Ulus kavramı, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk ulusu denir.
Ulus – sözünden ne anlaşılır; ne anlaşılması gerekir?
Bunu anlatayım:
Sözlerimin kolay anlaşılması için yine Türk ulusuna bakacağım; çünkü yeryüzünde ondan daha büyük, ondan daha eski, ondan daha temiz bir ulus yoktur ve bütün insanlık tarihinde de görülmemiştir. Bugünkü Türk ulusuna, bir resim tablosuna bakar gibi bakalım ve şimdiye değin edindiğimiz bilgilerin yardımıyla düşünelim; bu tabloda neler görüyorsak, bu tablo bize neler anımsatıyorsa, onları birer birer söyleyelim:
Türk ulusu, bir halk yönetimi olan Cumhuriyet’le yönetilen bir devlet kurmuştur.
Türk devleti laiktir. Her yetişkin dinini seçmekte özgürdür.
Türk ulusunun dili, Türkçe’dir. Türk dili yeryüzünde en güzel, en zengin ve en kolay olabilecek bir dildir. Bu nedenle her Türk, dilini çok sever ve onu yükseltmek için çalışır. Bir de Türk dili, Türk ulusu için kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk ulusu, geçirdiği sayısız sarsıntılar içinde ahlakının, erdemlerinin, gelenek ve göreneklerinin, anılarının, kendi yararlarının, kısaca bugün kendi ulusallığını oluşturan her şeyin diliyle korunduğunu görüyor. Türk dili, Türk ulusunun yüreğidir, belleğidir.
Türk ulusu Asya’nın batısında ve Avrupa’nın doğusunda olmak üzere kara ve deniz sınırlarıyla ayrılmış, dünyaca tanınmış, büyük bir yurtta yaşar. Onun adına “Türk Eli”, Türk Turdu derler. Türk Yurdu çok daha büyüktü. Yakın ve uzak çağlar düşünülürse, Türk’e yurtluk etmemiş bir anakara (kıta) yoktur. Bütün yer^fründe Asya, Avrupa, Afrika Türk atalarına yurt olmuştur. Bu gerçekleri eski ve özellikle yeni tarih belgeleri göstermektedir. Fakat bugünkü Türk ulusu, varlığı için bugünkü yurdundan memnundur. Çünkü Türk, derin ve ünlü geçmişinin, büyük ve güçlü atalarının kütsal kalıtlarını bu yurtta da koruyabileceğine; o kalıtları, şimdiye değin olduğundan çok daha fazla zenginleştirebileceğine inanmaktadır.
Türk ulusunun her bir bireyi, bazı ayrılıklar dışında, genellikle birbirine benzer. Kimi yaradılış ayrılıklarım ise doğal karşılamak gerekir. Çünkü Mezopotamya, Mısır
koyaklarından başlayan ve bilinen tarihten önce, Sibirya steplerinden başlayarak Orta Asya, Rusya, Kafkasya, Anadolu, dünkü ve bugünkü Yunanistan, Girit ve Romalılar’dan önceki Orta İtalya, kısacası Akdeniz kıyılarına değin yayılmış, yerleşmiş ve birbirinden farklı iklimlerin etkisi altında başka soylardan gelen insanlarla binlerce yıl yaşamış, kaynaşmıştır. Bu denli eski, bu denli büyük insan topluluğunun bugünkü çocuklarının tamamen birbirlerine tıpatıp benzemelerine olanak var mıdır? Hiçbir zaman ve hiçbir yerde küçük bir ailenin bile çocuklarının bütünüyle birbirlerine tıpatıp benzemelerine olanak var mıdır? Hiçbir zaman ve hiçbir yerde küçük bir ailenin bile çocuklarının bütünüyle birbirlerine benzedikleri görülmemiştir. Türkler’i yalnız bir noktada, iklim farklılıkları olmayan dar bölgede ortaya çıkmış sanmak doğru değildir. Türkleri yukarıda söylediğimiz gibi, çok geniş bir yeryüzü alanında ortaya çıkmış; ailelerin birleşerek (klan) ve sopların birleşerek boy (kabile) ve boyların birleşerek öz (aşiret) ve özlerin de birleşerek siyasal bir topluluk olan ‘el’ (medine) ve en son olarak da ‘erlerin bir özekte (merkezde) birleşmesiyle büyük bir toplum oluşturmuşlardır. <Büyük Türk topluluğunu oluşturan budunların nitelikleri yönünden aralarında büyük bir ayrım bulunmamakla birlikte geniş bir soy kaynağından gelmeleri ve nüfus yoğunluğu açılarından düşünülecek olurlarsa Türk budunları arasındaki manevi bağın gevşek olması, çeşitli adlar altında, çeşitli roller oynamaları çok doğaldır. Bu nedenledir ki tarih, olaylarını yazdığı budunları nerede, nasıl ve hangi adla tanıdıysa o biçimde yazmıştır. Böyle olmakla birlikte, bugünkü Türk ulusunun aslı, aynı kökenin, aynı uzun ve ortak geçmişin saptadığı belli tiptir, Türk tipi.
