Türk-İslam Ülküsüymüş Al sana Türk-İslam ülküsü
Dün Fatih’teydim. Suriçi’nde yürümek benim için tarihin içinde seyahattir. Tarihi kişiliklerle yoldaşlık, ecdadımla sohbet, ilk gençlik yıllarımı yad etmek, okul dönemlerini hatırlamak, evliliğim, ilk çocuğum… Her sokağı, her köşe başı ya yaşanmış, ya okunmuş, ya duyulmuş hatıraların mekanıdır.
Dün Dülgerzade’den Zeyrek’e, Yavuzselim’den Balipaşa’ya yürüdüm. Fatih bambaşka bir yer olmuş. Rayihası değişmiş, yasemin ve öd ağacı kokuyor. Sokakta Türkçe konuşan kimse yok…
Haleb’in köylüsünden, Lübnan’ın Dürzisine, Iraklısından Libyalısına, Tunuslusundan, Ürdünlüsüne kadar Arab’ın envai çeşidi oradaydı. Entarili, kıfayelisi de var, taytlısı, uzun saçlısı da, Marunisi de Nusayrisi de, Mesihisi de…
Hepsi neşeli, hepsi gülümseyen, hepsi yüksek sesle konuşan, hepsi özgüvenli, bir çoğu özgürlüğün rüzgarıyla sermest, hoş görülecek olmanın bilinciyle sarhoş..!
Gruplar halinde yürüyorlar. Aralarında tek başına yürüyen mutsuz yüzlü, suskun, ürkek Türkler fark ediliyor. Lokantalarda ful, felafel humus… Gar sabunu ve zahter yığınları…
Her köşe başında egzotik kokular satan dükkanlar.
İnsanın üstüne üstüne yürüyen, sokaktaki kadınlara aç nazarlarla bakan gençler, halinden tavrından şaşırtıcı bir özgüven dökülen kadınlar, köyündeymişçesine kaşınarak dolaşan entarili yaşlılar, sokak aralarında gürültüyle koşturan çocuklar…
Dedim ki ‘Selahaddin’den beri fütuhat görmeyen Arab’ın en son fethi bu.’
Kuşatmayla aldığımız şehri, farkında olmadan kendi elimizle başkalarına verdik.
Arapça konuşan kalabalıkların içinden geçip Akdeniz Caddesine döndüm… İki delikanlı küskün küskün konuşuyorlar birbirleriyle, yanlarından geçerken gülümsedim.
-”Caddenin başından bu tarafa yürüyorum. Bir Türkçe söz değmedi kulağıma. Sizi görünce mutlu oldum” dedim.
-”Sorma abi, biz Türkçe konuşan biri geçince çevirip öpüyoruz.” diye espriyle karşılık verdi gençlerden biri.
Ara sokaklarda onlarca satılık tabelası. Fatih’te satılık tabelası görmek nadirattandı. Arapça ‘İcar’ tabelaları asılı camlarda.
Fatih’in eskisi, Siirt Arabı bir tanıdığa uğradım. ”Bir binada beş altı daireye Araplar oturunca binada kalan yerli aileler satıp gidiyor. Zaten iç sokaklarda apartman katlarında yaşlı insanlar var. Dışarı çıkamaz oldular. Yerliler buraları terk edip gidiyor” dedi. Akşemsettin Caddesine Şam Caddesi der olmuşlar.
Hiç bir devlet kendi iradesi ve kendi tasarrufu ile ülkesinin demografik, etnik ve sosyal yapısını değiştirmez. Türkiye’nin etnik yapısı geri dönülemez bir şekilde değişti. Hiç bir devlet, kalbi mesabesindeki tarihi şehri bir başka halkın istilasına açmaz. Mesela İtalya’ya giden mültecilerin Roma’nın şehir merkezinde, İngiltere’nin Buckingam’ında, şehrin yerlilerini dışarı çıkaracak ölçüde homojen bir şekilde yerleşmelerine izin verilemez. Hiç bir ülke, göz bebeği olan şehirlerde o ülkenin yabancısına, yerleşecekleri yerde ezici çoğunluğu oluşturacak şekilde ticari imtiyaz tanıyarak orayı ele geçirme imkanı vermez.
Osmanlı büyük göç dalgaları yaşamıştı. Ne 1850’lerde Kırım’dan imparatorluğa akan milyonlarca insana, ne 1864 Kafkasya Sürgünlerine, ne 1912 Balkan bozgununda savrulan insanlara, ne de mübadillere İstanbul’da topluca oturabilecekleri bölgeler göstermedi.
Devletlerin iskan politikası olmalıdır. Her devletin nazarında göçmenler yeni arı kolonileridir. Doğru yerde petek gösterirseniz balından istifade edersiniz, doğru yerde yer gösteremezseniz o arılar sizi sokar. Savaş mağduru bir halka yardım etmek, kucak açmak insani bir şeydir. Ama böyle olmamalıydı… Böyle olmaz…
Bu şuna benziyor…
Sokakta karşılaştığınız bir ihtiyaçlı kişiye karnını doyurması için para verebilirsiniz. Ama onu alıp evinize getirmezsiniz. Evinize getirseniz de kendisine yatak odanızı vermez, eline kumandayı tutuşturmaz, baba koltuğuna oturtmazsınız. Eğer bunu yaparsanız her türlü istismara razı olduğunuz anlamına gelir. İhtiyaçlı kişi sizi istismar etmek zorunda kalır.
Türkiye’ye gelen Suriyeliler, Iraklılar, Libyalılar, Afganlılar, Pakistanlılar, İranlılar, Ürdünlüler, Mısırlılar… ‘Gelenlerin her biri memnun ki yerinden, çok seneler geçti, dönen yok seferinden…’
Bir tek politik tasarrufla içeri alınan bunca insanı hiç bir politik tasarrufla buradan geriye döndüremezsiniz… Vatanlarından çıkmak için birbirini çiğneyen bu kitle, ülkelerine geri dönmemek için karşılarına çıkan her türlü gücü ezip geçmeye çalışır.
Nitekim duymuşluğum var, ‘Allah razı olsun Suriye’de savaşı çıkaranlardan. O savaş çıkmasaydı Türkiye’ye gelemezdik’ diyeni…
Şunu rahatlıkla söyleyebilirim. Türk, bu göç ile kimliğini oluşturan en temel yapıtaşlarını yükselen bir balondan aşağı atmıştır. Yüz yıllardan sonra bu topraklarda Türk’ün varlığını koruyup koruyamayacağı tartışılır hale gelmiştir. İstanbullu kimliği nasıl son otuz, kırk yıl içinde hiç var olmamışçasına yok olmuşsa… Türk kimliği de böylesi bir yok oluş sürecine girmiştir.
Üç kuşak sonra bu kimlik bu topraklarda varlığını bu şekilde sürdüremez. Tarihin temel aktörlerinden birisi olan bu halk, geçmişte tarihin temel aktörlerinden olan bir çok halk gibi, İskitler gibi, Keltler gibi, Hunlar gibi eriyip dönüşür. Balkanlarda Bulgarlar ne ise, Anadolu’da da Türk o olur.
Tabii biz kimiz ki öngörümüz ne ola…
Onca kitap okuduk da bir şey mi olduk…
Onca kitap yazdık da ne ettik…
Onca mektep medrese tahsil ettik, onca mesele etüt ettik, onca gezdik gördük de ne oldu.
Tabii ki biz bilmeyiz işin doğrusunu… Konuşuyoruz işte…
Aylardır karar vermişliğim var; baktığım şeyde olumsuzluğu fark etmeyeceğim diye.
Olumsuzu, eksiği ve endişe verici olanı değil olumlu olanı, tamam olanı ve güzelliği görmeye çalışacağım. Bu prensip doğrultusunda bakacak olursak olumlu bir takım yanları da var bu işin. Artık kakuleli kahveyi her yerde bulmak mümkün. Eskiden ramazandan ramazana tattığımız humus da, felafel de her yerde var…
Doğuda mı batıda mıyız belli değildi. İçinde bu kadar Arab’ın olduğu gemi batıya gidemez gayri. En azından bir istikamet sahibi olduk.
Hulusi Üstün / TURKISHFORUM – ABDULLAH TÜRER YENER