Bu sabah “insan türlerinin farklılıkları” çalışmama katkı sağlayan, 35 Almanla, bir vagonda, 1.5 saat boyunca kapalı kaldığım bir kaza yaşadım.
Saat 10:17’de kalkan trenin en ön sırasında kızımla birlikte oturuyoruz. Bu ufak trenlerde en önde oturanla, sürücü arasında sadece bir cam kapı var ve istenirse ön camdan dışarısı seyredilebiliyor. Yarım saatlik kısa yolculuğun başlangıcında gazetelerden birbirimize haberler gösterirken, daha 10 dakika geçmemişti ki, önce düdük sesi, daha sonra fren yapan metal tekerlerin raylara sürtmesinin çığlığı, en korkuncu altımızdaki tekerlerden gelen takırtı sesi ve bende tren devrilecek kadar yan yattı izlenimi veren sarsıntı.
Saat 10:27. Tren duruyor. Sağa sola bakıyorum camdan dışarı bakıyorum bir şey gözükmüyor. Belli ki bir şeyin üzerinden geçtik. İçimde ayağa kalkıp, koşarak arkaya gitmek ve ne olduğuna bakmak isteği var. Bunu engelleyen iki şey var. Birincisi buna hazırmıyım? İkincisi Almanların hiç birisi tren durmadan önceki pozisyonlarını değiştirmiş değiller. Arkamızda Melis’in okuldan arkadaşı kız, kitabını okumaya devam ediyor. 6 genç kafası önlerinde, herkes bir şeyler okuyor. 70 yaşlarında iki kadın sohbet ediyorlar. Benim yaşlarımda bir adam ve kadın masanın üstüne yaydıkları kağıtlara çalışıyorlar.
Herkesten ne kadar farklı, anormal olduğumu düşünüyorum, oysa belki de bütün Türkler benim gibi davranacaktır. Melis’e bakıyorum gazetesini okuyor. Sormaya korktuğum soruyu soruyorum kendime, dışarda ölmek üzere olan, yardım bekleyen birisi olabilir mi? Daha derin bir soru izliyor; neden yaşamlarına hiçbir şey olmadan devam eden almanlar gibi değilim, neden trenin arkasına koşmak istiyorum? Bir insana çarptı isek ve hala yaşıyor ise, ehliyet alırken gördüğüm ilk yardım dersleri onu kurtarmama yetecek mi? Hayır yetmeyecek. Gene de ben iyi bir insanım ve yardıma koşmak istiyorum. Ama ya diğerleri, şurada tam bir örneklemesi bulunan Alman ırkı, batı medeniyeti kötü mü? O sırada yüreğimde bir acı hissediyorum. Yoksa benim iyiliğim benim merakım mı aslında?
Saat 10:28. Sürücü kabininin kapısı açılıyor. 30 yaşlarındaki sürücü yüzünde gülümseme ile dışarı çıkıyor. Ben düşünceden düşünceye koşarken henüz bir dakika geçmiş. Sadece bir dakika. Bana gülümsüyor, iyi günler diliyor. Rahatlıyorum. Bilmiyorum ki, ben bunları düşünürken, onun o bir dakikada neler düşündüğünü belki de ne hesaplaşmalar yaşadığını. Fazla oyalanmadan trenin arkasına gidiyor, trenin tamamını olduğum yerden görebiliyorum. arka kapıdan aşağı atlıyor sanıyorum, fakat kimse yerinden kıpırdamadığı için ben de gazeteme dönüp beklemek zorunda hissediyorum.
Saat 10:37, internet’de kaza kaydının alındığı saat olarak geçiyor. Arada geçen 9 dakikayı tam hatırlamıyorum. Bana biraz uzun geldi. Sürücü, kabininden çıkmadan önce anında kazayı bildirmeliydi diye düşünüyorum, ya da bildirmeden önce 10 dakikalık duruma hakim olma süresi normal sayılmalı belki de. O arada neler olduğuna gelince; sürücü ön kapıdan geri trene geliyor. En iyisinin herkesin yerinde oturması olduğunu, kesin olan şeyin treni sürmeye devam etmeyeceği olduğunu, tekrar yola çıkmanın bir iki saat süreceğini, isteyene gazete verebileceğini ama bizim elimizdeki FAZ gazetesine bakarken gülerek yalnızca Bild verebileceğini, isteyene randevusunu değiştirmesi için telefon verebileceğini, aşağı inmemizin tehlikeli ve yasak olduğunu söylüyor.
