Batı Anadolu’da küçük bir beylik iken 1299 yılında kurulan Osmanlı Devleti; 600 yılı aşan bir süre kesintisiz ve egemen bir devlet olarak yaşamıştır. Tarihin kaydettiği en uzun ömürlü devletler arasında yer alan Osmanlı Devleti, bu uzun yaşamının ilk üç yüz yılında, bilim ve kültüre verdiği büyük önem, birbirine sıkı bağlarla bağlı askerî ve mülkî bir örgüt sayesinde kısa zamanda üç kıtaya yayılmış ve dünyanın en kudretli devleti durumuna gelmiştir.
Ancak, 17. yüzyıl sonlarından itibaren Batı’nın bilimsel, kültürel, ekonomik ve siyasal alanlardaki üstünlüğü, bunun yanı sıra kuzeyde Batı’nın değerleriyle yükselen ve kurulan Rus Devleti’nin doğuşu kuvvetler dengesini Osmanlı Devleti’nin aleyhine bozmuştur. Her ne kadar Osmanlı Devleti; aleyhine bozulan bu kuvvetler dengesini düzeltmeye çalışmışsa da alınan önlemlerin yetersizliği, kendisini yıkılışa götüren acı sondan kurtaramamıştır. Alınan önlemlerin yetersizliğinin de etkisiyle 19. yüzyılda Yunanistan, Sırbistan, Romanya ve Bulgaristan İmparatorluktan ayrılarak bağımsızlıklarını ilân edince, 20. yüzyılın başlarından itibaren de felaketler birbirini kovalamıştır. 1911’de İtalyanlar Libya ve 12 adayı alırken, 1912’de patlak veren Balkan savaşları sonucu Osmanlı Devleti umulmadık yenilgiye uğramıştır.
Nihayet Osmanlı Devleti; 1914 yılında başlayan ve dört yıl devam eden uzun bir savaş sonrasında Batı’nın büyük devletlerine yenilmiş, 30 Ekim 1918 tarihinde imzaladığı Mondros Ateşkesi ile de siyasî yaşamı fiilen son bulmuştur.
Ateşkes koşulları gereğince Yıldırım Orduları Grup Komutanlığını Mustafa Kemal’e devreden Alman Generali Liman Von Sanders “Emir ve komutayı bugünden itibaren öğünülecek birçok muharebelerin kahramanı olarak tanınmış Mustafa Kemal Paşa’ya devrettim.” diyerek savaş yılları boyunca birçok cephede birlikte olduğu Mustafa Kemal’e bir kadirbilirlik göstermeyi de unutmamıştır. Başta Çanakkale Muharebeleri olmak üzere Birinci Dünya Savaşı’nın birçok cephesinin muzaffer komutanı Mustafa Kemal, Yıldırım Orduları Grup Komutanı olarak; Ateşkes şartlarını ağır buluyor, hükümlerinin Türk ulusunu yok etmeye yönelik olduğunu biliyor, Türk ulusunu yok olmaktan kurtaracak çareler arıyordu.
Bu bağlamda, Ateşkes hükümlerinin Türk ulusunun çıkarlarına aykırı olarak uygulanmamasını sağlamak için; güneyde bir ulusal sınırın elde tutulmasını ve barış şartları görüşülürken kendisine dayanılabilecek bir gücün de varlığını gerekli görmüştür. Bu amaçla, emrindeki askerî birlikleri mümkün olduğu kadar Torosların kuzeyine çekmek, fazla silâh ve yedek cephanelerle, elde bulunan savaş malzemesini güvenli yerlere taşıtmak ve gizlice halka dağıtmak yolunda gerekli önlemleri almaya başlayarak Türk Kurtuluş Savaşı’nın şerefli birer yaprağını teşkil eden Gaziantep, Urfa, Maraş savunmalarının ilk hazırlıklarını da yapmıştır.
Büyük Atatürk’ün Mondros Ateşkes Anlaşması’na karşı gösterdiği bu direnme, Osmanlı Devleti yetkililerini endişeye düşürmüş, kendisinden kurtulmak için de 7 Kasım 1918’de Yıldırım Orduları Grup Komutanlığı kaldırılarak, Mustafa Kemal’in de İstanbul’a dönmesine karar verilmiştir.
İngiliz donanmasının Ateşkes hükümleri doğrultusunda Çanakkale’yi geçerek İstanbul’u işgal ettiği gün; Haydarpaşa’ya gelen Mustafa Kemal, bu manzara karşısında çok üzülmüş, yaverine sadece “Geldikleri gibi giderler!” diyebilmişti. Bir süre İstanbul’da kalarak çalışmalar yapan Mustafa Kemal, burada daha fazla bir şey yapılamayacağına kanaat getirerek “İstanbul’da kalıp tutuklanmaktansa, batıp boğulmayı tercih ederim.” deyip Anadolu topraklarında kendisini bekleyen Türk halkıyla buluşmak üzere Bandırma adındaki küçük bir vapurla Samsun’a hareket etmiştir.
Ancak tarih göstermiştir ki; bütün büyük liderler çağdaşlarından farklı düşünür ve yollarında yalnız yürürler. Yalnızlıkları, çağdaşlarının görmediği sorunları zamanında farkına varma yeteneklerinden ileri gelir. Büyük Atatürk’ün şu sözleri bunun en açık kanıtıdır:
” …Fakat, bütün bunlara rağmen ben Samsun’u ve Samsun halkını gördüğüm zaman memleket ve millete ait bütün tasavvurlarımın, kararlarımın her durumda gerçekleşeceğine bir defa daha kuvvetle kanî oldum. Samsunluların hâl ve durumlarında gördüğüm, gözlerinden okuduğum vatanperverlik, fedakârlık; ümit ve düşüncelerimi müsbet yola ulaştırmağa kâfi gelmişti.”
Büyük Atatürk’ün bir avuç yurtsever arkadaşıyla İstanbul’dan Samsun’a gittiği bu zorlu ve sessiz yürüyüş; 19 Mayıs 1919 tarihinde, tarihin karanlıklarını yırtan bir çığlığa dönüşmüş, sadece Türk ulusuna değil, dünyadaki bağımsızlık yolunda küçük bir kıvılcım bekleyen birçok ülkeye de ışık tutmuş, yol göstermiş ve öncülük etmiştir.
Bütün bunlardan çıkan sonuç şudur ki, Birinci Dünya Savaşı’nın galipleri; vatanımızı bölmek ve ulusumuzu bağımsızlığından yoksun bırakmak için her türlü girişimde bulunmuşlar ve güce başvurmuşlardır. Ancak Büyük Atatürk’ün önderliğinde 19 Mayıs 1919’da başlatılan hareket karşısında, Osmanlı Devleti’nden daha kudretli ve tam anlamıyla bağımsız bir devletin kurulmasına engel olamamışlardır.
Türk ulusunun yüksek askerî kudretinin yanı sıra; vatanseverlik, direnme, azim ve irade kudreti, karakterinde varolan bağımsızlık duygusu gibi özellikleri bu mücadeledeki başarıda başlıca etkendir. Bizden önceki kuşaklar bu özelliklerin her türlü tehlikelere karşı en büyük güç olduğuna kani idiler, ülkemizi bu inançla kurtardılar. Vatan bizden dün olduğu gibi, bugün ve yarın da aynı inanç içinde olmamızı bekler. Bu inanç ki, devletimizi sonsuz ve güçlü, ulusumuzu mutlu ve zengin kılarak çağdaş uygarlığın içinde yer almamızı sağlayacaktır.
METİN BOSTANCIOĞLU / TURKISHFORUM -ABDULLAH TÜRER YENER