Alman İç İstihbarat Servisi’nin kontrol ve güdümünde Türkiye karşıtı eylemlerini sürdüren PKK, Dev-Sol, TİKKO, Milli Görüş Teşkilâtı gibi terör örgütü ve radikal grupların arasında “Kaplancı”ların mümtaz (!) bir yeri vardır. Kendi Anayasasında Komünist Partisi’nin kurulmasına olanak tanımayan Alman Devleti, Türkiye’den kaçan tüm komünist terör örgütlerinin militanlarına -sığınmacı statüsü ile maaşa bağlayarak- destek vermekte; yine Anayasasına göre laikliği temel kural kabul eden bu devlet, Türkiye’deki tarikatların ve mezhepsel yapılanmaların kendi ülkesindeki uzantılarına da adeta kol-kanat germektedir. Bırakınız uzak geçmişi, Hitler döneminin en yüzkızartıcı insan hakları ihlâllerinin hâtıraları ve müzeye dönüştürülen toplama kampları gibi somut izleri dururken; Türkiye ile ilgili olarak, “Ermeni”, “Pontus”, “Kürtçülük” gibi çarpıtılmış etnik sorunları bahane ederek insan hakları sorgulamasında bulunabilmektedir.
Kesin olan gerçek şu ki, Alman Devleti, sadece Alman kökenli vatandaşları için bir “Hukuk Devleti”dir. AB ülkeleri dışında kalan “arka bahçe” ya da bir başka ifadeyle “hayat alanı” içindeki ülkeler içinse bir “Faşist Devlet”tir. Bu çifte standart, Alman ırkçılığı ile özdeşleşen devlet politikasının tipik göstergesidir. Sadece Türkiye’den şu veya bu şekilde gidip de Alman İç İstihbarat Servisi’nin kontrol ve güdümünde eylem koyan komünist, bölücü, mezhepçi-şeriatçı militanlar için tanınan hak ve özgürlükler, Alman Devletinin hasım yüzünü ortaya koymaktadır:
Türkiye’de terör olaylarına karışıp da hakkında “kırmızı bülten” çıkarılmış onbinlerce terörist, suç dosyalarındaki cinayet ya da benzeri suç fiillerine bakılmaksızın, iade edilmek bir yana, “sığınmacı” statüsünde kabul görüp, sosyal yardımlarla bizzat Alman Devleti tarafından beslenmektedir. En son yaklaşık 30.000 Türk vatandaşının ölümünden sorumlu Abdullah Öcalan’ın yargılanması ile ilgili olarak bu ülkenin takındığı tutum, bir hukuk devleti olmanın ötesinde, oportünist bir faşist devletin tüm belirtilerini ortaya koymaktadır.
Almanya’daki ve de AB ülkelerindeki uyuşturucu trafiğinin önemli bir bölümünü, “sığınmacı” statüsünde kabul edilmiş militanlar gerçekleştirmektedir. Keza, boyutları büyük meblağlara ulaşan haraç, kalpazanlık, beyaz kadın, kaçak göçmen ve illegal silah ticareti, siyasal cinayet, kamu malına zarar, hırsızlık, çevre kirliliği, yasadışı gösteri gibi suçların önemli bir bölümü, sözkonusu sığınmacı statüsü tanınmış militanlar marifetiyle işlenmektedir. İşlenen bu suçlarla, yakalanıp da cezaya çarptırılanların oranına bakıldığında, Almanya, “fail-i meçhuller” açısından dünyanın en ileri (!) ülkesidir.
Eylemleriyle Türkiye’ye ait sefaret binalarına, THY ve Turizm Bürolarına zarar vermenin de ötesinde ileri gidenler, yani sınırları önceden belirlenmiş suç işleme hakkını (!) suistimal ederek Almanya’nın imajını zedeleyenler, özel mülke zarar verenler ya da kamu mallarını tahrip edenler, -bazı hallerde- gözaltına alınabilmektedir. Ancak, yargılama süreci başlamadan Alman İç İstihbarat Servisi’nin militan gözlemcisi konumundaki avukatları devreye girmekte; servisin kontrol ve güdümünü ve de tetikçiliğini üstlenenler salıverilmektedir. Böylece, onbinlerce militan, Alman “derin devleti”nin mutlak gözetiminde tasmalanmaktadır. Sınırdışı ya da Türkiye’ye iade işlemi, militanlar yerine, basit ve önemsiz disiplin suçları işlemiş Türk işçi çocukları için uygulanmaktadır.
