda bulunmuştur. Durumu ve geçim seviyesi iyi olanların ekseriyeti de Avrupalıların adetlerine kendilerini uydurabilmek için tek kadınla evliliği tercih etmektedirler. Osmanlı Türklerinde de kadın evinin mutlak hakimidir. Evdekilerin kimini terbiye eder, eğitir, kimilerine emirler verir; kadınlardan istediklerini misafir eder, ziyaretçiler kabul eder. Gerek gezinmek, gerek ziyareti iade için günün her saatinde örtülü olarak hizmetçi ve köleleriyle sokağa çıkarlar.[39] Kocası birçok işinde onun fikrini sorar. Türkiye’de kadınlar Avrupalıların zannettiği gibi horlanmamışlardır. İslâm dininin kadına yüklemiş olduğu en büyük görev çocuk doğurmak, onları eğitmek ve büyütmektir. Allah ondan yalnız bunu ister, kadınlar başka işlere bedenen iştirak etmek zorunda değildir. Müslümanların kadın ruhuna değer vermedikleri düşüncesi de yanlıştır.[40]

Bir anne olarak, erkek ve kız çocuklarının korunması, beslenmesi ve eğitimi konusunda hak sahibidir; çocuklarının tatlı dilleri, gittikçe artan şefkat, kocasından gördüğü engin saygı, sevgi hürmet, ailesinden esirgemediği ihtimamın mükafatıdır. Çocuk büyüdükten sonra da bu ihtimamları hiçbir zaman unutmaz. Türkiye’de sultan da dahil, herkes ana adını sonsuz bir şefkat ve hürmetle anar.

Osmanlı Türklerinde kadın hem kanun hem de dine göre hakları ve vazifeleri olan muhterem ve sorumluluk sahibi bir varlıktır; birçok medenî hak ve vazifeleri vardır.[41] Kadın, kadınlara imamlık vazifesinde bile bulunabilir. Ayrıca siyasi hak ve vazifeleri vardır. Çünkü cihat (din ve ülkeyi koruma) şahsî bir mecburiyete dönüştüğü zaman, düşman İslâm ülkesini istila ettiğinde, kadın kocasının izni olmaksızın bile düşmana karşı din ve ülkesini korumak zorundadır. O da tıpkı İslâm savaşçısına verilen “eman”[42] verme hakkına sahiptir.

Türk erkeği kadınından üstün olduğuna inanır, fakat karısına karşı daima yumuşak davranır; ona sadıktır, fakat yumuşaklığı büyük bir vakar taşır; himaye edici bir havası vardır. Onun bu tavrı zayıf bir varlık karşısında kudretli bir varlığın onun mutluluğu için gerekli koruyuculuğuna benzer. Erkek kadına Allah’ın kendisine en büyük armağanı gözüyle baktığı için onu her çeşit servet ve mala tercih eder. Karısının ailesine ve kendisine hediye verir. Ailesinin imkanları ölçüsünde yiyecek, giyecek ve diğer ihtiyaçlarını karşılar. Eğer kadını geçindiremeyecek kadar ekonomisi bozuk ise kadına ekmek, yağ, pirinç, odun ve dokumalık iplik veremiyorsa ve kadın da boşanmayı isterse onu boşar; eğer ekonomisi iyi olduğu halde pintilikten, hasislikten çoluk çocuğuna bakmazsa o zaman kadın kanun yoluyla boşanmayı veya kendine bakmasını sağlayabilir. Koca kadına kötü davranırsa şiddetli ceza görür. Erkekte iktidarsızlık, soğukluk gibi durumlar da varsa yasalar yine boşanma hakkını kadına verir.[43]

Kadın ise önce kocasına itaat ederek ev işlerini yürütmek, yemek yapmak, çocuklarını emzirmek ve gözetmekle yükümlüdür. Şayet geçim sıkıntısı varsa, kocanın kazancı yetmiyorsa, yün eğirmek ve el işi yapmakla boş vakitlerini doldurabilir.[44]

Osmanlı Türk kadınının odalara kapatıldığı, hürriyetlerinin elinden alınarak esir ve köle gibi kullanıldıklarına dair bazı Batılı yazarlara en iyi cevabı yine kendi milletinden olan Türkiye’yi gören ve orada yaşayan sefirler, seyyahlar ve elçi hanımları vermiştir. Öncelikle kadının hür olduğunu hatta Türk kadınlarının bütün dünya kadınlarından daha geniş bir hürriyete sahip olduklarını, hiçbir kayıt altında olmaksızın çoğunun günlerini eğlence ile geçirdiklerini, istediklerini yaptıklarını, istedikleri gibi gezdiklerini, alışveriş yaptıklarını, hemen hemen her tabakadan kadınların bu kaidenin dışında olmadığını Lady Montaqu anlatmaktadır.[45] Türkler hakkındaki bu yalan ve saçma yazıları ömürlerinde hiç kadın görmedikleri ve erkeklerle görüşmedikleri halde, onların ahlâkından bahsedenlerden birinin Duman olduğunu belirtir.[46] Kadınlarla ilgili yukarıdaki iddiaların sahibi olan Mr. Hill’in Türkiye ile Mısır’daki mağaraları karıştırdığını ifade etmektedir.[47] Türk kadınlarının da kakum kürklerinin ve başlarına takmak için elmaslarının olduğunu, sıradan satıcının karısının bile saten sırma elbise giydiğini, kadınların istedikleri gibi harcama yaptıklarını belirttikten sonra, Türk kadınlarınca çok ünlü olan hamam sefalarından söz ederek orada toplandıklarını, adeta oranın, kadınların bir çeşit kahvehanesi olduğunu, oraya erkekler giremediği için keyiflerince eğlendiklerini, hem de temiz millet oldukları için yıkanıp temizlendiklerini yazmaktadır.[48] Hamama gitmek her Türk kadını için yedirilip giydirilme hakkı kadar önemlidir. Eğer hamama gönderilmezse, göndermeyeni kadıya dahi şikayet edebilir. Zaten erkekler de kadınların bu isteklerine karşı çıkmazlar. Ayrıca zengin Türk kadınlarından hiçbiri kocalarından hiç korkmazlar. Çünkü onların ekonomik bağımsızlığı vardır; gelirleri kendi ellerindedir. Divan da bu konuda kadınlara hürmet eder.[49]

Türk kadınının maddî temizlik yanında çok önem verdiği bir husus da manevî ve cinsî temizlik olan iffettir. İffet kadınlar için Türklerde çok önemlidir. Bunun için kadınlar sokağa çıkınca örtünürler. Kendilerinin erkeklerin görmesine izin vermezler. Eğer bir taraflarını erkek görürse ruhen kirleneceklerine inanırlar.[50] Örtü İslâm’ın getirdiği kadınları dış kötülüklerden koruyan bir kalkan olarak algılanır. Lady Montaqu “Benim İstanbul’u nasıl sık sık dolaştığımı merak edersiniz. Türk kadınlarının örtüsünü seviyorum, sevmesem de en büyük arzumu (İstanbul’da rahat gezme arzusunu) gerçekleştirmek için buna katlanıyorum”. demektedir. O bile sokakta böyle rahat gezebildiğini inkar etmemektedir. Türk kadınları çok namuslu ve namuslarını korumaya düşkündür. Onların iffetli olmaları helal süt emmiş olmalarına ve dinî inançlarına bağlıdır.

