Bazı dinler tarihi araştırmacıları, kutsal metinlerde yer alan birçok olayın, darbımesel ve hikâyenin, aslında kutsal metinlerin ortaya çıkmasından çok daha önceki tarihlerde yaşayan eski medeniyetlere ve kültürlere ait olduğunu, mesela Sümer kültüründen kutsal metinlere intikal ettiğini iddia ederler. Bunun bir sebebi de sanırım, M.Ö. 597-538 yılları arasında yaşanan ünlü Babil Sürgünü olmalıdır.
Bu iddia sahiplerine göre; Babil Kralı II. Nebukatnezar (Hüküm Süresi: M.Ö.605-562, Kudüs’ü işgal etmiş, Süleyman Tapınağı’nı yıktırmış(1), Tevrat nüshalarını imha ile Tevrat hafızlarını ortadan kaldırmış, Yahudi toplumunu da topluca Babil ülkesine sürgün ederek kontrol altında tutmuştur.
Perslerin Babillileri yenmesi ve Babil Devletinin ortadan kalkması üzerine(M.Ö.539), Yahudiler, Pers Kralı Büyük Kiros’un izniyle M.Ö. 538 yılından itibaren Kudüs’e dönmeye başlamışlardır. İşte bu sürgünden dönüşü takip eden yıllarda Kur’an-ı Kerim’de adı “Üzeyir” olarak geçen Rahip Ezra (M.Ö.480-440) ve arkadaşları, yani önde gelen Yahudi din adamlarından oluşan bir heyet toplanıp Tevrat’ı yazıya geçirmişlerdir. Bir başka rivayet ise, yaklaşık 1000 yıldır sözlü gelenekte yaşatılan Tevrat, Rahip Ezra ve arkadaşlarınca yazıya geçirilmiştir.
İşte bu yeniden yazma sırasında Rahip Ezra ve arkadaşları, Tevrat’tan akıllarında kalan ve sözlü gelenekte yaşayan kısımların yanı sıra, hoşlarına giden veya etkisinde kaldıkları bazı Sümer ve Babil efsanelerini de yazdıkları yeni Tevrat’a geçirmişlerdir. Tevrat’ın tahrif edilmesi konusundaki temel iddia budur. Uzmanlar, “Bâbil sürgünü sonrasında Ezra, İsrâil topraklarında yaşayan Yahudiler arasında tamamen unutulan Tevrat’ı sözlü yorumuyla birlikte yeniden oluşturmuştur”diyorlar(2).
Yaklaşık, 75-80 sene süren Bolşevizmin, özellikle Müslüman Türk Cumhuriyetleri halkları üzerinde yarattığı dini tahribatı dikkate alırsak; M.Ö.598-538 yılları arasında yaşanan toplu sürgünü ve Tevrat’ın bu sürgünden yaklaşık 150 sene sonra yazıya geçirildiğini düşünürsek; maksatlı olmasa bile eksiltme, ilave veya değiştirme şeklindeki tahrifatın mümkün olabileceği kanaatine varıyoruz! Rahip Ezra ve arkadaşlarının, Babil sürgünü sebebiyle yok olma tehlikesi yaşayan Yahudi halkına milli şuur kazandırma ve bir milli kimlik oluşturma düşüncesiyle hareket ettikleri farz edilirse, Tevrat’taki bu tahrifatın bilinçli yapıldığı bile söylenebilir. Çünkü Kur’an’ın evrensel mesajına karşın Tevrat genelde Yahudileri muhatap almakta ve onlara “O gün RAB Avram’la antlaşma yaparak ona şöyle dedi: Mısır Irmağı’ndan büyük Fırat Irmağı’na kadar uzanan bu toprakları (…) senin soyuna vereceğim.”(3) diyerek Yahudilere bir vatan bile tayin etmektedir. Esasen Kur’an da bize kendinden önceki kutsal metinlerin tahrif edildiğini haber vermektedir(4).
Eski medeniyetlere ve kültürlere ait bazı efsanelerin bir şekilde Kutsal Metinlere geçtiği iddiası, Tevrat ile başlatılan bir iddiadır ve geçmişi, ancak yaşadığı devir, en erken tarih olarak M.Ö. 14. Yüzyıla tarihlenen Musa’ya dayandırılmaktadır. Oysa Tanrı Musa’dan önce de birçok peygamber görevlendirdi ve rivayete göre; onlara da farklı büyüklükte kutsal metinler gönderdi(5).