I. BND VE ALMANYA’DAKİ TÜRK ŞERİATÇILARI
1970’lerin başlarına kadar, Türkiye’nin etnik ve dinsel sorunları ile ilgili sosyal istihbarat çalışmaları yürüten ve bu çalışmalar için bağlantılı akademisyenleri (filolog, tarihçi, sosyal antropolog vb.) kullanan Alman İç İstihbarat Servisi, bu yıllardan itibaren ajitasyon faaliyetlerine hız vermiştir. Nedenine gelince, Kıbrıs sorunu, Ermeni sorunu gibi konularda bütün Avrupa ülkeleri gibi Almanya’nın da Türkiye’ye husumet göstermesi üzerine, Türk Basınında bazı kalemler bir kampanya çağrısında bulunmuşlardı: “Türk işçileri, Alman bankalarındaki tasarruf mevduatlarınızı hemen çekin ve Türkiye’deki bankalara yatırın!”. İşte bu kampanyanın Alman ekonomisini zora soktuğunu; Alman Devletinin imaj ve otoritesine zarar verdiğini saptayan Alman İç İstihbarat Servisi, Türk sağı ile doğrudan ilgilenmeye başlamıştır. İlk hedef, liderliğini M. Serdar Çelebi’nin yaptığı Avrupa Türk Dernekleri Federasyonu olmuştur. Türkiye aleyhine Avrupa’da yürütülen her türlü kampanyaya karşı dev kitlesel protesto eylemleri ile karşılık veren bu örgütü pasifize etmek, mümkünse de parçalamak için, yöneticileri büyüteç altına alınmıştır. Gerek, “Papa Suikastı” olayına adı karışan Serdar Çelebi ve gerekse uyuşturucu trafiği ile ilişkili bazı üst düzey yöneticiler ve aktif üyeler, Alman İç İstihbarat Servisi marifetiyle gözaltına alınarak sorgulanmış ve bağlantılı avukatlar kanalıyla “serbestiyet ve siyasal dokunulmazlık” karşılığı bu kişiler ülkücülüğü terk ile “siyasal islamcılığa” kanalize edilmişlerdir. Avrupa’daki Türklerin en etkili sivil toplum örgütü olan Federasyon, bu suretle önce amacını ve etkinliğini yitirirken ardından ikiye bölünerek pasifize edilmiştir. Alman İç İstihbarat Servisi, ayrıca, Türklük bilincine karşı mezhep bilincini egemen kılmaya yönelik stratejisinin gereği, Türkiye dahil Avrupa’daki en güçlü Alevi örgütlenmesine -kendi ülkesinde- olanak vermiştir.
Alman İç İstihbarat Servisi’nin destek verdiği ve maşa olarak kullandığı en önemli şeriatçı yapılanma, tüm Almanya’da ve pek çok Avrupa ülkesinde ve Türkiye’de örgütleşme sürecini tamamlamış olan “Milli Görüş Teşkilâtı”dır. 1970’lerin başından itibaren Almanya’daki Türk işçileri arasında örgütlenme çalışmalarını sürdüren bu örgüt, Türklük bilinci yerine dinsel bilinci; milliyetçilik yerine ümmetçiliği öngördüğü için Alman İç İstihbarat Servisi’nin şemsiyesi altına alınmakta gecikmemiştir. Türkiye’de Anayasa Mahkemesi kararları ile kapatılan Milli Nizam Partisi, Milli Selâmet Partisi ve Refah Partisi’nin Avrupa’daki uzantısı olarak ortaya çıkan -yeni adıyla- “İslam Toplumu Milli Görüş Teşkilâtı”, kısa bir sürede “Hamas”, “Hizbullah” gibi terörist örgütlerin yanısıra, başta Libya, Suudi Arabistan, İran, Afganistan, Malezya, Kuveyt, Pakistan gibi ülkelerin yönetimleriyle de doğrudan ilişki kuracak; Çeçenistan ve Bosna’da silahlı çatışmalarda yeralacak ölçüde güç ve itibar kazanmıştır. Alman İç İstihbarat Servisi, “İslam Toplumu Milli Görüş Teşkilâtı” aracılığıyla, başta Türkiye olmak üzere, tüm İslam Dünyasındaki şeriatçı yapılanmalara nüfuz edebilmektedir. Bu teşkilâtın özellikle de A.B.D. karşıtı “Hamas”, “Hizbulllah” gibi örgütlerle organik ilişki içinde bulunması, bölgede A.B.D. ile çıkar çatışması halini sürdüren Almanya için stratejik bir avantajın elde tutulması anlamına gelmektedir. Alman İç İstihbarat Servisi’nin “İslam Toplumu Milli Görüş Teşkilâtı”na sağladığı siyasal ve lojistik desteği şöyle özetlemek mümkündür:
Alman Devleti, Milli Görüş Teşkilâtının Türk işçileri arasında nüfuz ve itibarını arttırarak daha da güçlenmesini sağlamak için Köln’de “Şeyhülislâmlık” kurmalarına izin verdiği gibi resmi makam olarak da tanımıştır. Ancak, Almanya’daki Türk Konsolosluklarının verebileceği resmi evrakın bir bölümünü (özel hukuka ilişkin olanları yani evlenme akdi, çocuk belgesi, özel beyan onayı vb.) bu “Şeyhülislâmlık” makamının (!) verebilmesini mümkün ve geçerli kılmıştır. Teşkilâtın tarihsel ve ideolojik özlemini gösteren bu makamın (!) varlığı, Almanya ile aramızdaki ikili antlaşmaların yeniden gözden geçirilmesi gereğini gündeme getirmiştir. Ancak nedense, Türkiye bu oldu-bitti durumunu sineye çekmenin ötesinde misilleme kararlılığını gösterememiştir, gösterememektedir de.
Alman İç İstihbarat Servisi, bu teşkilâta, gerek Almanya içinde ve gerekse delegasyon olarak gittikleri ülkelerde “koruma”, “rezervasyon”, “para transferi” ve “protokol” hizmetleri sunmaktadır. Ayrıca, her yıl yapılan Hac organizasyonunun yanısıra, Türkiye’deki genel seçimler için onbinlerce üyesinin uçaklarla taşınmasının yarattığı tüm sorunlar, Alman İç İstihbarat Servisi kanalıyla çözümlenmektedir. Suudi Hükûmeti, Türk Hükûmeti’ne koyduğu hac kotasını Milli Görüşçülere uygulamayarak itibar ve güç desteği verirken; diğer taraftan da Almanya ile yazılı olmayan bir dayanışma sergilemektedir. Almanya ise, bu teşkilâtın üyelerinin genel seçimlerde Türkiye’ye taşınmasına aracılık etmekle, Türk siyasal yaşamına dolaylı da olsa müdahale gücünü elde etmektedir. Bu karmaşık ve çok taraflı çıkar ilişkisinin tek mağduru vardır, o da yüzbinlerce saf vatandaşının kendisine düşman edilmesine seyirci kalan Türk Devletidir.
Alman İç İstihbarat Servisi, son beş yıldır Milli Görüşçülerin imaj mühendisliğini de üstlenmiştir. Köln’de düzenlenen kongreler, stadyumlarda en az 30.000 ile 50.000 kişinin katılımıyla gerçekleştirilen “Barış ve Kardeşlik Şenliği” gibi adlar taşıyan etkinliklerle tabana maledilmeye çalışılmaktadır. M. Sabri Erbakan’ın Genel Başkanlığını üstlendiği bu teşkilât, hatipleri itibariyle kapatılan Refah Partisinin Avrupa’daki sesi olma havasını da sürekli olarak pompalamaktadır. Alman İç İstihbarat Servisi, bu teşkilâtın hatiplerine ve üst düzey yöneticilerine ikâmet iznini hiç ama hiç sorun çıkarmaksızın sağlamaktadır. Hasan Mezarcı, Şevki Yılmaz gibi isimlerin Almanya’da bu kadar uzun süreyle nasıl kalabildiğinin başka bir açıklaması bulunmamaktadır. Türk Devleti bu hain odağın üst düzey maşalarına karşı ne gibi önlem almaktadır? Acıdır, önlem almadığı gibi Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde milletvekili olarak dokunulmazlık zırhına bürünmelerini; daha fazla kitlelere ulaşıp zehirleme fırsatına sahip olmalarını karşı Türk Basını, haklı bir biçimde Merve Kavakçı, Oya Akgönenç gibi A.B.D. vatandaşlarının üzerine giderken, Alman İç İstihbarat Servisi’nin maşalığını yapan bu teşkilâtın üst düzey yöneticilerinden T.B.M.M.’nde milletvekili olanları ise atlamaktadır. “İslam Toplumu Milli Görüş Teşkilâtı”nın bırakın laik Türkiye aleyhtarı söylemlerle dolu yerel toplantılarını, stadyum toplantılarında sarfedilen sözlerden dolayı teşkilât yöneticilerinin D.G.M.’de yargılanmaları işten bile değildir. Yeter ki Cumhuriyet Savcıları görevlerini ihmal etmesinler.