B. Sosyal Ahlâk

Gerçek Türkler iyi kimselerdir; “kendinize yapılmasını istemediğiniz bir şeyi, başkalarına da yapmayınız” emrine çok iyi uyarlar. Onlar Müslüman olsun, Hıristiyan olsun, isterse Musevî olsun, herkes için iyilik isterler. Onlar Müslümanları aldatmadıkları gibi, Hıristiyanları da aldatmaz ve hiçbir çeşit hırsızlığa da müsaade etmezler. Türkler arasında tefecilik büyük bir günahtır. Ve pek görülmeyen bir şeydir.

Türkler çok dindar, çok yardımseverdirler, dinleri için çok gayret gösterirler, onu bütün dünyaya yaymakla vazifelidirler ve onlar bir Hıristiyana değer verirlerse ondan Müslüman olmasını rica ederler. Hükümdarlarına çok bağlıdırlar, ona büyük saygı duyarlar ve itaat ederler. Türklerin hükümdarlarına itaat ettmediği ve Hıristiyanların tarafına geçtiği görülmemiştir. Onlar hiçkimseye sataşmazlar ve şehirde askerler de dahil kılıç taşımazlar, yalnız hançer taşırlar. Türkler çok az kavga ederler, düelloyu ise hiç bilmedikleri şeydir.

Türkler kanaatkardırlar ve etin ne miktarında ne de kalitesinde aşırı titiz değildirlerdir; lokantacılar İstanbul’da çok iş yapamazlar ve onların yemek için yaşadıkları değil, yaşamak için yedikleri söylenebilir.

3. İş ve Meslek Ahlâkı

İslâm öncesi Türkler mesleğe “yol” derlerdi; yolda büyük olan, soyda büyük olandan önce gelirdi. Bir Bektaşi sözünde “belden gelen değil, ilden gelen seyyittir.” İfadesi de yolun soydan önce geldiğini gösterir. Bu dönemde meslek grupları olarak etkin bir teşkilattan söz edilmektedir. Buna rağmen bazı meslekler ve bunlar arasında bir dayanışmanın olduğu ifade edilmektedir. O zamanki eski Türklerde idare eden sınıf, torunlar, kamlar, buyruklar, bitikçiler adıyla dört mesleğe ayrılmışlardır. Daha sonra Osmanlı Türklerinde bunlar mülkiye, ilmiye, seyfiye ve kalemiye olarak dört ayrı yolu meydana getirmiştir. İktisadî meslekler de bunlardan ayrı olarak bulunmaktaydı. Anadolu Selçuklularının son dönemlerinde “Ahiler” teşkilatı meslekî teşkilat fütüvvet prensiplerine dayanan zaviyeler şeklinde teşekkül etmişlerdi. Ahiliğin kendisinden çıktığı fütüvvet, lûgatlarda cömertlik, delikanlılık, babayiğitlik gibi anlamlara gelir; halk içindeki kullanılan anlam ise “dünyada ve ahirette halkı nefsine tercih etmek ve öne almaktır”.[51] Fütüvvet, rağbet gösterilen ulaşılmak istenen bir nitelik, bir ülküdür. XIII. yüzyılda ortaya çıkan bu teşkilat XIV. yüzyılda altın çağını yaşamıştır. Fütüvvet ülküsü sonraları gerek meslekî gerekse dinî şahıs topluluklarının ortak bir adı ve ülküsü halini almıştır. Bazı topluluklarda ise İslâmî anlayıştan sapmalara karşı bir tepkiyi ifade ediyordu. Yine fütüvvet, o devrin şartlarına göre değer meydana getirenlerin ve emeği ile topluma katkıda bulunanların, emeksiz olarak pay almak isteyenlere, devlet gücünü elinde tutanlarla, onların gölge ve himayesindeki vakıflardan tasavvuf perdesi altında yararlanmak ümidinde olanlara karşı bir tepki idi. Bu tepki aynı zamanda İslâm ahlâkı içinde de destek ve temeller bulmuştur. Çünkü fütüvvet, adaletin yerine getirilmesi ve kişinin kendisi için adalet istemekten vazgeçmesidir. Yani başkalarının haklarını korumak için titizlik, kendisi için feragat isteyen üstün bir ahlâk anlayışıdır.[52]

Bu anlayış daha sonraları, önceki üstün niteliklerini kaybederek, bir çeşit şövalyelik ruhunu, yemek yedirtip kafa kırdırtmaya, kaba saba bir cömertlik ve pervasız bir cesaret sergilemeye dönüştü. Ancak ilk dönemdeki fütüvvet ülküsü insanları, bu ideal etrafında toplamak için ne gibi şartlara, niteliklere sahip olmaları ve kendilerini nasıl eğitmeleri gerektiğini gösteren ayrıntılı “fütüvvetname”ler meydana getirmeye zorladı. Horasan’da, Nişabur’da, Irak’ta, Suriye’de değişik yerlerde “melamilik” akımınca benimsendi. Kısmen Şiilerle Batınîlerin de benimsediği yerler de vardır. Özellikle Safevilerden sonra, İran’da, Osmanlı ülkesinde bazı yerlerde fütüvvetin Şii karakter taşıdığı da söylenebilir.[53] Türk esnafının piri olan Ahi Evran’ın memleketi Kırşehir büyük bir Ahi merkezi olmuş ve XV. yüzyılda Mevlevilik-Bektaşilikle karışan Türk esnafı içinde yaşamaya devam etmiştir. Ahi ve Mevlevî düşünceleri Selçuklulardan Osmanlılara geçmiş, daha sonra Suriye, Mısır ve Balkanlar’a kadar yayılmıştır.[54] Bu ülkü, bir tarikat, bir mezhep değildir; ana temelleri cömertlik, yiğitlik, kahramanlık, feragat ve fedakarlık olan bir toplumsal ve meslekî idealdir. Fütüvvet ehlinin özellikle “seyfi” kolunun Osmanlı fetihlerinde çok büyük hizmetleri olmuştur.

Fütüvvetlerin toplum içinde meslek ahlâkı açısından çok büyük bir sosyal ve ahlâkî önemi vardır. Öncelikle ferdi eğitecek ve olgunlaştıracak öğüt ve ilkeleri belirler. Meslek ahlâkının esaslarını verir ve genel ahlâk ile ilgili hususlarla onları özdeştirir.[55] Özellikle helal kazanç ve kişinin çalışarak kazanması hususunu vurgular. Kur’an’da: “İnsan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur”[56] emri verilirken, Hz. Muhammed de: “Hiç kimse el emeği ile kazandığından daha hayırlı bir lokma yememiştir”[57] buyurmaktadır.