Yani bize kalırsa; günümüzde bilinen kutsal metinlere Sümerlerden geçtiği söylenen bazı kıssa ve efsaneler, ilk kutsal kitap kabul edilen Tevrat’tan önceki kutsal kitaplarda da muhtemelen vardı ve o kitaplardan Sümerlere vs. kavimlere geçti. “Sair kavimler” lafını bilinçli olarak kullandık. Çünkü mesela kutsal kitaplarda geçen Yaratılış Efsanesi’yle az çok örtüşen efsanenin bir benzeri, M.Ö. 2000’lerin başında varlıklarını hissettiren(6), hatta bazı yazılarda geçmişleri çok daha önceki asırlara götürülen(7) Altay Türklerine ait “Yaratılış Destanı” nda da geçmektedir.
Kutsal Metinlerde Yusuf Efsanesi
Bu konuya nereden girdiğime gelince: Birkaç gün önce birlikte müzik yaptığımız bir toplulukta hocamız “Ağlar Yakup ağlar Yusufum” nakaratlı müzik parçasını okudu. Bunun üzerine ben, bu parçanın, bazı dini içerikli etkinliklerde ilahi olarak da okunduğunu belirterek, bu parçada anlatılan hikâyenin önce Tevrat’ta geçtiğini, daha sonra Kur’an’da da tekrarlandığını, dolayısıyla; Yahudi kültürünün, bir şekilde bizim dini ve milli kültürümüzü de yakından etkilediğini söyledim. Bir arkadaşımız da olayın ilk defa Sümerlilere ait “GILGAMIŞ” destanında geçtiğini söyledi.
Ben, kutsal kitaplarda geçen “Tufan Efsanesi” ni çağrıştıran bir hikâyenin, Gılgamış Destanı’nda da geçtiğini biliyordum ama aynı destanda, Tevrat’ta ve Kur’an’da geçen Yusuf Efsanesi’ne benzer bir hikâyenin geçtiğini doğrusu hiç duymamıştım. Onun için yüzeysel de olsa bu konuyu inceleme gereği duydum.
12 ayrı kil tabletten oluşan Gılgamış Destanı’nda, 11. Tablette, kutsal metinlerde geçen Nuh Tufanı’na benzer bir hadise anlatılmaktadır. Peki, “Gılgamış Destanı” nda, ilahiyat profesörü Ömer Faruk Harman’ın; “Yûsuf kıssası Tevrat’ta ve Kur’an’da ayrıntılı biçimde anlatılmakta, bu iki anlatım arasında büyük ölçüde benzerlik bulunmaktadır.”(8) şeklinde nitelendirdiği Yusuf Kıssası’na benzer bir hadise geçmekte midir?
12 Tabletlik “Gılgamış Destanı”nın 6. Tabletinde anlatıldığına göre özetle: “Tanrıça İştar (Tanrı/Kral Anu’nun kızı), (Kral) Gılgamış’tan kocası olmasını ister. Kral Gılgamış, İştar’ın birlikte olma teklifini reddeder ve bunun nedenlerini sayar. Bunun üzerine İştar, babası Tanrı/Kral’dan, kendisiyle birlikte olmayı (evlenmeyi) reddeden Gılgamış’ı cezalandırmasını ister”(9).
Kutsal kitaplarda kıssası anlatılan Yusuf ise küçük bir çocuk iken köle olarak satıldığı efendisinin (toplumda seçkin biri veya aziz olarak zikredilmektedir) yanında büyür ve ergenlik yaşına gelince efendisinin karısı (Züleyha) onunla birlikte olmak ister. Yusuf, kadının bu isteğini, efendisine ihanet olarak değerlendirerek reddeder. Amacına ulaşamayan kadın “Bana zorla sahip olmak istedi” diye Yusuf’a iftira atar. Olay araştırılır ve Yusuf’un suçsuz olduğu anlaşılır ama olayın şehirde duyulması üzerine efendisinin itibarını kurtarmak için Yusuf hapse atılır. Kıssa, Kur’an-ı Kerim’de bulunan “Yusuf” suresinde ayrıntılı olarak anlatılmaktadır(10).
Gılgamış Destanı’nda Kral Gılgamış ile Tanrı Kral Anu’nun kızı İştar arasında geçen olay ile kutsal metinlerde geçen Yusuf Kıssası arasında ilişki kurulabilir mi; onu da konunun uzmanlarına bırakıyoruz.
