Bir tanıdık Fransız, ABD başkanlık seçimleri sırasında Amerika’daymış.
Döndüğünde, bunlar gerçekten ‘kovboy’luğu bırakmamışlar dedi.
“O ne düzeysiz tartışma idi, doğrusu iğrendim”.
O ABD ki demokrasinin ‘hamak’ı sayılır.
Ancak bakıyorsunuz, bir Fransız’ı bile iğrendirecek bir seçim tartışmasına sahne olmaktadır.
Oysa, son seçimlerde Macron ile Le Pen’in televizyonda yaptıkları son tartışmayı (débat) izlemiştim.
Macron, müstafi (ama görevde olan) Cumhurbaşkanı olarak sadece Bay Macron idi.
Tartışmayı yöneten gazeteciler, değil ‘sayın cumhurbaşkanı’, Macron Bey (ya da Bay Macron) da değil, doğrudan Emmanuel Macron ve rakibine de sıradan Marine Le Pen diye hitap ediyorlardı.
Onlar da zerre kadar olsun ne bir alınganlık gösteriyor ve ne de ‘kertme’ çabası içinde idiler.
O üç saatlik büyük tartışmada, ülke sorunlarına deyim yerinde ise a’dan z’ye hakim oldukları görülüyor; biribirlerine de ‘Fransız nezaketi’nin zirvesini gösteriyorlardı.
Bizler ise, kimi zaman Macron’u ve kimi zaman da Le Pen’i yerden yere vurmada biribirimizle yarışırız.
Kuşkusuz her ikisi de ‘sütten çıkmış ak kaşık’ değiller.
Ancak Cumhurbaşkanlığı gibi, deyim yerinde ise bir ‘ölüm kalım mücadelesi’nde bile, ‘nezaket’ ve ‘zerafet’in âlâsını gösteriyorlardı.
İzlerken, kendi payıma ‘utandım’ diyebilirim.
Çünkü Türkiye’deki siyasî tartışmalar beni çileden çıkarıyor, yazılarımda bile ‘yumuruğunu masaya vurmayan’ı eleştirmekten kendimi alamıyorum.
Hele kimi (ve hatta tüm) bakanlara, o eski başbakana, yandaş olan hemen hemen bütün gazetecilere, bu dönemin vali, kaymakam ya da komutanlarına doğrudan ‘hakaret’ etmesem içim soğumuyor.
Düşünüyorum da, belki de ben haklıyım.
Çünkü bunlar hakkediyorlar.
Şimdi şu Dinden Soğutma İşleri Başkanı Ali Akbaş’a ‘Karabaş’ demiyeyim de ne diyeyim?
O Şenlikli Emine’ye ‘şerlikte üstüne yok’ demiyeyim de ne diyeyim?
O Kaplan mı yoksa ‘dişi sırtlan’mıdır ne olduğu belli olmayan kadıncağıza nasıl ‘hanımefendi’ diyeyim?
Taşkesenlioğlu Zehra’yı eğer Tanrı ‘taş kesmez’ ise, mahkemeler en uzak taş ocağında taşkesmeye mahkûm etsin demiyeyim mi?
Bekir Bozyılan’a ben nasıl ‘Adalet Bakanı’ diyeyim?
Ve geliyoruz, onları oraya getiren ‘İrade’ye.
Belki gözden kaçmıştır; Bülent Arınç Manisa’da yaptığı konuşmada, ‘beni milletvekili, bakan, başbakan yardımcısı, Meclis Başkanı yapan Manisalılara teşekkür ederim’ dedi.
Doğrusu da budur.
Ancak ve var ki, o Bülent Arınç, Manisalıların iradesini götürüp ‘gayri millî’ bir ‘irade’ye teslim etmiştir.
Eğer Bülent Arınç, kendisinin dillendirdiği gibi ‘Manisalıların iradesi’ne gerçekten sahip çıkacak olsa idi, yıllar önce o ‘gayri millî irade’ye başkaldırır idi.
Geçiyorum.
Şimdilerde ise, göreli olarak bu ‘gayri millî irade’ye başkaldıran Davutoğlu ve Babacan ve arkadaşlarını hoşgörmekten başka bir seçenek göremiyorum.
Zaman içinde ‘kalite’lerini kanıtlamak da onlara düşmektedir.
Ancak hâlâ ‘AKP’ ve ‘davamız’ diyen her kim var ise ve başta Devlet Bahçeli olmak üzere, kamuda görevli ‘camoka bıyıklı’ların Macron’un makoseninin tozu olamayacaklarını söyleyebilirim.
Bunların ‘Devlet’, ‘Millet’ ve ‘Demokrasi’ anlayışları, denildiği üzere, kamudan ‘nema’landıkları paya bağlıdır.
Ne kadar ‘yiyebiliyor’ iseler o kadar ‘milliyetçi’, ne kadar ‘çalabiliyor iseler o kadar demokrat’tırlar.
Nemalanmadıkları halde o ‘İrade’nin ‘ayağının türabı’ olanlara ise akıl erdirmekte güçlük çekiyorum.
Bütün bunlara karşın, ayaklarındaki çarıkla bunların peşinden koşan kitlelere ise acımaktan başka elimden bir şey gelmez.
Bunlar, gerçek bir ‘ulusal fırtına’da gerçekten ‘toz’ olacak kesimlerdir.
Ancak, diğerlerinden farklı olarak ‘memleketin tozu’…
Ne var ki, çalıp çırparken, bayrak, ezan, ramazan diye ciyaklayan alçaklar hiç bir dönemde bu ‘memlekete ait’ olmamışlardır.
Değil bu memleketin tozu, Macron’un makoseninin tozu bile olamazlar.
Fransa ile aramızdaki yüzyıllık ‘mesafe’de değişen bir şey yok mu ne?
Bir yanıt yazın