Ahi ahlâkının da temelini oluşturan “Fütüvvet Adabı” iki kısımdır: Açık ve içe ait emirler: Cömertlik, tevazu, kerem (alçak gönüllülük), merhamet, bencil olmamak, gerçekçilik vb.

Kapalı ve dışa ait emirler ise gözün harama bakmaması, ağzın günah sözler söylememesi, elin zulme araç olmaması gibi yapılmaması gerekenlerle; bir de kapısı konuklara, kesesi ihtiyacı olanlara, sofrası aç olanlara açılmasını isteyen emirlerdir. Fütüvvet özelliği taşıyan bu kimseler bir araya gelince birbirlerine “yiğit kardeşler” diye hitap ederlermiş. Daha sonraları “ahi” terimi bu ifadeyi kısaca dile getirmek için kullanılmaya başlanmıştır.

Ahiliğin kurulmasında eski Türk gelenekleriyle Şamanizm’in bazı etkileri olmuştur. Türklerin İslâmiyet’i din olarak seçmeleri ve Müslüman olmaları sadece basit bir din değiştirme hadisesi değildir. O aynı zamanda göçebe bir hayat tarzından yerleşik hayata geçmek, bir medeniyet anlayışından yepyeni bir medeniyet anlayışını benimsemektir. Göçebe hayatına bağlı eski Türk ahlâkı, göçebe Türk halkının örf ve adetlerine dayanmakta ve oradan değerlerini almaktaydı. Eski Türk ahlâkında öne çıkan güç ve kuvvet cesaret cömertlik, misafirperverlik, kadirşinaslık vb. temel vasıflar İslâm ahlâkına hiç de yabancı değildir. Bu temel niteliklerle beraber, bunlara Türklerin İslâmiyet’i kabul etmelerinden sonra daha birçokları ilave edilmiştir. Bu vasıflar, Türkler yerleşik hayata geçtikten sonra da uzun bir süre yaşatılmıştır. Osmanlılar döneminde Ahi teşkilatının bir devamı olarak “Esnaf Loncaları” ve “Kethudalıklar” teşekkül ettirilmiştir. Ancak Osmanlı’nın ilk dönemlerinde “Lonca” kavramı yerine “zaviye” kullanılırdı. Zaviyede ve dinî çağrışımlar uyandıran bir anlam vardır. Loncanın tam karşılığı ise “oda” olabilir. “Lonca” XVIII. yüzyıldan sonra yabancı esnaf odaları için kullanılmaya başlanmıştır.[58]

Batı kaynaklı birçok baskı ve etkiden sonra, esnafın başında yer alan şeyh, nakip, duacı yavaş yavaş gitmiş, yok olmuş; onların yerine devletin adamları olan kethüdalar, yiğitbaşları atanmıştı. Bunlardan birincisi devleti; ikinciler esnafı temsil ediyor görünüyorlardı.[59] Aslında bunlar kendilerini temsil etmekten başkalarının işine bakamaz olmuşlardı.

Ahi teşkilatının ülkenin her şehrini, her köyünü, her yerini kaplamış durumdaydı. Kienitz onların hizmetlerini İbni Batuta’dan naklen şöyle dile getirmektedir: “Dünyanın hiçbir yerinde yabancılara bu kadar yardımda bulunan, kötüler ve serserilerle mücadele eden böyle bir teşkilat yoktur. Aynı mesleğe mensup evli olmayan gençler, yaşlı birini kendilerine baş seçiyorlar. Teşkilatlarına “el-fütüvve” adını veriyorlar. Baş seçilen ahi bir bina yaptırıp içini lambalar, halılar ve çeşitli eşya ile donatıyor, günlük kazançlarını her gün teşkilata teslim eden gençler, o parayla kulübün yiyecek, içecek gibi ihtiyaçlarını sağlıyorlar. Ülkede bir yabancı bulunuyorsa onu davet ediyorlar ve gideceği güne kadar ağırlıyorlar. Hiç kimse yoksa kendileri yiyip içip müzik yapıyorlar ve ertesi gün tekrar işlerinin başına gidiyorlar. böylesi iyiliksever insanlara başka bir yerde rastlamadım”.[60]

Ahilerin zaviyelerdeki ortak yaşantı sonucu ortaya çıkan bazı uymaları gereken ilkeleri vardır. Bunlar: Her ahinin bir mesleği, sanatının olması, yeteneklerine en uygun tek bir iş veya sanatla uğraşması, doğru olması, dürüstlükten ayrılmaması, haksız kazanca yönelmemesi, işinde ve sanatındaki ustasına olduğu kadar diğer bütün büyüklerine içten sevgiyle bağlanması, sanatında ve davranışlarında herkese örnek olması, kazancında geçiminden fazlasını yoksullara, muhtaçlara yardım olarak bağışlamasıdır.

Bu kurallar dışında ahinin uyması gereken birtakım görgü kuralları da vardır. 740 maddeye ulaşan bu kuralların öğretilmesi ve eğitimi cumartesi akşamları zaviyelerde yapılmaktaydı.

Anadolu’da erkeklere bağlı ahi teşkilatları yanında, kadınlara ait olan, ahilerin yaptığını, kadınlar arasında gerçekleştirmeye çalışan “Baciyân-ı Rûm” teşkilatları kurulmuştur. Bu teşkilatı Ahi Evran’ın eşi Fatma Hatun kurmuştur. Fatma Bacı olarak bilinen ve sonraları Fatma Ana namıyla şöhret bulan bu hanım “Bacıyan-ı Rum”u ahi birliklerinin kadınlar ve genç kızlar kolu olarak kurmuştur. Bu tarihte o zamana kadar bilinen ilk kadın teşkilatıdır.

Eski Türklerde kadının toplumda önemli bir yeri vardır. İslâm’dan sonra da Türk kadının bu millî ve aslî görevleri, önemini sürdürmeye devam etmiştir. Onlar hiçbir zaman iş hayatından kopmamışlardır. Bunların faaliyetleri arasında örgücülük, halıcılık ve giyim eşyası imali ve askerlik en temel görevleridir, onlar İslâm öncesinde avcılık, binicilik, atıcılıkta usta oldukları ve savaşta büyük yararlılıklar gösterdikleri bilinen bir gerçektir. Ayrıca onlar ahi tekke ve zaviyelerde ağırlanan misafirlere de hizmet ederlerdi.