Sümerler ve Türkler
Ancak olayın bizi ilgilendiren yanı, insanlık tarihinde önemli bir yer tutan, yerleşik hayata geçen, yazıyı bulan, bıraktıkları eserlerle insanlık tarihine güçlü bir ışık tutan Sümerlerin Türk olabileceği konusundaki iddialardır. Ayşe Durmuş, “Gılgamış Destanı’nın Kültür ve Medeniyetimize Etkilerinin İncelenmesi ve Değerlendirilmesi” başlıklı makalesinde ilginç tespitler ve kıyaslamalarda bulunmuş. İşte onlardan bir bölüm:
“Sümerler MÖ. 5000’lere doğru, Dicle-Fırat çevresinde, Aşağı Mezopotamya’da görülmüş bir halktır. Önceleri Hindistan’ın İndus yöresinden deniz yoluyla geldikleri sanılırken, bugün Kafkasya’dan indikleri ileri sürülmektedir. Bugünkü bulgulara göre MÖ. 7500’lerdeki küresel ısınma sonucu eriyen buzullarla denizler yükselmiş, çukurlar dolmuş, bazı iç denizlerin birbirine bağlanması söz konusu olmuş, pek çok yaşam alanı da sular altında kalmıştır. İşte destanda uzun uzun anlatılan ‘tufan’ olayı, bu göçe neden olmuştur, denilmektedir… Bazıları, yapısı kendine özgü olan Sümercenin, Türkçeye yakın olduğunu ileri sürerek bazı sözcükleri delil göstermektedirler: Ör: Sümerce ‘dingir: tanrı’, sözcüğü Orta Asya Türkçesindeki ‘tengri’ sözcüğüyle aynı köktendir, demektedirler… Sümerlerde bulunan Gök Tanrı inancı, Göktürklerin inancıyla yakınlık arz etmektedir; yerdeki hükümdar ve onun görevlendirdiği kişiler onun adına hüküm sürer. Yazıtta sözü edilen kişiler, tanrıdan (tanrısal kut denilebilecek) yöneticilik görevini almış kişilerdir. Adına tapınak dikilen An ve İnanna, Gök Tanrı’nın yeryüzünü yönetmekle görevlendirdiği, karı-kocadır ki bunların kral ve kraliçe olduğu anlaşılmaktadır. Bunlar adına kentlerde yönetimde görevlendirilenler de tanrısal gücü kullanan kişilerdir. Bu nedenle destan sanıldığı gibi çok tanrılı bir inanca ait değil; tersine kullanılan unvanlar, Gök Tanrı’nın egemenliğinin paylaşımına işaret olan sözcüklerdir. Çünkü destanda bu unvanları kullanan kişilerin Tufan bölümünün sonunda kendilerinin ifadesiyle ‘Yaratan Tanrı’ değil, Tanrı tarafından kendilerine verilmiş gücü kullanan yöneticiler olduğu görülmektedir…”(11)
Bu ifadelerinden anlaşılacağı üzere Ayşe Durmuş, bilinenin veya bu konudaki genel kanaatin aksine, Sümerler’in tek tanrılı bir dine (bir çeşit tevhit dini) inandıklarını, kral ve sair yöneticilerin, göklerde bulunan bu tek tanrıdan aldıkları yetkiyle yönetim yetkisini kullandıklarını söylemektedir. Oysa birçok yazar ve araştırmacı Sümerlerin çok tanrılı bir dine inandıklarını söyler. Ancak bu araştırmacıların Tanrı olarak kabul etikleri ve işlevlerini saydıkları metinlere bakılacak olursa, bu isimler Tanrı olmaktan çok, Tanrı’nın bazı görevler yüklediği ve kutsal metinlerde melek olarak zikredilen varlıkları andırmaktadır(12).
Sümerlerde asıl Tanrı “An/Anu” veya “Enlil” adı verilen(13) ve evreni yükseklerden gözetip kontrol eden, göklerde/yükseklerde mukim olan Tanrı’dır ki; onun bulunduğu yer İslami literatürde “Arş-ı Âlâ” şeklinde nitelendirilen yere karşılık geliyor olmalıdır.