II. BND VE KAPLANCILAR
Alman İstihbarat Servisi, Milli Görüşçüleri, uzun vadede, daha ziyade legal görünüşlü faaliyetlerde kullanmaktadır. Bir başka ifadeyle, tetikçilik yaptırarak yıpratmayı düşünmemektedir. Bu itibarla, şeriatçı militanlık alanındaki boşluğun doldurulması, “Kaplancı”lara bırakılmıştır.
Almanya’daki en radikal islâmi grup olarak bilinen “Kaplancı”ları tanımak için önce müteveffa lideri Cemalettin Kaplan’ın, nam-ı diğer “Kara Ses”in bilinmesi gerekir:
1926’da Erzurum’un İspir ilçesinin Dangis köyünde doğan Cemalettin Kaplan’ın etnik kökeni ile muhtelif rivayetler bulunmaktadır. Türklükten nefreti sabit olan bu meczup, cahil mollaların köy evlerinde (sözde medreselerde) dini eğitim (!) aldıktan sonra nurcularla münasebet tesis etmiştir. Erzurum’da, Kırkıncı Hoca, fethullahçıların lideri Hocaefendi (!) gibi “nurdaş”ları ile aynı eğitimi (!) paylaşan Kaplan, yurdun pek çok yerinde imamlık, vaazlık yaptıktan sonra, Türk Devletinin kendini savunma mekanizmasının işlemeyişinden de yararlanarak oldukça önemli görevlere gelmiştir. Sırayla ilkokul, ortaokul ve liseyi dışarıdan bitiren ve yaklaşık 40 yaşında Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nden de mezun olan meczup, oğlu tarafından kaleme alınan biyografisine bakıldığında, Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde “Müfettiş”, “Personel Dairesi Başkanı”, “Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığı”, “Adana Müftülüğü” gibi nitelik isteyen işlevsel görevlerde bulunmuştur. 12 Eylül döneminde, Adana’da açmış olduğu illegal medresenin Sıkıyönetim Komutanlığınca farkedilmesinden sonra, re’sen emekliye sevkedilen Cemalettin Kaplan, medresesindeki eğitimi (!) noksan kalan 400’ü aşkın özel seçilmiş İmam-Hatip Lisesi öğrencisinin eğitimini tamamlamak amacıyla Almanya’ya gitmiştir. Başlangıçta, Kaplan’daki cevheri (!) keşfedemeyen Alman İç İstihbarat Servisi, turist olarak ya da kaçak yollardan Almanya’ya girmeye çalışan öğrencilerinin bir kısmını sınırdışı etmiştir.