Fütüvvet ve ahi teşkilatı ahlâk ile İslâm iş ve ticaret ahlâkı büyük bir benzerlik ve ortaklık gösterir. İslâm da çalışmayı, helal kazancı, iş hayatında dürüstlüğü, müşteriyi aldatmamayı, hileli ölçüp tartmayı, malı övüp insanları kandırmayı, karaborsacılık yapmayı, alışverişte insanlara iyi muamele etmeyi, işi yaparken işine dikkat etmeyi, işin ücretini bekletmeden vermeyi çalışanını koruyup kollamayı vb.’yi insana öğütlemektedir.[61]

Osmanlı Türkleri son asra gelinceye kadar bu ahlâk kurallarına çok titizlikle uymuşlardır. “İnsan için kendi çalıştığından başka bir şey yoktur”[62] düştürü doğrultusunda ecdadımız bir ibadet şuuru içinde çalışmışlardı. Türklerden hemen herkesin bir işi vardı. Başta ticaret olmak üzere, çiftçilik, ilim veya sanatla meşgul olurlardı. Padişahlar bile bir meslek sahibi idi.[63] Onlar çok dürüst ve “helâl lokma” kazanmak için uğraş verirlerdi. En küçük işçisinden tutunuz da padişaha varıncaya kadar herkes helâl lokma peşinde koşar. Emri altındakilere de haram lokma yedirmemek için uğraşırlardı. Çünkü İslamiyet, haram kazancın, kişiyi dünyada ve âhirette perişan edeceği düşüncesini Müslümanların kalbine yerleştirmekle manevî bir zabıta ve otokontrol sistemi kurmuştur. Bu manevî murakabe yanında sürekli memurlarla da kontrol vardır. Eğer birisi malı olması gereken fiyatın üzerinde satsa, ilgili memurlar ya onu orada döverler yahut adaletin huzuruna çıkarır ve değnek cezasına mahkum olur, ayrıca tazminat ödetilir.[64] C. Farrere bir gün Çanakkale’de pazara gider; akıl almaz ucuzlukta malları satın alıp yatına dönerken iki asker durdurur, tekrar pazar yerine getirir, her şey kontrolden geçer; sonra kadı malları yükletir, kuruşlarla dolu torbayı C. Farrere’ye verir. Caminin imamı da olan kadı ona bu adamlar senden kâr ettiler. Evet %10 kar ettiler, halbuki yabancıdan kâr alınmaz. Kitapta böyle yazar “yabancıya misafirin gibi muamele edeceksin.” İşte bu Türke layık bir şuur.[65] İşte bu şuur madde ile mananın birleşmesi sonucu elde edilen bir şuurdur. Burada maddî ve manevî murakabenin de büyük bir yeri olduğu hiçbir zaman unutulmamalıdır. Esnafta Allah korkusu yoksa, ona yalnız inzibati tedbirler yetmez. Kaynağını ilahî emirlerden alan bir kanaat duygusu iş ve ticaret hayatında özlenen dürüstlüğü sağlayabilir. Fatih Sultan Mehmet Han tebdili kıyafet yaparak esnafı teftiş etmiş, -o meşhur komşu esnafların birbirini siftah etsin diye kollaması hadisesi- esnafının üstün kanaatkarlığını görünce: “Bu milletteki bu ahlâkî istikamet yok mu, ona dünyalar fethettirir. Milletin ahlâkî zafiyetine halel getirenleri Allah kahretsin”[66] demiştir.

Fatih’in bedduası yankısını XIX. ve XX. yüzyıl Osmanlı Türkiyesi’nde buldu. Bu devirde ekonominin bozulması ve fakirlik halkın ahlâkını da bozdu. Ayrıca Tanzimat’ın azınlıklara sağladığı bazı imtiyazlardan faydalanarak onların askere gitmemesi, bazı vergilerden muaf tutulması, kendilerini ticarete, sanata ve ilme vererek zenginleşmeleri sonucu iktisadî ve ticarî hakimiyeti ellerine geçirmelerine neden oldu. Bu imkanları değerlendirerek tefeciliğe, faizciliğe ve karaborsacılığa başladılar, sonunda Türk ticaret ahlâkına büyük darbeler indirdiler. Yabancı sermayeyi ülkeye getirip Türk esnafının zararına olacak şekilde kullandılar, sonra loncalar çözüldü, kapalı çarşı ve kapanlar zayıfladı, namuslu esnaf o azınlıklarla rekabet edemez hale gelerek kapılarını kapamak zorunda kaldılar.

Ülkeyi yönetenlerin gününü kurtarma politikalarının sonucu memleketin kaderi Koca Sekbanbaşı’nın dediği gibi “manav, bakkal, balıkçı, kayıkçı, hamal vb. gibi görünüşte Müslüman fakat temizlenmekten haberi olmayan ayak takımının”[67] elinde bulunuyordu. Osmanlı ülkesindeki iş ve ticaret ahlâkının bozulmasının baş aktörleri yine azınlıklar olmuştur. Porter diyor ki; “Türkler arasında sahtekâr da çıkar, ama sahtekarlığı mutlaka Rumlardan öğrenmişlerdir. Çünkü gerçek Türk toplumunda sahtekarlık yoktur”, Türk-Rum karışımı köylerde Rumlar Türkleri kendilerine benzetmişlerdir.[68]

Bilindiği gibi Tanzimat’la sağlanan imtiyazlar sonucu gayrimüslimler Türk yönetiminde kilit noktalara gelmeyi başarmışlar, bu uygulama imparatorluğun yıkılışını hızlandırmış, IX. yüzyılın sonuna doğru da, aydını da, cahili de milli ahlâkın değişmez unsurlarına saldırmaya başlamış, eski Türk ahlâkı ile alafranga ahlâk adeta birbirine karışmıştır.

4. Vatan ve Devlet Ahlâkı

Her milletin yeryüzünde gerçekleştirdiği tarihî ve medenî üstlendiği bir görev vardır. Türk milletinin üstlendiği görev ise ahlâkın en yüksek faziletlerini gerçeklik sahasına çıkarmak, en mümkün görülmeyen fedakarlıkların ve kahramanlıkların mümkün olduğunu ispat etmektir.[69] Böyle önemli bir görevi yerine getirmek için iki temel unsura ihtiyaç vardır. Bunlardan birisi vatan, diğeri de bunun üzerinde bu ahlâkî etkinlikleri sağlayacak veya buna imkan verecek olan devlettir.

A. Devletin Ahlâken Lüzûm ve Önemi

Devlet, “cemiyetin huzur ve saadetini temin etmek, hukuk ve hürriyetini, namus ve mukaddesâtını şer güçlerin saldırılarından korumak için -umumun vesâit ve vekâletine hâiz- bir adalet gücüdür.”[70] Bu tarifte de belirtildiği gibi, sosyal ve ahlâkî hayatın normal bir şekilde devam edebilmesi için devlet bir zarurettir. Aynı zamanda, halkın işlerinin adaletle yürütülmesi, dinî vecîbelerin en önemlilerindendir. Bunun içindir ki, devletsiz dinin devam ve bekâsından söz edilemez. Çünkü, Allah iyiliği emretmiş, kötülüğü yasakmış,[71] zulme uğrayanlara yardım etmeyi, adalet ve cihadı farz kılmıştır. Emirlere uyulması, adaletin tesisi, zulmün ortadan kaldırılması,[72] iyilik, hayırseverlik vb. iyi hasletlerin yayılmasını temin etmek de devletin gerçekleştirmesi gereken görevlerdendir.