Ayşe Durmuş’un, Sümer’lerdeki yönetim anlayışı ile Göktürklerdeki yönetim anlayışı arasında kurduğu ilişki kayda değerdir. Bunu biraz daha detaylandırmak için bir örnek vermek gerekirse: Ayşe Durmuş’un da dediği gibi; Göktürk Kağanları da tıpkı Sümer kralları (nın yönetim yetkisini Dingir’den aldıkları) gibi, yönetim yetkisini Tanrıdan (Gök Tengri), yani Allah’tan aldıklarına, yönetim yetkisini Allah adına kullandıklarına inanıyorlardı. Bunu, bir nevi “kader” ve “nasip” kavramlarıyla açıklamak sanırım yerinde olacaktır. Göktürk Hükümdarı Bilge Kağan (M.S.683-734)) bu durumu şöyle açıklar Orhun Abidelerinde:
“…Türk Milletinin adı sanı yok olmasın diye babam İlteriş Kağan’ı, anam (İlbilge Hatun’u yükselten Tanrı, onlara İl veren Tanrı, Türk Milletinin adı sanı yok olmasın diye beni Kağan olarak oturttu… Babamızın, amcamızın kazandığı Milletin adı sanı yok olmasın diye, Türk Milleti için gece uyumadım, gündüz oturmadım. Küçük kardeşim Kültigin ile iki Şad ile ölesiye çalıştım…”(14)
Bilindiği gibi bir yanıyla benzer bir düşünce, Osmanlı’nın yönetim anlayışında da vardı ve Osmanlı Padişahları “Zıllullah-i fil arz/Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” olarak anılırlardı. Osmanlı Padişahları arasında siyasi darbe ile veya suikast sonucu öldürülenin yerine padişah olanlar bulunsa da padişahlık bir kader ve nasip işi olarak ele alınmıştır. Fatih Sultan Mehmet, bu durumu, ünlü kanunnamesinde “Ve her kimesneye evlâdımdan saltanat müyesser ola, karındaşların nizâm-ı âlem içün katl itmek münâsibdir. Ekser ulemâ dahi tecviz etmişlerdir. Anınla âmil olalar.”(15) diyerek dile getirmiştir. Çünkü “Müyesser olmak”, “nasip olmak” anlamına gelmektedir…
Ömer Sağlam
____________
1- https://tr.wikipedia.org/wiki/II._Nebukadnezar
2- https://islamansiklopedisi.org.tr/Tevrat
3-Yaradılış/Tekvin Bab-15, https://www.salom.com.tr/arsiv/koseyazisi/84661/nilden-firata-buyuk-israil-devleti-safsatasi
4-bkz. Bakara/58-59, 75, 79; Âl-i İmrân, 3/71,78; Nîsa/46; Mâide/13, 41.
5- https://islamansiklopedisi.org.tr/suhuf
6- https://tr.wikipedia.org/wiki/Altaylar
7-https://bpakman.wordpress.com/turk-dunyasi/gunumuz-turkleri-turk-devletleri/sibirya-turkleri/altay-ozerk-cumhuriyeti/
8- https://islamansiklopedisi.org.tr/yusuf
Yusuf Kıssası’nın Tevrat’ta (39. Bölüm) anlatılışına ilişkin olarak bkz.
https://9lib.net/article/tevrat-g%C3%B6re-k%C4%B1ssas%C4%B1-konulu-mi%CC%87nyat%C3%BCrlerde-kompozi%CC%87syon-d%C3%BCzeni%CC%87-sanatsal.nq753oz6 & https://4kutsalkitap.wordpress.com/2012/11/24/tevrat-bolum-1-39-yusufla-potifarin-karisi/
9-Bkz. https://hertaraf.com/koseyazisi-gilgamis-destani-nin-kultur-ve-medeniyetimize-etkilerinin-incelenmesi-ve-degerlendirilmesi-2965. Tanrı Kral Anu hakkında ayrıntılı bilgi için bk. https://tr.wikipedia.org/wiki/Anu
10- bkz. https://islamansiklopedisi.org.tr/yusuf-suresi
11- bkz. 9 nolu dipnot.
12- https://tr.wikipedia.org/wiki/S%C3%BCmer_mitolojisi
13- Aynı kaynak.
14-https://www.turkyurdu.com.tr/yazar-yazi.php?id=230 & https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/325417
15- Doç. Dr. Abdullah Demir, “Hukuk Tarihimiz Açısından Fatih Sultan Mehmet” başlıklı makalesi, https://cdn.istanbul.edu.tr/FileHandler2.ashx?f=hukuk-tarihimiz-acisindan-fatih-sultan-mehmet_abdullah-demir_636903130625410797.pdf