Cemalettin Kaplan’ın Almanya’da ilk sığındığı teşkilât, “Milli Görüş Teşkilâtı” olmuştur. Başlangıçta, bu teşkilâtın “Fetva Komisyonu Reisliği”ni yapan Kaplan, ihanet yolundaki yarışta, derin ilmine (!) duyduğu özgüven, megalomani ve de liderlik hırsı ile bu teşkilâttan koparak “Avrupa İslami Cemiyet ve Cemaatler Birliği”nin kurucu başkanlığını üstlenmiştir. 1983’den itibaren Köln’de Ulu Cami adını verdikleri sözde dinsel mekânda -gerçekte örgüt merkezi- kurduğu medresede “Kaplancı” yetiştirmeye başlayan Cemalettin Kaplan, bir süre sonra Alman İç İstihbarat Servisi’nin dikkatini çekmeyi başarmıştır. Türkiye’den Almanya’ya kaçak yollardan giren ya da turist vizesiyle gelip de geri dönmek istemeyenleri ağına düşüren Cemalettin Kaplan, bu suretle mürit sayısını 3.000’li rakamlara ulaştırmıştır. Alman İç İstihbarat Servisi, sözkonusu müritleri “sığınmacı” statüsünde kabul etmiş, ancak çalışma izni vermeyerek tüm mesailerini Kaplan’ın emrine hasretmelerini sağlamıştır. Müritlerini “mücahit” ve “mücahide” olarak tanımlayan Kaplan, bunların askeri disiplin içinde eğitimi (özellikle bomba eğitimi) konusunda mesafe katettikten sonra “Milli Görüş Teşkilâtı” ile tüm organik ilişkisine son vererek, yine Köln’de “Federe İslam Devleti Reisliği”ni ilân etmiştir. Hemen akabinde de “Emir’ül-Mü’minin ve Hilâfet’ül-Müslimin”liğini yani Hilâfet Devleti Reisliğini ve Halifeliğini açıklamıştır. Video ve ses bantları ile tüm Avrupa’ya ve Türkiye’ye ulaşarak mürit sayısını arttırmaya çalışan Cemalettin Kaplan, bir yandan da Türk Devletine karşı savaş ilânını öngören cihat fetvalarını peşpeşe yayınlamıştır. Nurcuların ve fethullahçıların “bölge imamları” esasına kurulu teşkilât yapısını biraz değiştirerek “bölge emirleri” tayin eden meczup, Milli Görüşçülerin “Şeyhülislamlığı”nın üstünde kendini “Halife” ilân ederek Türkiye Cumhuriyeti’nin üzerine miras (!) kavgasına girişmiştir. Gerek bu iki şeriatçı yapılanma arasındaki giderek çatışmaya dönüşen rekabeti sonlandırmak ve gerekse hilafet törenini (!) televizyonlardan izleyen Türk kamuoyunun ve Dışişleri Bakanlığı’nın tepkilerini absorbe edebilmek için Alman İç İstihbarat Servisi bir kez devreye girerek göstermelik önlem almıştır: O da, Alman polisi Köln’deki külliyeyi (cami, yatakhane, medrese, aşhane vb.) bir kez basmış; müritleri dışarı çıkardıktan sonra suç delilleri aramıştır. Tabii ki bulamayarak çekilmiştir.
Cemalettin Kaplan’ın ölümünden sonra, Türk Devletinin şeriatçı yapılanmalara karşı nasıl hazırlıksız olduğu cenaze töreni sırasında anlaşılmıştı. Bu Türklük ve Türk Devleti düşmanı meczubun cenazesi, müritlerinin eşliğinde Türkiye’ye getirilmiş ve ailesinin-müritlerinin talebi üzerine resmi bayram günü toprağa verilmiştir. Niçin resmi bayramdan önce ya da sonra değil, sorusuna hiçbir resmi makam cevap verememiştir.
Cemalettin Kaplan’ın ölümünden sonra bu şer yuvasında taht-post kavgası başlamıştır. Babasının makamının (!) doğal miras hakkı olduğunu savunan “küçük kaplan” Mehmet Metin Müftüoğlu’na rakipler çıkmıştır. Örneğin, küçük kaplanı hırsızlık, yolsuzluk ve ehliyetsizlikle suçlayan Dr. Halil İbrahim Sofu, Cemalettin Kaplan’ın en önemli yardımcısının kendisi olduğunu söyleyerek isyan bayrağı açmıştır. Örgütün dağılma tehlikesi karşısında, küçük kaplan inisiyatifi ele alarak bu iktidar kavgasını en radikal biçimde sonlandırmıştır. Nasıl mı? Önce, 15 Mayıs 1996’da Ayhan Ayan adında bir işadamı, ardından bir ay sonra 19 Haziran 1996’da örgütün bir başka etkili ismi Hasan Basri Gökbulut’un eşi Zübeyde Gökbulut ve son olarak da en etkili muhalif aday Halil İbrahim Sofu 7 Mayıs 1997’de hayli dramatik biçimde öldürülmüştür. Failler mi?!. Alman polisi ve dolayısıyla Alman İstihbarat İç Servisi, bu cinayet dosyalarını “fail-i meçhul” dosyalar arasına katmıştır. Ve sonra bir daha örgüt içinden hiç kimse, yeni halife (!) Metin Müftüoğlu’na karşı sesini bile yükseltememiştir.
Alman İç İstihbarat Servisi, “Kaplancı”lar adıyla bilinen bu cahil sürüye, Alman Devletinin kulu ve tetikçisi olmaları bağlamında altyapı desteği vermektedir:
- Örgüte gayrıresmi yoldan büyük meblağlar akıtılmaktadır. Müritlere ücretsiz televizyon ve video temin edilmektedir. Keza, eğitim (!) kasetleri ücretsiz olarak Avrupa ve Türkiye’ye dağıtılmaktadır.
- Almanya’da yakalanan şeriatçı söylemli ve kılıklı kaçak Türklere, “sığınmacı” statüsüne geçebilme şartı olarak kaplancıların adresi gösterilmektedir. Böylece, örgütün mürit kaynağı Alman İç İstihbarat Servisi marifetiyle kurumamaktadır.
- Alman İç İstihbarat Servisi, “kaplancı”lara internet üzerinde bir türlü çökertilemeyen ve sürekli yenilenen bir web sitesi tahsis etmiştir (http://www.hilafet.org). Sitedeki bilgiler, Türkçe, Arapça, Kürtçe, İngilizce, Fransızca, Holllandaca, Farsça dillerinde verilmektedir. Ayrıca, periyodiklerin yanısıra, geniş kitlelere ulaşılmasına olanak sağlamak üzere bir de Televizyon kurulmuştur. Hakk TV, Fransız “Telecom 2 D” uydusundan kiralanan kanal üzerinden (11.598 – 1848 MHz) deneme yayınlarını sürdürmektedir. Şimdilik sadece Pazar günleri müteveffa Cemalettin Kaplan’ın eski video bantları ile “küçük karases” Metin Müftüoğlu’nun Köln Camiindeki vaazları banttan ya da canlı olarak yayınlanmaktadır. Türk Devleti’nin yetkili resmi kurumları, sevindirici bir duyarlılıkla, tıpkı Med-TV’de olduğu gibi, Hakk TV için de diplomatik ve teknik müdahaleye Şubat 1999’un başı itibariyle başlamıştır.
SONUÇ :
Karasesçiler ya da nam-ı diğer kaplancılar konusunda Alman İç İstihbarat Servisi, ektiğini biçmeye başlamıştır. Türkiye müdahalede çok geç kalmıştır. Ancak zararın neresinden dönülürse de kârdır. Başta Sakarya olmak üzere, özellikle Doğu Anadolu’da ve de özellikle etnik sorunu olan vatandaşlarımız arasında hızla örgütlenmeye başlayan ve son operasyonlarla önemli darbeler yiyen “Hizbullah”ın alternatifi gözüyle bakılan kaplancılar, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi ve Malatya İnönü Üniversitesi başta olmak üzere pekçok üniversitede seslerini duyuracak konuma gelmişlerdir. Türban konusuna destek vermeyen tek radikal şeriatçı örgüt olarak, kadınlar için İslami giyim olarak sadece ve sadece kara çarşafı öngörmektedirler. Sivas yakınlarında zaman ayarlı bombanın otobüs hareket halindeyken patlamasıyla önplana çıkan çarşaflı mücahideleri (!), Anıtkabir’e 10 Kasım 1998’de uçakla gerçekleştirilecek intihar saldırısı ve de Fatih Camiinde yapılacak provakasyon girişimi izlemiştir. Kaplancı tehlike, sadece Almanya’daki işçilerimiz için sözkonusu olmaktan çıkmış, hiç şüphesiz kapımıza kadar gelmiştir.
Türk Dışişlerinin kaplancılar hakkında Alman Devleti nezdindeki girişimleri, her zamanki gibi “beklemeye” alınmıştır. Nasıl mı? Karlsruhe Federal Başsavcısının talebiyle Alman polisi, Köln’deki örgüt merkezine sözde habersiz bir baskın yapmıştır. İçeride bulunan evraklara elkonulurken, Mehmet Metin Müftüoğlu önce gözaltına alınmış, arkasından tutuklanmıştır. Örgütün (pardon Alman İç İstihbarat Servisi’nin) parasını zimmetine geçirerek yolsuzluk yapmakla ve bir de Türkiye’nin talebine uygun olarak “terör örgütü” kurmakla suçlanan “küçük karases”in sorgulaması nedense hala sürmektedir. Anlaşılan Alman İç İstihbarat Servisi’nin avukatları yönlendirme ve güdülendirme pazarlığını henüz bitirememişlerdir. Bu gecikmede, sorgulamada sürekli sinir krizleri geçiren Metin Müftüoğlu’nun psikolojik bozukluklarının payı da olsa gerektir.
Türkiye, PKK başta olmak üzere TİKKO, Dev-Yol gibi terörist-komünist örgütlere ve de şeriatçı yapılanmalara büyük destek veren Alman İç İstihbarat Servisini yakın takibe almak zorundadır. Misilleme kaçınılmaz olmuştur:
- Doğu Anadolu’da ve Karadeniz Bölgesinde faaliyet gösteren Alman İç İstihbarat Servisi elemanlarına (bilim adamı, gazeteci gibi hangi kimliğe sahip olurlarsa olsun) olası bir pazarlığa konu teşkil etmek üzere sınırdışı edilmenin ötesinde ve Türk konukseverliğine uygun bir tarzda kalıcı ve de caydırıcı biçimde ağırlanmaları sağlanmalıdır.
- Başta kaplancılar olmak üzere, milli görüşçülerin ve diğer yasadışı terör örgütlerinin tüm aktif kadrosunun elemanları yakın takibe alınmalı; konsolosluklarda pasaport temditleri yapılmamalı; Türkiye’ye girenler de sınır kapılarında saptanarak derhal tutuklanıp mahkemeye sevkedilmelidir. Bu gibi sağ-sol-bölücü militanlara yargı kararıyla yurtdışına çıkış yasağı getirilmelidir.
- Tıpkı Arnavutluk’da olduğu gibi, Alman İç İstihbarat Servisi’nin faaliyetlerinden rahatsız olan uygun ülkelerle bilgi alışverişine dayalı işbirliğine gidilmelidir.
- Mehmet Metin Müftüoğlu’nun ısrarlı bir biçimde iadesi istenilmelidir. Kaplancı iktidar savaşımı sırasında öldürülen üç Türk vatandaşının dosyaları sık sık gündeme getirilip bilgi istenmelidir. Bu konuda kamuoyunun desteği için Basına sürekli bilgilendirme hizmeti sunulmalıdır.
- Alman İç İstihbarat Servisi bağlantılı Alman Üniversiteleri ve de vakıfları adına Türkiye’nin sosyal yapısı ile ilgili proje yürüten Türk bilim adamları ve fakülte bölümleri saptanmalı; sosyal istihbarata yönelik bilgi akışı durdurulmalıdır. Aynı şekilde, Dışişleri, İçişleri gibi stratejik önemi büyük olan bakanlıklarda ya da ilgili kamu kurum ve kuruluşlarında çalışan personelin güvenlik soruşturmalarında Alman İç İstihbarat Servisi bağlantılı vakıflardan burs alıp almadıkları değerlendirmeye tabi tutulmalıdır.
- Almanya’daki Türkiye yanlısı Türk kuruluşları ile koordineli çalışma sürdürülürken, Alman İç İstihbarat Servisi mağduru, derin devlet olgusundan rahatsızlık duyan Alman demokratları yöntemine uygun tarzda örgütlenmeli ve her yönden desteklenmelidir.
- Almanya’nın neden olduğu sorunların izalesi için, ilgili devlet kuruluşlarının üst düzey yetkililerinin katılacağı -sürekli sekretaryaya sahip- bir kriz merkezi kurulmalıdır. Bu merkezin hareket yeteneğini arttırmak için normal bütçe ödenekleri yerine örtülü ödenek devreye sokulmalıdır. Konu acildir, çünkü Almanya, bugün sadece kendi ülkesindeki Türk işçilerini parçalayıp bölmekle, Türkiye aleyhine kullanmakla kalmıyor; Türkiye’nin ideolojik, etnik ve mezhepsel sorunlarını da kaşıyor, iç işlerimize alenen müdahale ediyor. Balkanlarda, Orta Asya’da, İslam Dünyasında ve hatta sınır komşularımızda hep karşımıza çıkıyor, çıkarlarımızı tehdit ediyor, hasım devletleri örgütlüyor…
Yeni Hayat dergisi, sayı 56