Toplumsal hayat için zarûrî ve kaçınılmaz olan devlet, aynı zamanda, kişinin hayatını, hürriyetlerini, hak ve hukukunu, vicdanını ve mallarını da korumak zorundadır.[73]

Her yönden ahlâkî, siyasî, hukukî ve idarî bir birlik ve zaruret olarak karşımıza çıkan devletin ahlâkla bir alakası olduğu gibi, ahlâkın da devletle bir alâkası olduğu muhakkaktır. Ahlâkın devletle olan ilişkisi, her vazi feden söz edildiği zaman ortaya çıkar. Devlet demek, büyük ölçüde karşılıklı vazifeler ve sorumluluklar demektir. Her vazife ve sorumluluktan söz edilen yerde ahlâktan da söz ediliyor demektir. Devletle ilgili vazife ve sorumluluklara “Devlet Ahlâkı” denir. Ahlâk devleti koruduğu gibi, devlet de ahlâkı korur. Devletle ahlâk adeta iç içe ve devamlı bir ilişki hâlindedir. Bu sebeple, ahlâkın korunması, yaşanması ve devamının sağlanması için devlet, lüzûmlu bir kurumdur.

B. Eski Türklerde Vatan ve Devlet Ahlâkı

Eski Türklerde vatan ahlâkı çok güçlü idi. Hiçbir Türk, kendi il’i (milleti) için hayatını ve en sevdiği şeylerini feda etmekten çekinmezdi. Çünkü il, Gök Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi idi. Efsaneye göre, Gök Tanrı Türklerce kutsal olan Aşk Gecesi’nde bir Altın Işık olarak yeryüzüne inmiş, bir bakireyi yahut bir ağacı gebe kılarak bu kutlu İl’in üremesine neden olmuştur. İl’in oturduğu memlekete “yurt” yahut “ülke” denirdi. Orhun Abidelerinde “İl” devlet anlamında da kullanılmıştır. Ayrıca “İl” memleket, ülke, vatan, devlet düzeni vb. gibi anlamlara da gelir.[74] Türk nereye giderse gitsin ve hangi anlama gelirse gelsin bu asıl yurdunu unutmaz. Çünkü, atalarının mezarı oradaydı. Çocukluk çağı, baba ocağı, ana kucağı hep orada bulunuyordu.[75]

Eski Türk anlayışında Oğuz Türkleri, Türklerin en gelişmiş ve soylu bölümünü teşkil ederdi; bu bağlamda yeryüzü bir Türk devleti, Oğuz Kağan da bütün insanların hükümdarı olarak düşünülürdü.[76] Çünkü onlara göre gök, devletin bir çadırı, güneş de Oğuz Kağan Devleti’nin bir bayrağı olacaktı.[77] Bu devletin amacı da dünyada huzur ve barışı tesis etmekti. Bu nedenle de kurulan bütün devletler kendilerini Oğuz Han’a bağlıyorlar ve O’nun düzeniyle yetiniyor ve öğünüyorlardı. Zira eski Türklerde devlet ile barış içinde yaşama İl kelimesinde anlamını bulmuş, bu teşebbüs de bütün dünyaya sulh ve barış getirmeyi amaçlamıştı. “İl” kavramı, aynı zamanda, eski Türkler açısından barışı dinleştiren “sulh dini” denilebilecek bir din sistemidir. İl’in timsali olan Gök Tanrı, sulh, barış tanrısıdır. “İlhan” da barış dininin yayıcısıdır.

Türklerin İslâm’ı kabullerinden sonra İl yerine “devlet” kelimesinin tercih edildiği görülmüştür. Devlet ise, “işleri çekip çevirmek” anlamında kullanılır. Mülk kelimesiyle de karşılanan devletin amacı da barışı sağlamaktır. “Adalet, mülkün temelidir” vecizesindeki mülk, devlet anlamında kullanılmıştır. Buna göre devlet: “Bir milletin veya bir kavmin veya çeşitli kavimlerden birleşmiş bir kısım halkın diğerleri arasında şahsî hukuk ve mülklerini birçok şartlar ve nizamlar dairesinde muhafaza etmekle beraber, bu vasıta ile hepsini birleştirerek tek vücut halinde düzen altına alıp hariçten tecavüz vukuunda dahi ülkeyi müdafaa edecek askerleri hazırlamaya mecbur olan idare kuvvetinin toplamına”[78] verilen bir isimdir. Bir başka tanımda: “milletin kuvvet ve kudretini çoğaltmak, herkesin hak ve hukukunu korumak, vatanı düşmana karşı savunma tedbirlerini almak için kurulmuş genel bir idaredir”.[79]

Yine eski Türklerde her çeşit hükümranlık İl’e (devlete) aitti. Küçük illerde, bütün İl bir milletin meclisi hükmündeydi. Halkı bu meclis idare ederdi. Türk illerinde çeşitli İllere ait farklı isimde meclisler vardı.[80] İl her şeyin hakimi olunca, “il mi yaman, bey mi yaman?” atasözü de hükümranlığın hakanda değil de, İl’de olduğuna işaret eder. Eski Türklerde bir İl, başka İlleri kendi idaresi altına alınca, onların düzenini bozmazdı. Çünkü o İl, bütün diğer Türk İllerini barışa çağırmaktadır. Onlar savaşlarını da daimi kalabilecek daha geniş barış ve asayiş sahası kurmak için yaparlardı. Türkler hiçbir zaman emperyalist bir ruh taşımamışlardır; çünkü onlar Mançurya’dan Macaristan’a kadar bütün Turan Kıtası barış, mutluluk ve asayiş içinde olsun diye yalnız Türk illerini birleştirmeye çalışmışlardır. Bu anlayış bir millî kültür haline gelmiştir. Millî kültürle eş tutulan töre vatanla da aynileştirilmiştir. “Ülkeden vazgeçilir fakat töreden vazgeçilmez” sözü millî kültürün önemini ortaya koymaktadır. Eski Türk mitolojisinde “Türk Töresi”ne uymadığı için babanın bile öldürülmesi, töre gereğidir.[81]

Ziya Gökalp, millet mefkuresini, diğer zümrelere ait mefkurelerden, mesela aile, meslek, ümmet, medeniyet ve milletlerarası birlik mefkurelerinden daha yüksek tutar. Bu nedenle vatanî ahlâkın da diğerlerine üstün gelmesi gerektiğini savunur. Çünkü vatanî ahlâkımız kuvvetli olmazsa ne istiklalimizi ne hürriyetimizi ne de vatanımızın bütünlüğünü koruyabiliriz.[82]

Türk devlet ahlâkı açısından Türk toplumu iki farklı dönem geçirmiştir. Bunlardan biri, ilk Türklerin Orta Asya’nın bozkırlarında tarih sahnesinde göründükleri andan İslâm’ı kabul ettikleri X. asrın sonlarına kadarki süredir. Bu dönemde bu millet, her türlü yabancı tesirlerden uzak kalmış ve kendi benliklerini korumuşlardır. Bu döneme kadar benimsedikleri çeşitli dinler, İslâm kadar manevî benliklerine tesir edip iz bırakmamış; yine çevrelerindeki insan topluluklarıyla kurmuş oldukları ilişkiler de gelenek ve göreneklerine bağlı kalmayı engellememiştir.