Trendeki herkesin ama herkesin bir randevusu var, herkes bir yeri ama sadece bir yeri arıyor. Biz randevumuzu kendi telefonumuzdan arayarak iptal ediyoruz. 40 yaşın altındaki herkes kendi cebinden, üstündeki herkes sürücünün cebinden arıyor. Hatta sürücünün cebinden arayan 40 yaşlarındaki kadının, randevusunu iptal ederken telefonu sürücüye uzatıp lütfen siz açıklarmısınız demesi bana iğrenç geliyor. Bildirimlerin 1 dakikayı geçmemesi, kimsenin aradığı kişiye yorum yapmaması, karşıdakilerin de muhtemelen ne olduğunu sormamaları ve tahminimce hiç bir zaman sormayacak olmaları batılı düşünce tarzı ile benim ortak noktalarım olarak gözüküyor.
Saat 10:39. Sürücü sigara içmek isteyenler için bir kapıyı açıyorum, dikkat edin düşen olmasın, kaza olmasın diyerek gülüyor. Az önce kaza ile de olsa birisini öldürmüş olması ihtimaline karşı espri bana tuhaf geliyor.
Saat 10:41. Sürücü bir kez daha açıklama yaparak 3-5 dakika içinde görevlilerin geleceğini bir isteğimiz olup olmadığını soruyor. 35 kişi samimi bir ortamda sohbet ediyor gibiyiz. İsteğim yok ama merak ettiklerim var. Nasıl olsa sıra gelecek konuşacağız. Gerçi sürücünün rahat tavırlarından, herkesin işine devam etmesinden içim biraz rahat.
İlk soru kızımın okul arkadaşından geliyor. İşte iyi okuyan akıllı birinden bir soru. Şimdi öğreniriz ne olup bittiğini diyorum kendi kendime. Bileti saat limitli imiş, yoluna nasıl devam edeceğini soruyor? Bu nasıl bir soru diyorum. Üniversiteli genç kızlardan biri orada mecburen tutulduğuna dair bir belge istiyor. Bir diğeri bilet parasını geri alıp alamayacağını, başkası taksi parasının ödenip ödenmeyeceğini soruyor. Soruların hepsi iğrenç geliyor bana. Nasıl bu kadar bencil olunabiliyor?
Saat 10:45. ilk defa siren sesleri duyuyorum. Gözlerimde hüznü görenler beni dışlıyorlar. Tek bir çift gözden işaret alsam bütün treni kaplayacak trajedi havası hiç bir zaman yaşanmıyor. Trajediye, telaşa, gözyaşına prim verilmiyor buralarda. Türkiye’den o günün haberlerini hatırlıyorum: “Akşamın Rating birincisi en çok ağlatan …… dizisi”.
Saat 10:51’de içeri üstlerinde değişik renklerde fosforlu kıyafetler olan kişiler giriyorlar. Ikisi itfaiyeci gibi, birinin fosforlu yeleginde “kaza yöneticisi” yazıyor. Kendisini tanıtıyor ve artık yetkinin kendisinde olduğunu söylüyor.
Saat 10:52. fosforlu yelekli muhtemel bir doktor yardıma ihtiyacı olan olup olmadığını soruyor. İşte o an herkesin okudukları kitaptan bile kafalarını kaldırmadan hayır demesinden anlıyorum trende herkesin bildiğini bir tek benim bilmediğimi. Muhtemel doktor bana geliyor “gerçekten, yardıma ihtiyacınız varsa, psikolojik destek almak isterseniz bildirin lütfen” diyor. Teşekkür ediyor ve iyi olduğumu söylüyorum.
Aslında kendimi diğer yolcular tarafından kandırılmış hissediyorum. Sanki tren durduğu anda, geride hiç bir şüphe, merak, soru bırakmamacasına, yolcuların hepsi, hergün 3 kişinin yaptığı gibi, birisinin, trenin önüne atlayarak intihar ettiğini, kurtulma imkanının olmadığını biliyor, gene de işlerine devam ediyor, sanki 2. Dünya Savaşı yıllarından aralarında verilmiş gizli bir söz varmış gibi dışarıya hiç bir şey belli etmiyorlar. Genlerden mi, çevresel etkilerden mi alındığını bilmediğim duygusuzluk hali, benim için Melis’in davranışlarında cevabını buluyor. Önce güvenlik diye çalışan Alman sistemi, ikinci adımda sistemi tekrar tıpkı eskisi gibi normal hale getirmelisin diye bütün sürati ile çalışıyor. Bunun tersine çalışan hiç bir öğeye yer yok.
Saat 10:55. polis geliyor, sürücüyü sorguya çekiyorlar. Kaza yöneticisi şimdi kriminal polisi beklediklerini, daha sonra savcının geleceğini, savcı gitmemize izin verirse bizi oradan aldırmak için çare düşündüklerini söylüyor.
Saat 11:00. Herkes okumasına devam ediyor. Ben ise kendimi veremiyorum gazeteye. Aklıma bir şey geliyor o zaman. Kağıt kalem çıkartıyorum ve olanları yazmaya başlıyorum…
Saat 11:25. Hemen yanında olduğum için sürücünün merkez ile son konuşmalarını dinliyorum. Elinin az titrediğinden ama yalnız kalırsa nasıl olacağını bilemediğinden bahsediyor. Karşı tarafa telsiz ile bir süre tatile çıkacağını anlatıyor . O zaman anlıyorum adamın olayın şokunda olduğunu ama yeni sürücü gelene kadar görevini sonuna kadar sürdürdüğünü. Bir anda düşüncelerim tam tersine dönüyor. Adam o durumda bana gülümseyerek her geçişinde, suratımı üzüntü ile kaplayarak ona acısını hatırlatmaya çalışmakla ona ne kazandırdığımı düşünüyorum. Kendi yaptığım iğrenç geliyor. Daha önce adamın telefonunu kullandıkları için iğrenç bulduğum kişilere bakıyorum. Yoksa hepsi bilinçli bir terapinin parçasımıydılar. Gündelik mütevazi hayatlarına devam ederek, sürücünün telefonunu kullanmanın ondokuz sentlik ufak karının iğrenç mutluluğunu yaşarken, aslında sürücüyü geri döndürmenin en basit yolunu mu uyguladılar.
Melis’le arkadaşına bakıyorum. Melis sakin sakin gazetesine devam ederken genlerinden gelen ile benden de trajedinin negatif elektriğini almaya her an hazırdı. Arkadaşı ise bariz biçimde engellemişti beni, fıkralar anlatmış, Melis’in bir dönem dışarıda okuma hakkı olduğu için, kendi Yeni Zelanda tecrübelerini anlatmış üzüntü havasını dağıtmıştı hep. 16 yaşındaki şu kız kadar hayat tecrübem yokmuş diyorum. Tersini benim düşünmem gerekmez miydi? Çoçukları olaya uzak tutmam, eğlendirmem, fıkralar anlatmam gerekmez miydi? Kızın daha önce bana pek hoş gelmeyen davranışları da, birden bire erdemli gözüküyor artık. Az ilerde bir ölü varken ağıtların, gözyaşlarının, üzüntünün Türk toplumu için bir gelenek olduğunu, tersinin hoş karşılanmayacağı önyargısı ile hareket ettiğimi düşünüyorum.
Saat 12:17. Randevumuza geciktiğimiz için başladığımız yere geri döndük. Trenin her zamanki gibi tam saatinde kalktığını görüyorum. Gişeye gidip olayı anlatıp paramızı istiyoruz, kadın ne olduğunu bilmiyorum, trende istemeliydiniz, bu durumda şu adrese mektup yazmalısınız diyor. Melis’le bir daha böyle bir durumda yapılacakları konuşuyoruz. önce kendini ve çevreyi güvenliğe almalısın, sonra bildirim, sonra kişisel zararlarını koruma ve tazmin. En trajik durumda dahi, aklını ve mantığını, duygularının önünde tutarak, artık bilinçaltına yerleşmiş bir bireysel topyekün aydınlanmanın, birbirini etkileyerek felaketler sarmalına tüm toplumu batırmamanın Türkiye için de ne kadar gerekli olduğunu düşünüyorum. O vagondaki herkesin kaos ortamından, kararlı sisteme geçebilmek için yaptığı bize çok ters, o ufacık, bencilce gözüken katkıyı düşünüyorum. Tabi önce insanın dönmekten mutlu olacağı, koruyacağı bir sistem olması lazım. Acaba önce sistem mi, önce insan, bireysel aydınlanma, bireyin eğitimi mi? Önce insan diyorum, sistemi kuran da o olduğuna göre.
Kazanın haberi internet’de ve yerel basında bir kaç satırla geçiyor. Bir insan ayrıldı üç beş bin kişilik kasabamızdan. Parçalarını hemen topladılar, yolları hemen temizlediler, cenazesine gitmek istedim, ismini dahi yazmadılar hiç bir yerde. Türk’lerin gavurlara dediği gibi, Toprağı bol olsun!
Taner Ertunç
07.01.2011
Bir yanıt yazın