Türk ulusunun ortak niteliği olarak yansıyan başka bir yanı daha vardır. Gerçekten dikkat edilecek olursa, Türkler’in aşağı yukarı hep aynı ahlak anlayışına sahip oldukları görülür. Bu yüksek ahlak, başka hiçbir ulusun ahlakına benzemez.
Ahlakın ise ulusun oluşumündaki yeri çok büyüktür ve çok önemlidir. Bu önemi iyice anlamak için ahlak üzerine birkaç söz söylemek yerinde olur. Ahlak dediğim zaman, ahlak kitaplarında yazılı olan öğütleri demek istemiyorum; şundan dolayı ki, ahlaklılıktır diye yaptığımız davranışlar ve yapmaktan çekindiğimiz davranışlar; kitaplarda yazılı olan ya da birtakım ahlak öğreticilerinin önerdikleri şeylerden daha önce gelir. Ve bu davranışlar, o sözlerden, öğütlerden ayrı olarak, onlara kesinlikle kulak vermeksizin insanların yaptığı davranışlardır. Davranış, kuramların yönlendiricisi ve buyurucusudur. Ahlak kurallarının nasıl konulması gerektiği, ahlaklılık olduğu anlaşılan davranışlar yapıldıktan, denendikten sonra anlaşılır.
Bir iş, her neye ilişkin olursa olsun insanın bir güç kullanmasını, yorulmasını gerektirir. İnsanlar zorunlu olmadıkça kendilerini yormak istemezler. Oysa kimi işler vardır ki, kendiliğinden, insana, onu yapmak için, içinden gelen bir istek, bir eğilim esinler ve o iş, istenen bir iş olur. İşte, ahlaksal davranışlar da aynı zamanda hem zorunlu ve hem de istenen davranışlardır.
Bir işin, davranışın ahlaksal bir değer taşıması onun, tek tek insanların ötesinde daha yüce, daha üstün bir kaynaktan doğmasındandır. •
O kaynak toplumdur; ulustur.
Gerçekte ahlaksal düzen, tek tek belli kişilerin ötesinde ve üstünde yalnız toplumsal, ulusal olabilir. Ulusun toplumsal düzeni ve güvenliği, bugünkü ve gelecekteki rahatlığı, mutluluğu, esenliği ve korunmuşluğu, uygarlıkta ilerleme ve yükselmesi için insanlardan her bakımdan ilgi, çaba, özveri; gerektiğinde seve seve özvarlığını gözden çıkarmayı isteyen ulusal bir ahlaktır.
Her yönden gelişmiş ve eksiksiz bir düzeye ulaşmış bir ulusta, ulusal ahlak gerekleri, o ulusun bireylerince, öyle ki usa vurulmaksızın vicdan sesiyle ve duygusal bir güdü ile yapılır. En büyük ulusal duygu, ulusal coşku, işte budur.
Ulus analarının, ulus babalarının, ulus öğretmenlerinin ve ulus büyüklerinin; evde, okulda, orduda, fabrikada her yerde ve her işte ulus çocuklarına, ulusun her bireyine bıkmaksızın ve sürekli olarak verecekleri ulusal eğitimin amacı, işte bu yüksek ulusal duyguyu sağlamlaştırmak olmalıdır.
Ahlakın, ulusal, toplumsal olduğunu söylemek ve o, ortak vicdanın dile gelmesidir demek, aynı zamanda ahlakın kutsal niteliğini de tanımaktır. Ahlak kutsaldır; çlinkü aynı değerde eşi yoktur ve başka hiçbir tür değerle ölçülemez.
Ahlak kutsaldır; çünkü en büyük ahlaksal gerçeklik sahibi olan bir gerçekleştiriciye dayanmaktadır. O gerçekleştirici de yalnız ve yalnız toplumdur. Ondan başka bir gerçekleştirici yoktur.
Tanrısallık; değiştirilmiş, simgesel olarak düşünülmüş olan toplum da içermektir. Çünkü vicdanlarımız üzerinde etkili olan ruhsal yaşam, toplum bireyleri arasındaki etki ve tepkilerden oluşur.
Gerçekte toplum yoğun bir düşünce ve ahlak etkinliklerinin odağıdır.
Din birliğinin de bir ulusun kuruluşunda etkili olduğunu söyleyenler vardır. Ne var ki biz, bizim gözümüzün önündeki Türk ulusu tablosunda bunun tersini görmekteyiz.
Türkler, İslam dinini benimsemeden önce de büyük bir ulus idi. Bu dini benimsedikten sonra, bu din, ne Arapların, ne aynı dinde bulunan İranlıların, ne de Mısırlıların ve başkalarının Türklerle birleşip bir ulus oluşturmalarına yol açtı. Tersine, Türk ulusunun ulusal bağlarını gevşetti; ulusal duygularını, ulusal coşkusunu uyuşturdu. Bu çok doğaldı. Çünkü Muhammed’in kurduğu din bütün ulusallıkların üstünde yaygın bir Arap ulusçuluğu politikasına dayanıyordu.
Bu Arap düşüncesi, ümmet sözcüğü ile ifade olundu. Muhammed’in dinini kabul edenler kendilerini unutmaya, hayatlarını Allah sözcüğünün yer yerde yükseltilmesine adamaya zorunlu idiler. Bununla birlikte Allah’a kendi ulusal dilinde değil, Allah’ın Arap budununa gönderdiği Arapça kitapla ibadet ve duada bulunacaklardı. Arapça öğrenmedikçe Allah’a ne dediğini bilmeyecekti.
Bu durum karşısında Türk ulusu birçok yüzyıllar boyunca ne yaptığını, ne yapacağını bilmeksizin, adeta bir sözcüğünün bile anlamını anlamadan Kuran’ı ezberleyip beyni sulanmış hafızlara döndüler. Başlarına geçebilmiş olan hırslı hükümdarlar, Türk ulusunca ne olduğu, kim olduğu belirsiz cahil hocalar ağzıyla saçılan ateş ve azap ile korkunç bir karanlık ve karışıklık içinde kalan dini, kendi tutkuları ve politikaları uğruna bir araç olarak kullandılar.
Bir yandan Arapları zorla buyrukları altına aldılar, bir yandan Avrupa’da Allah sözcüğünün kutsal parolası altında Hıristiyan uluslarını yönetimleri altına aldılar. Fakat onların dinlerine ve ulusallıklarına ilişmeyi düşünmediler. Ne onları ümmet yaptılar ne de onlarla birleşerek güçlü bir ulus yarattılar. Mısır’da belirsiz bir adamı halifedir diye, yok ettiler; hırkasıdır diye, bir palaspareyi halifelik belgisi ve üstünlüğü olarak altın sandıklara-koydular. Halife oldular. Kimi zaman doğuya, kimi zaman batıya, kimi zaman da dört bir yana saldıra saldıra Türk ulusunu Allah için, peygamber için topraklarını, çıkarlarını ve benliğini unutturacak, yalnız Allah yolunda olacak denli derin bir kendinden geçmişlik ve yorgunluk beşiğinde uyuttular.
Ulusal duyguyu yok eden, bu dünyaya değer verdirmeyen; yoksulluklar ve yoksunluklar ve kötülükler baş göstermeye başlayınca da, asıl gerçek mutluluğa öldükten sonra öbür dünyada kavuşulacağı inancını aşılayan dinsel dogma ve dinsel duygu, ne var ki ulusun uyanıp aklı başına geldiği zaman, şu acı gerçeği görmesine engel olamadı.
Bu korkunç manzara karşısında kalanlara, kendilerinden önce ölenlerin ahiretteki mutluluklarım düşünerek ya da bir an önce ölmeye dua ederek ahirete kavuşmayı öğütleyen bir din duygusu, dünyanın en acı tokatıyla Türk ulusunun vicdanındaki çadırını yıktı; çağrılıları, Türk düşmanları olan Arap çöllerine gitti. Türkler’in ortak vicdanı, derhal yüzlerce yıllık güçle ve açılıp ilerleme tutkusuyla, büyük bir coşkuyla çarpışıyordu. Ne oldu?
Türk’ün ulusal duygusu artık ocağında ateşlenmişti. Artık Türk, cenneti değil, eski ve gerçek büyük Türk atalarının kutsal kalıtlarının, son Türk ‘el’lerinin savunma ve korunmasını düşünüyordu. İşte dinin ve din duygusunun Türk ulusunda bıraktığı anı.
Türk ulusu, ulusal duyguyu, din duygusuyla değil, fakat insanlık duygusuyla yan yana düşünmekten zevk alır. Vicdanında ulusal duygunun yanında insanlık duygusunun onurlu yerini her zaman korumakla övünç duyar. Çünkü Türk ulusu bilir ki, bugün tuttuğu dönülmez uygarlık yolunda bağımsız; fakat kendileriyle koşut düzeyde ilerlediği tüm uygar uluslarla karşılıklı insancıl ve uygar ilişki, elbette gelişmemizi sürdürmek için gereklidir. Ve yine bilinmektedir. ki Türk ulusu, her uygar ulus gibi geçmişin bütün evrelerinde buluşlarıyla, bulgularıyla uygarlık dünyasına katkıda bulunmuş insanların, ulusların değerini bilir ve onların insanlığa bıraktık- lan kalıtsal anılan saygıyla korur. Türk ulusu, insanlık evrenine gönülden bağlı bir üye ailedir.
Özetleme: Bütün bu söylediklerimizi kısa bir çerçeve içine sokmak istersem, şöyle diyebiliriz: Türk ulusunun ortaya çıkışında etkisi görülen doğal ve tarihsel olgular şunlardır:
Siyasal varlıkta birlik
Dil birliği
Yurt birliği
ç) Soy ve köken birliği
Tarihsel yakınlık
Ahlak yakınlığı
Başka Ulusların Ortaya Çıkışları
Türk ulusunun oluşumunda tümü bir arada var olan bu koşullar, başka ulusların oluşumunda hemen hemen yok gibidir. Daha genel bir tanım yapabilmek için diyelim ki, bir topluma ulus diyebilmek için bu koşulların aynı zamanda tümünün ya da bir bölümünün bir arada olması gerekir. Bütün uluslar tamamen aynı koşullar altında kurulmamış olduklarına göre Türk ulusu için yaptığımız gibi, başka her ulus için ayn ayn irdelemeler yapılmadıkça ulus kavramını genel ve bilimsel olarak tanımlamak güçtür. Çünkü belirlediğimiz koşullar, insanların ulus olarak oluşumunda genellikle yardım etmiş koşullardır. Ne var ki, bu oluşum biçiminden başka, hemen hemen bu koşulların hiçbirinin etkisi söz konusu olmadan gerçekleşmiş ulus oluşumları da vardır.
Örneğin: îngilizler ile Kuzey Amerikalılar aynı dili konuşmalarına karşın ayn ayrı uluslardır. Sonra, İsviçre’de dilleri ve kökenleri başka başka olan üç azınlık vardır: Alman, Fransız, İtalyan. Bunlar İsviçreli adı altında tek bir ulus olarak sayılmaktadırlar
Güney Amerika’da beyazlarla yerliler dirsek dirseğe yaşayan Amerikalılardır.
Bugün, büyük, çağdaş uluşlardan olan Fransızların, İngilizlerin, çeşitli soyların karışması sonucunda ortaya çıktığı bilinmektedir.
Bir ulusun oluşumunda toprağın önemini büsbütün yok sayanlar da vardır. Bu düşüncede olanlar, toprak yalnızca çalışma ve uğraşma alanıdır, diyorlar.
Şimdi şu noktaya dikkat edelim: Fransızlarla İngiliz- ler arasındaki savaşlar her iki ulusta ulusallaşma bağlarını güçlendirdi.
- Alman uluslaşması, Napoleon’a karşı yapılan savaşlardan; İspanya uluslaşması, Faslılarla yapılan savaşlardan döğdu. Eski küçük Yunan hükümetleri İranlılara karşı koymak için birleştikten sonra Yunan uluslaşması başlar. Türkler’in, her şeye karşın bütün çağlarda ulusal dayanışmasını ve bağlarını korumaları, hemen her zaman sürekli savaş durumunda bulunmalarındandır.
Son devrim yıllarında birlik gücünün doğmasına, içinde bulunulan savaş durumunun etkisi büyük ve önemlidir.
Bu bilgilere göre savaş, türlü soylardan gelen insanların birleşmesinde en güçlü etkendir.
“Ulus neye denir?” sorusuna, bugünkü çağdaş anlayışlara uygun, bilimsel bir tanım verebilmek için yürüttüğümüz irdelemeyi yeterli sayalım. Onun üzerinde bir an durup düşünelim. Bugün Türk Cumhuriyeti’ni kurmuş olan Türk ulusunu irdelerken saptadığımız koşullan yeniden gözden geçirelim:
Siyasal varlığımızın dışında, başka ülkelerde, başka siyasal topluluklarla isteyerek ya da istemeyerek yazgılarını birleştirmiş, bizimle dil, soy, köken birliği olan ve üstelik yakın, uzak tarih ve ahlak yakınlığı görülen Türk toplulukları vardır. Tarihin binbir olayının akışı sonucunda ortaya çıkan bu durum, Türk ulusu için acı bir anıdır, ne var ki, Türk ulusunun oluşumundaki soyluluğu ve dayanışmayı gerek tarih ve gerekse bilim açılarından kesinlikle sarsmaz.
Bugünkü Türk ulusunun siyasal ve toplumsal birliği içinde kendilerine Kürtlük, Çerkezlik, Lazlık ya da Boşnaklık düşüncesi aşılanmak istenmiş yurttaş ve ulus taşlarimız vardır. Ancak geçmişin zorbalık dönemlerinin bir sonucu olan bu yanlış adlandırmalar, düşmana alet olmuş birkaç, gerici, beyinsiz dışında, ulus bireyleri üzerinde üzüntüden başka bir etki yaratmamıştır.
Çünkü ulusun bu bireyleri de genel Türk toplumu gibi aaynıı ortak geçmişe, tarihe, ahlak anlayışına ve hukuka sahip bulunuyorlar.
<Ayn ve büyük bir çoğunluğa sahip bir topluluk olduğunu ileri sürmüş ve bu yüzden Türkler’le birleşip bir ulus kurmak istememiş olan Araplar, -hem de dinlerini kabul ettiğimiz halde- acaba bugünkü bağımlılıklarından memnun mudurlar?
c) Bugün içimizde bulunan Hıristiyan, Musevi yurttaşlar, yazgılarını ve geleceklerini Türk ulusallığına kendi vicdanlarından gelen istekleriyle bağlandıktan sonra kendilerine yan gözle yabancı diye bakılması, uygar Türk ulusunun soylu ahlakından beklenebilir mi?
Ulusun Genel Tanımı Bundan sonra ortak ulusal düşüncenin, ahlakın, duygunun, coşkunun, anı ve geleneklerin ulus bireylerinde oluşmasını ve kökleşmesini sağlayan ortak geçmişin, birlikte yaratılmış ve yaşanmış tarihin, vicdanları ve kafaları doğrudan doğruya birleştiren ortak dilin ulusların oluşumunda en önemli etkenler olduğunu bir kez daha vurguladıktan sonra ulus üzerine, ikincil öğeleri göz önüne almadan, mümkün olduğu kadar her ulusun yapısına uyabilecek bir tanımı biz de verelim:
Zengin bir anı kalıtına sahip bulunan;
Birlikte yaşamak konusunda ortak istek ve uzlaşmada içtenlikli olan;
Ve sahip olunan kalıtın korunmasını birlikte sürdürmek konusunda iradeleri ortak olan insanların birleşmesinden ortaya çıkan topluluğa ulus adı verilir..
Bu tanım iyice düşünülecek olursa, bir ulusu oluşturan insanlar arasındaki bağların değerine, gücüne ve vicdan özgürlüğüyle insanlık duygusuna verilen önem kendiliğinden anlaşılır.
Gerçekten geçmişten kalan ortak utku ve acı kalıtı;
Gelecekte gerçekleştirilecek ortak izlence;
Birlikte sevinmiş olmak, birlikte aynı umutlan beşlemiş olmak.
Bunlar elbette bugünün uygarlık anlayışında, bütün öteki koşulların üstünde bir anlam ve kapsam taşır.
Bir ulus kurulduktan sonra bireylerinin, devlet yaşamında, ekonomide ve düşünce yaşamında ortaklaşa çalışmasıyla ortaya çıkan ulusal kültürde, kuşkusuz ulusuri her bireyinin çalışma payı, katkısı ve hakkı vardır. Buna göre bir kültürden olan insanlardan oluşan topluluğa ulus denir, dersek ulusun en kısa tanımını yapmış oluruz.
Bundan önce belirlediğimiz tanıma dayanarak diyebiliriz ki, uluslaşma sorunu, bireysel ve ortak özgürlük sorunudur.
Öyleyse sorunu ilke olarak dile getirelim.
Uluslaşma ilkesi
Bir ulusun, başka uluslara göre doğal ya da sonradan kazanılmış, kendine özgü karakterlere sahip olması, başka uluslardan ayrılan bir organik yapı oluşturması, çoğu kez onlardan ayrı olarak, onlara koşut bir gelişmeye çaba göstermesi olgusuna uluslaşma ilkesi denir.
Bu ilkeye göre her’ birey ve her ulus kendisine karşı iyi niyetli olunmasını ve topraklarına tam olarak sahip olmayı istemek hakkına ve bu hakkın kullanılmasını yasaklayan ya da sınırlayan her türlü, engeli yok etmek hak ve özgürlüğüne sahiptir.
Bu ilke, bize hangi ulusların . özgür, hangilerinin özgürlüğünden şu ya da bu biçimde yoksun olduklarını, yani ulus adını taşımaya yaraşır olmadıklarını kolaylıkla gösterir.
Şimdi kendi kendinize sorunuz!
Çinliler ulus mudur? -Hayır! Niçin?
Afganlılar ulus . mudur? -Hayır! Niçin?
Hintliler, Trablusgarplılar, Tunuslular, Faslılar, Suriyeliler, başlarında kralları olan İraklılar, Mısırlılar, Arna- vutlar, bütün bu ümmeti Muhammed özgür müdürler, ulus mudurlar?*
- Özgür değildirler, ulus değildirler. Ümmettirler, bağımsız değildirler. Niçin?
Türkler özgür müdürler, ulus mudurlar?
-Evet! Niçin?
Türk Ulusçuluğu
Türk ulusçuluğu, ilerleme ve gelişme yolunda ve uluslararası ilgi ve ilişkilerde, bütün çağdaş uluslara koşut ve onlarla bir uyumda yürümekle birlikte Türk toplumunun kendine özgü niteliklerini ve başlıbaşına bağımsız ‘ öz- benliğini saklı tutmaktır.
Bilmeli ki, ulusal benliğini bilmeyen uluslar, başka ulusların avıdır.
- Mutlulukla belirtiriz ki, bu ülkeler, o günler için belirtilen bu gerçeği değiştirmeyi başaran savaşımlar vererek, uluslar arasındaki onurlu yerlerini aldılar.
DEVLET
Ulusun ne olduğunu açıklarken, demiştim ki, Türk ulusu, bir halk yönetimi olan cumhuriyetle yönetilir, bir Devlettir.
Şimdi, devlet ne demektir, bunu açıklayarak anlatayım:
Devlet dediğimiz zaman her şeyden önce bir insan topluluğu, bir ulus varlığı anlaşılır.
Bundan sonra, bu insan topluluğunun coğrafya sınırlarıyla belirlenmiş bir toprakta yerleşmiş olduğu görülür. Yine ulus konusunda demiştim ki, Türk ulusu, Asya’nın batısında ve Avrupa’nın doğusunda olmak üzere kara ve deniz sınırlarıyla ayrılmış, dünyaca tanınmış büyük bir yurtta: yaşar, onun adına “Türk Eli” derler. Ulus olma sorununun bireysel ve ortak bir özgürlük sorunu olduğunu biliyoruz. Yani bir ulusu oluşturan bireylerin, o ulus içinde her türlü’özgürlüğü; yaşama özr gürlüğü, çalışma özgürlüğü, düşünce ve vicdan özgürlüğü güvence altına alınmalichr.
Yine bir ulusun genel bütününün her türlü özgürlüğünün sağlanmış olması gerekir. Yani kendi topraklarında, dışarıdan hiçbir karışma ve sınırlandırma olmaksızın özgür ve bağımsız olarak yaşaması ve çalışması gerekir.
işte devlet, gerek bireylerin özgürlüğünü sağlamak için ulus üzerinde bir yetkeye (nüfuz) ve gerek ulus ve ülke bağımsızlığını koruyabilmek için kendine özgü bir yetke ve güce sahip olmalıdır.
Öyleyse, devlet: “Belli bir toprakta yerleşmiş ve kendine özgü bir güce sahip olan bireylerin bütününden oluşan bir varlıktır.”
Devletin sahip olduğu gücü anlatırken bu gücü kendine özgü diye nitelendiriyoruz. Gerçekte devleti kuran ulusun bağrında işlev kazanan yetke gücü, kişi olarak hiç kimse tarafından verilmemiştir. O, bir siyasal yetkedir ki, devlet kavramının özünde vardır. Devlet, bu gücü halk üzerinde kullanmak ve ulusu dışarıda temsil etmek ve başka uluslara karşı savunmak yetkisine sahiptir.
Bu siyasal yetke ve erke “irade” ya da “egemenlik” denir.
Egemenlik
Mademki devlet bir iradeye, bir egemenliğe sahiptir, onu göstermek ve yerine getirmek için birtakım araçlara gereksinimi vardır.
Bu araçları içeren devlet düzeninde “Millet Meclisi” ve “hükümet” örgütü temeldir.
Çağımızda, bu temel olan örgütün dayandığı gelenekleşmiş birtakım ana ilkeler vardır.
Demokrasi ilkesi “halkçılık”: Bu ilkeye göre irade ve egemenlik, ulusun tümüne aittir ve ait olmalıdır. Demokrasi ilkesi, ulusal egemenlik ilkesi biçimine dönüşmüştür.
Temsili hükümet ilkesi: Bu ilke ulusal egemenliğin kullanımını ve yürütümünü düzenler.
Devletin anayasasını belirleyen yasanın, öteki yasaların üstünde olması ilkesi: Bu ilke, çağdaş anayasa hukukunda yasalılığı ve adli dengeyi sağlayan ilkedir.
Bu saydığımız ilkeler (a, b, c) demokrasi ilkesinin anayapısı olarak görülür. Gerçekten demokrasi ilkesi uygulamadaki değerini ancak bu saydığımız ilkelerle kazanır.
A) Demokrasi ilkesi, devlette egemenliğin var olması iki temel sorun ortaya çıkarır:
Egemenlik neden ibarettir?
Egemenliğin içeriğinde ne vardır? Sınırları nedir?
Egemenliğe dayanarak meşru yollarla hangi eylemler yapılabilir?
Bu, devletin egemenliği, sorunudur. Bu sorunda, devlet, iç dayanağından, ulustan, ayrı olarak soyut bir biçimde düşünülüyor. Ve bu yolla siyasal gücünün niteliği ve sınırları belirlenmek isteniyor.
Devletin siyasal gücü, bağrında yaşayan bireylerin ve toplulukların varlığı dolayısıyla sınırlanmıştır; hangi ölçüde sınırlanmıştır? Bunu kamu hukuku belirler.
Devletin, başka devletlerin ve kendi kuruluşunda yer almayan başka insanların varlığı dolayısıyla egemenliğin ölçüsünü de devletler hukuku gösterir. Bu nedenle devletin egemenliği sorunu tam anlamıyla bir anayasa hukuk sorunu değildir.
2) Egemenlik konusunun ortaya koyduğu ikinci bir temel sorun da devlette, devlet içinde egemenlik sorunudur. Bu doğrudan doğruya anayasayla ilgilidir.
Kamu hukuk kanun ve devletler hukukunun sınırlarını belirlediği egemenlik, kime aittir?
Şunu söylemek gerekir ki, devlet tüzel bir kavramdır. Gerçekte, yönetenler, egemenliği kullanırlar. Öyleyse devleti yönetenler kimler olmalıdır? Siyasal gücün meşru olabilmesi için devletin soyut egemenliği, eylemli olarak kimin eline bırakılmalıdır? İşte bu sorunlara yanıt veren demokrasi ilkesidir.
Devlet Biçimleri
Tarihin ve hukukun incelenmesi, bize, egemenliğin başlıca üç değişik biçimde kullanıldığını göstermektedir.
I) Saltanatçılık (hükümdarlık – monarşi): Egemenlik, “kral, imparator, şah, padişah, prens, emir” gibi türlü sanlar alabilen hükümdarın, yani yalnız bir kişinin tekelindedir. Egemenliği kullanan devletin bütün memurlar, yalnız bir kişi adına hareket ederler.
Devlette son iradeyi yalnız hükümdar belirler. Hükümdar, yalnız başına devleti yönlendirir, yönetir ve her şeyi o buyurursa, böyle bir devletin hükümetine “mutlak hükümet” denir. Böyle bir devlette, hükümdar “Devlet benim” der; savaş açar, barış antlaşması yapar, yasalar koyar, vergiler koyar, ülkenin gelirlerini istediği gibi kullanır. Kısacası ülke sanki onun “malikânesi”dir.
Eğer hükümdar, yasaları hazırlayan milletvekillerinden oluşan bir meclis kabul etmişse, o zaman “meşrutiyet hükümeti” olur. Bu tür hükümette de sonunda herşey hükümdarın son sözüne bağlıdır. Meşrutiyet hükümetinde hükümdar, bir yurttaşa, bir hükümet kurdurur, ülkeyi onunla yönetir. İngiltere, Belçika, İtalya meşrutiyet hükümetleriyle yönetilmektedir.
Sınıfçılık (takımerki – oligarşi): Bu tür hükümette, egemenlik, birkaç kişinin, birkaç ailenin ya da halkın bir kesiminin elindedir. Soylu erki (aristokrasi), sınıfçılığın (oligarşi) başka bir biçimidir; burada egemenlik, seçkinlerin, soylular sınıfının elindedir.
Demokrasi (Halkçılık): Demokrasi temeline dayanan hükümetlerde egemenlik, halka, halkın çoğunluğuna aittir. Demokrasi ilkesi, egemenliğin ulusta olduğunu, başka bir yerde olamayacağını gerekli kılar. Bu yolla demokrasi ilkesi, siyasal gücün, egemenliğin kaynağına ve meşruluğuna dayanmaktadır.
Demokrasinin tam ve açık olarak uygulandığı hükümet biçimi ‘cumhuriyet’tir.
NE MUTLU TÜRK’ÜM DİYENE