C. İslâm Sonrası Türklerde Vatan ve Devlet Ahlâkı

Genel olarak “ümmet çağı” olarak nitelendirilen, Türklerin İslâm’ı kabul ettikleri tarihten XIX. yüzyılın sonuna kadar olan yaklaşık 900 yıllık dönemde Türkler, İslâm’ın toplayıcı ve birleştirici etkisi altında yeni esasları benimsemişler, kendi yasa ve törelerini bırakarak, İslâm’ın getirdiği yeni dünya görüşünün esaslarını çizdiği çerçeve içinde bütün İslâm alemini kucaklayan bileşik hayata uymuşlar, yeni bir ruh ve anlayışla tarih sahnesine çıkmışlardır.[83]

İslâm’ın getirmiş olduğu bu yeni dünya görüşünde insanlığın yeni tanıdığı birçok hususlar da vardır. Bunlardan bir kısmı bir yenilik, bir devrim niteliği taşırken, bir kısmı da eskiden var olup da özüne yabancılaşmış, aslını kaybetmiş olan değerleri ve müesseseleri yeniden kurmak ve aslına uygun hale getirmeyi amaçlamaktaydı. Bunlardan bazıları şunlardır: İnsanın değerine yeniden kavuşturulması, fikir ve vicdan özgürlüğü, mülkiyet özgürlüğü, insanlar arası eşitlik, kölelere hürriyet, adaletin yaygılaştırılması ve herkese uygulanması, bütün yaratılmışlara şefkat ve merhamet, sosyal güvenlik, ailenin ömen ve gerekliliği, kadının değeri ve haklarının sağlanması, itibarının iadesi vb. daha birçokları bunlara ilave edilebilir.

Türkler, İslâm’la ilk olarak Maveraünnehr’de (Maveraünnehir) karşılaşmışlardı. Daha sonra İslâm birlikleri Türk süvarilerin yardımıyla 751 Talas Savaşı’nda Çinlileri yenilgiye uğratmışlar; bu savaştan sonra İslâmiyet Maveraünnehr’de kalıcı hale gelmiş, bu savaş Türklerle Müslümanları birbirlerine yaklaştırmıştı. Daha sonra IX. yüzyıldan itibaren Türkler dağınık da olsa yavaş yavaş İslâm’ı kabul etmeye başlamışlardı. Ancak topluca İslâm’ı kabulleri ise daha ziyade X. yüzyılda olmuştur.

İlk zamanlarda Türklerin İslâm’ı güç karşısında kabul ettiği iddia edilse bile, onların İslâm’ı kabul etmelerindeki esas neden, Türklerin karşısındaki devletin güçlü oluşunda değil de, İslâm’ın özünde ve taşıdığı üstün niteliklerinde aranmalıdır. Çünkü Türklerin İslâm’ı kabul etmeleri asırlarca süren bir tekamülün, yüksek millî ve siyasî menfaatlerin icabı olarak ortaya çıkmıştır. Onların büyük bir çoğunluğu da İslâmiyet’i kendi istekleriyle kabul etmişlerdir. Acaba Türkleri İslâmiyet’i kabul etmeye iten sebepler neydi? Neden İslâm Türklerin bu kadar dikkatini çekmişti? Bunların başında gelen en temel sebep, İslâm dininde eski Türk inanç ve düşüncesine uygun tarafların oldukça fazla bulunması, her iki inanışta da diğer inançlara saygı ve hoşgörü ile yaklaşılıyor olması, Türklerin İslâm’ı kabul ettikleri sıradaki tanrılarının tek Tanrı inancına dayanıyor olmasıydı. Gök Tanrı, Kâinat Tanrısı olarak nitelendiriliyordu. Din adamlarını yanına çağıran Mengü Kağan, “biz tek Tanrı’nın varlığına, onun sayesinde yaşadığımıza ve onun emriyle öldüğümüze inanıyoruz”[84] demişti. Eski Türklerle İslâm inancı arasındaki diğer bazı benzerlikler ise ahiret ve ahiret gününe, öldükten sonra dirilmeye, kaza ve kadere inanılır olması ve kurban kesmeleriydi. Yine Eski Türklerde, zina ve eşcinsellik kesinlikle yasaktı; hırsızlığın ise çok ağır bir cezası vardı.[85] Yalancılık, hırsızlık ve zulüm gibi hak dışı hareketlerle iffet ve namusa yapılan saldırılar ise asla bağışlanmazdı. Yine eski Türklerin bütün insanları barış, mutluluk ve asayişe ulaştırmak için cihan hakimiyeti felsefesi ile İslâm yönetiminin başında bulunan halifenin bütün ümmetin halifesi olma ve İslâm sulhünü sağlamak için cihadın emredilmesi de uyuşan diğer yanlarıydı.

Türk tarihinde “Talas Savaşı” Türkler için bir dönüm noktası olmuştu. Çünkü İslâmiyet, yalnızca gönüllere egemen olan bir din değildir; o aynı zamanda, fert ve toplum hayatını düzenleyen, yönetimi etkileyen, tarıma, ticarete ve sanayiye dayalı ekonominin hukuk sistemini oluşturan bir dindir. Hz. Muhammed sadece Allah’ın emirlerini insanlara ulaştıran bir peygamber değil, insanları bir düşünce çevresinde toplayan ve teşkilatlandıran bir devlet adamıdır. Bu bağlamda, İslâmiyet XI. yüzyıldan itibaren Türkleri gerek devlet teşkilatı gerekse toplum hayatı ve ahlâkı açısından etkilemiş, onları göçebe bir hayat düzeninden yerleşik düzene geçirmiş, sonunda, asırlarca sürebilecek dine bağlı bir kültürün oluşmasına neden olmuştur.[86]

İslâmiyet’i kabulle birlikte Türkler, hem Türklüklerini korumuşlar[87] hem de Türklüklerini tamamlayıp kemâle erdirmişlerdir. Bu bağlamda, millet olma sürecini tamamlayarak, bu dini bir dünya dini haline getirme gayreti içine girmişler; ülkelerinde ve korumaları altında olan insanların inançları her ne olursa olsun, herkesi, özellikle de Müslümanları himayeleri altına almışlardır. Türkler İslâm’ı kabul ettikten sonra, onun inanç ve ahlâkıyla ruhları yeniden şekillenmiş bir vaziyette iken “Allah’ın ismini bütün insanlığa duyurmak” için tüm dünyaya, Türk-İslâm adalet ve hoşgörüsünü yaymaya çalışmış, sadece bunu yaymakla kalmamış, hükümranlıkları altında bulunan birçok din ve milleti adaletle, şefkatle koruyup kollamayı bir görev edinmişlerdir.

Müslüman Türkler dünya liderliği görevini Selçuklu Devleti zamanında üstlenmişler, daha sonra da bu görevi Osmanlı Türkleri aracılıyla sürdürmüşlerdir. Bu insanlar, ister kendi sınırları içinde olsun, isterse olmasın, herhangi bir İslâm ülkesine yapılan her türlü saldırıyı kendilerine yapılmış gibi kabul etmişler, hemen din kardeşlerinin imdadına koşmuşlardır. Türklerce çok büyük değer verilen ve milletin siyasî varlığını temsil eden “devlet”, mutlaka adalet ve hoşgörü ilkelerine dayanmak zorundadır. Bu nedenle, devletin temelini adalet, doğruluk, dürüstlük, şefkat ve merhamet ilkeleri üzerine oturtan Müslüman Türkler, her çeşit kötülüğün kaynağı olan zulümle, haksızlık ve cehaletle de mücadele etmişlerdir.

Müslüman Türk devletlerinin ve hükümdarlarının şiârı adaletle hükmetmek olmuş ve hep bunu emretmişlerdir. Çünkü kutsal kitap Kur’an’ın birçok hükmü adaletin önem ve faziletini vurgulamakta,[88] hısım, akraba, dost da olsa adaletten ayrılmamayı, nefret edilen düşman dahi olsa hak ve hukuktan uzaklaşmamak emredilmektedir.[89] Çünkü adaletin “eşitliği sağlamak”, “haklıya hakkını vermek” ve “haksızı cezalandırmak” gibi üç temel işlevi vardır. Devletin başında bulunan hükümdar, hukuk ve adalet düzenini sağlamakla görevlidir. “Adalet, mülkün (devletin) temelidir.” Ama bu sultanın kanunlara uymaması anlamına gelmez. Türk İslâm devletleri, her ne kadar mutlakiyet idaresi görünümü arz etmiş olsa da, sultanda İslâm’ın yönetime hakim kıldığı cumhuriyet ruhunun bütün öğeleri, özellikle XIX. yüzyılda Osmanlı yönetiminde mevcuttur. Ubucini’nin dediği gibi, “bu ülkede sultan bile kanunlara boyun eğer”.[90]

Ubucini, anayasaya dayalı monarşi veya cumhuriyet devlet anlayışlarında yer alan temel prensiplerin İslâm hukukunda da yer aldığını, modern demokrasinin prensiplerinin de İslâm’da en açık bir şekilde mevcut olduğunu ve İslâm doğar doğmaz tatbik edildiğini, bugünkü (XIX. yüzyıl) Türklerin cumhuriyet rejiminden korktuklarını, İslâm’ın ilk müesseseleri hakkında esaslı ve metotlu bir bilgi sahibi olmadıkları için, İslâm’ın kusursuz bir cumhuriyet düzeni olduğunu bir türlü anlayamamış olduklarını belirtir.[91] Eliot ise Türklerin Avrupalı Hıristiyanlara göre daha üstün idareci bir millet olduğunu belirterek artık eski güçlerini kaybettiklerini, ama isterlerse bu rolü tekrar üstlenebileceklerini ileri sürer[92] ve İslâm’ın, devlet idaresi bakımından da diğer bütün dinlerden üstün olduğunu, bu devlet anlayışında kayırmanın olmadığı ve herkese anladığı görevin verilerek hak ve hukukun gerçekleşmesine hizmet edildiğini belirtir.[93] Ona göre, Osmanlı Türkleri, Türklerin bütün yüksek vasıflarını taşırlardı; onlar cesaretliydiler, enerjiktiler, itaatkâr ve disiplinliydiler.[94]

Temel görevleri, birlik ve bütünlük, milletin kuvvet ve kudretini çoğaltmak, herkesin hak ve hukukunu korumak, vatanı düşmana karşı savunma tedbirlerini almak olan devletin, ülke, nüfus, hakimiyet ve teşkilatlanma gibi birtakım temel unsurları da vardır. Müslüman Türk devletlerinin amacı ise, bir yurt edinme, barışı sağlama, cihan hakimiyeti ve daha da önemlisi her şeye hizmettir. Bir Türk devletinin özellikleri de yönetim biçiminin saltanata dayanması, sosyallik, adalet, hukukun üstünlüğü, geleneklere bağlılık, liyakat ve sınıfsız toplum[95] oluşturmaktır.

Türk yönetim biçimleri önceleri “Mutlakiyet”, son asırda ise “Meşrutiyet” ve onu takip eden dönemde de “Cumhuriyet” olarak ortaya çıkmıştır. Bazı ahlâkçılar İslâm dinine uygun yönetim biçiminin istişareye dayalı meşrutî bir hükûmet olması gerektiğini, böyle bir idare sisteminde de halkın iyiliğine olan kararların alındığı bir mebuslar meclisinin bulunması gerektiği belirtmişlerdir.[96] Osmanlı Türk yönetiminde XIX. yüzyıl sonları ve XX. yüzyılın başlarında zaman zaman Meşrutiyet yönetimi uygulanır olmuş; ancak 1923’ten sonra ise Cumhuriyet yönetimi hakim olmuştur. Ağaoğlu Ahmet, devlet başkanının halk tarafından seçilmesi, şurâ ve meşverete dayanma, halkın devleti ve memurları devamlı kontrol etmesi, fertlerin hürriyet, eşitlik, adalet vb. gibi haklarına saygı göstermenin Tanzimat öncesi Türk İslâm devletlerinde de bulunduğunu; fakat Batı tipi bugünkü cumhuriyetle İslâm cumhuriyetinin arasında şekil ve kuruluş bakımından bazı farkların bulunduğunu belirtir.[97]

Türklerin İslâm’ı kabul edişinden cumhuriyete kadar ki bu dönemde, Türk kültürünün esası olan, din, örf ve âdet gibi çeşitli unsurlarda birtakım büyük değişikliklerin olduğu muhakkaktır. Esaslı değişikliklerden biri de, tabiî ki ahlâkta gerçekleşmiştir. Bu devirdeki Türk ahlâk anlayışı, bazı farklı yorumları olsa bile, tipik bir “İslâm Ahlâkı” özelliği göstermektedir. Bu İslâm ahlâkı Türklere ulaşıncaya kadar bir takım aşamalardan geçmiş, çeşitli iç ve dış tesirlere maruz kalmıştır.[98]

Osmanlı Türk düşüncesinde de ahlâk deyince, söz konusu olan yine İslâm Ahlâkıdır. Çünkü, halkın dini İslâm, devletinin başında bulunan yönetici (padişah), bütün Müslümanların halifesi, mahkemeler XIX. yüzyılın ikinci yarısına kadar hâlâ İslâm hukukuna dayanmakta, birçok siyasî ve sosyal kurumlar İslâmî örfler dahilinde varlığını sürdürmektedir. Ayrıca ahlâkçılar eserlerini kaleme alırken ve problemlerini çözerken, dayanak olarak hep ayet, hadis ve İslâm büyüklerinin yaşayışlarını göstermektedir.

Yine Türk ahlâkçıları, siyasî kurumların kurulmasının gerçek sebebinin, İslâm ahlâkı ve cemiyet nizamının daha mükemmel tatbikinin temin edilmesi, İslâmî kurumların korunması ve Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmayı sağlayarak gerekli saadeti elde etmek olduğunu belirtirler. Böyle bir yönetim biçiminin “Meşveret”e dayandığını, “Meşrutiyet”le de bu meşveretin gerçekleştirilmek istendiğini, İslâm’ın ilk dönemleriyle, Osmanlı’nın 1913 yıllarının aynı karakteri, taşıdığını iddia edilir.

Osmanlı ahlâkçılarınca, İslâm ahlâkının birtakım farklı yorumları olsa da, bu ahlâkın Osmanlı’nın bütün kurumlarına çoğu zaman hakim olduğunu görmekteyiz. Adeta Osmanlı’nın kültür, düşünce, örf ve âdetiyle bütünleşen İslâm Ahlâkı, XVIII. yüzyıla gelinciyi kadar, bu cemiyet içinde mükemmel bir uygulama imkânı da bulmuştur. Ancak Osmanlı’nın siyasî üstünlüğünün yok oluşu ve devletin parçalanmaya başlamasıyla, devlet adamlarında açıkça bir ahlâkî bozulmanın ortaya çıktığı görülür. Yalnız şu da sevindirici bir durumdur ki, halktaki ahlâkî çözülmeler, devlet adamlarının bozulmasından yaklaşık bir asır sonra ortaya çıkmıştır. Devlet adamları ve siyasilerdeki bozulmaya mukabil, halktaki durumun (1850’lerdeki) çok daha iyi olduğunu anlatmak için Ubucini şunları yazmaktadır: “Evet, bir Türkiye vardır; demek istiyorum ki, inançlarının, ahlâkî anlayışlarının, kanuna karşı besledikleri hürmetlerinin kendilerini şaşılacak derecede ilerlemeye hazır tuttuğu cesur, zeki, bilhassa da namuslu 11 milyon Osmanlı vardır Türkiye’de.” “Osmanlıların etrafında ise, kendileriyle uzun zaman her türlü yardımlaşmadan kaçındıkları ve bugün kendileriyle kaynaşma çareleri aramaya mecbur kaldıkları, az veya çok kalabalık, menşeleri, dilleri, dinleri başka başka topluluklar çalkalanmaktadır.”[99]

İşte Osmanlı Türkünün çevresini kuşatmış olan bu milletler son asırda, halkın dinî duygularının zayıflamasına, aile bağlarının zedelenmesine, bazı çevrelerde kadınların değerlerinin kaybolmasına neden olmuşlar; sonunda insanlar dinin ve örfün emirlerini hiçe sayar hale gelmişler; ilmin olduğu yerde saydığı ve cemiyette de güvenin sarsıldığı görülmeye başlamıştır. Bütün bunların sebeplerinden birisi de kanaatımızca, Batılılaşma hareketiyle kendisine benzemeye çalıştığımız Avrupa’nın, o dönemde, sosyal ve ahlâkî yönden büyük bir kriz içinde olmasıdır. Zira bu kriz Osmanlı’ya çok çeşitli şekillerde sirayet etmeye başlamıştır. Ahlâk bozuldukça da devlet hızla çözülmeye yüz tutmuş, devlet adamları, azınlıklar, Tanzimatçılar, İttihat ve Terakkiciler ve Birinci Cihan Harbi bu yıkılışı hızlandıran unsurlar arasında yer almıştır.

Bu nedenle, koca bir devlette cemiyetin birliğini sağlamak için, ahlâkî birliğin sağlanması da çok önemli bir konu olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak bir toplumda dinî, millî, siyasî, idarî ve iktisadî ahlâk birleştirilmeli ki, bu birlikten dirlik doğsun; kuvvetli bir ahlâk ortaya çıkabilsin. Böylesi bir ahlâkî birlik neticesinde, maarif ne yaparsa, memuru da, ordusu da, donanması da aynı şeyi yapacaktır. Sonunda da, din, ahlâk, millet, hükûmet ve devletin birlik ve bütünlüğü meydana gelecektir. Birlik ve meselelere çok yönlü hal çareleri aramak İslâm ahlâkının en tipik özelliklerinden birisidir. Bunun içindir ki, İslâm Ahlâkı, ferdî ve felsefî ahlâk nazariyelerinin tek yönlü çıkmazlarından çeşitli alternatifler sunarak kurtulmuş ve kendisinin temel ilkelerine uyulduğu zamanlarda problemleri bir birlik ve bütünlük içinde çözmeyi başarmıştır.

İlk dönemlerinde, tipik bir kahramanlık ahlâkı olarak beliren devlet ahlâkı, XVIII. asırdan itibaren, başta devlet adamlarında olmak üzere yavaş yavaş çözülmeye ve bozulmaya yüz tutmuş, gün geçtikçe de İslâm Ahlâk’ının özünden uzaklaşıldığı görülmüştür.

Kısacası, ilk dönemlerde Türk Devleti’ni bir “Kahramanlık Ahlâkı” sarmış, bu ahlâkın olgunluk döneminde devlet, şân, şöhret ve şerefle yükselmiş; daha sonra ahlâk bozuldukça ve geriye gittikçe, devlet de bozulmaya başlamış ve ona paralel olarak da gerilemiş ve sonunda da yıkılmıştır. Eğer gerçekten bu devleti onarmak mümkün olsaydı, öncelikle yapılması gereken şeyin, ahlâkın düzeltilmesi ve ahlâkı bozan çeşitli sebeplerin ortadan kaldırılması olacaktı. Çünkü eski Türklerde ve Osmanlı Türklerinde ahlâk, devlet binasının üzerine oturtulduğu esas temeldir, kâidedir. Başka bir deyişle, devletin bekası, ahlâkın bekâsı ile doğru orantılıdır. Bunu yaklaşık 900 senelik Türk-İslâm yönetiminde gayet açık bir şekilde görmek mümkündür.

Prof. Dr. Hüsameddin ERDEM / TURKISHFORUM – ABDULLAH TÜRER YENER

Tarihte yer almış olan büyük milletlerden her biri medeniyetin bir dalında en yüksek noktaya çıkmıştır. Eski Yunanlılar sanatta, Romalılar hukukta, Yahudiler ve Araplar dinde, Fransızlar edebiyatta, Anglo-Saksonlar iktisatta, Almanlar musikî ile felsefede, Türkler de ahlâkta en zirve noktalara ulaşmışlardır. - yersofrasi kalabalikturkailesi

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir