ANADOLU İRFANI (2)
Çankırı Dodurgalının ‘irfanı’, acaba ‘Anadolu irfanı’dır diye tanımlanabilir mi diye sormuştuk.
Nazım Hikmet’in “O topraktan öğrenip kitapsız bilendir” dediği ‘Anadolu insanı’, yine Nazım’a göre “Düşmanı meydanda koyup evlerine kaçan” değil midir?
Bir an için ‘siyaset’i bir yana koyup, konunun ‘felsefî temelleri’ne değinmeye çalışalım.
Şu ‘irfan’ denilen şey, ki neresinden bakılırsa bakılsın, anlam bakımından ‘fikir’ ve ‘vicdan’la içiçedir.
Peki ama bu ‘duygu’lar, bu ‘anlayış’, bu ‘bilgi’ ve ya da bu ‘bilinç’ tipleri ‘doğuştan’ (inné) mıdır, yoksa sonradan edinilen ‘şey’ler midirler?
Böylece felsefenin uzun süredir üzerinde durduğu ‘Tabula Rasa’ kavramına gelmiş olunacaktır.
Ki, Türkiye’de yerli yersiz kullanılan mantalite (mentalité) kavramı da konuyla doğrudan ilintilidir.
Örneğin Dodurga ya da daha genel olarak ‘Anadolu’da olması gerekenin bir ‘mantalite sorunu’ olduğu veya kimilerince varolan mantalitenin ‘değişmesi’ gerektiği ileri sürülebilmektedir.
Peki ama, Descartes’in doğuştan gelen ‘ide’ler (idée innée) ile Noam Chomsky’ninyine Descartes’tan hareketle ileri sürdüğü doğuştan gelen ‘yetenek’leri (faculté innée) ‘değiştirmek’ ya da ‘değiştirememek’ sorunu nereden çıkmaktadır?
Örneğin Chomsky dilbilimci olduğu için ‘anadil’in doğuştan gelen bir ‘yetenek’ olduğu için ona saygı duyulması gerektiğini ileri sürecektir.
Ki, ‘Anadilde eğitim’ taraftarları bu tezi ‘bilimsel’ bir tez olarak canhıraş bir biçimde savunmaktadırlar.
Öyle ise Dodurgalının doğuştan gelen ‘siyasal düşünceleri’nden de rahatsız olmamak veya onları değiştirmek için çaba harcamamak gerekmektedir, değil mi ama?
‘Anadolu irfanı’dır, ‘mütedeyyin yurttaşlardır’ diye, bu sözde ‘doğuştan gelen’ düşüncelere (ide) saygı duymak ve dokunmamak mı gerekmektedir?
İşte siyasal olarak ‘sağcılık’ ile ‘solculuk’ arasındaki derin ayırım bu noktada başlamaktadır.
Sözde ‘halkın değerleri’ne saygı adına, o halkı karanlıkta, yoksullukta, cehalette bırakmanın adıdır ‘sağcılık’.
Bu temel üzerine konulacak ne ‘insan hakları’, ne ‘yurtseverlik’, ne ‘milliyetçilik’, ve ne de ‘dine saygılılık’ türü söylentilerin ‘bilimsel’ herhangi bir değeri yoktur.
Tersine, bu sözde ‘doğuştan gelen’ ne varsa onların değiştirilmesi, çağa uydurulması ve geliştirilmesi gerekmektedir.
Kaldı ki, Condillac ve Locke’tan buyana insanların doğuştan gelen ne ‘anadil’ ve ne de ‘moral’ herhangi bir yeteneklerinin olmadığı, bunların ancak ‘deneyim’le edinilebildikleri bilinmektedir.
İşte Tabula Rasa demek, insanın doğuşta ne beyni, ne ruhu ve her ne ise osunun tertemiz, dümdüz ya da bomboş olduğu demektir.
Bu düz tahtaya, yaşamın başlamasıyla birlikte ne yazılmışsa, ne kazınmışsa ve ne öğretilmişse tüm yaşam boyunca onlara dayanarak düşünecek, davranacak ve gelecek kuşaklara onları aktaracaktır.
Demek ki, ‘damarlarında’ olduğu söylenen ya da ‘genetik’ olarak varolduğu söylenen ‘ilim, irfan, moral ve mantal’a ait ne varsa, binlerce yıllık bir ‘deneyim’in meyvesidir.
Örneğin ‘Anadolu irfanı’nda, ‘Saray Basmak’, yöneticileri ‘alaşağı’ etmek gibi bir ‘deneyim’ sözkonusu olmamıştır.
Olsa olsa dayanamayıp ‘Dağa çıkmak’ olmuştur.
Oysa, daha dün Sri Lanka’da ve daha önce Tunus’ta, Mısır’da, Kazakistan’da, Ukrayna’da, herbiri kendine özgü bir ‘halk hareketi’ yaşanmadı mı?
İktidarların her türlü baskı ve kötülüklerine karşı çıkarak, bu kez, sıfırdan başlamak anlamıyla Tabula Rasa etmek için ‘doğuştan gelen’ herhangi bir ‘duygu’, ‘düşünce’ ya da ‘moral değer’e sahip olmak gerekmez.
Bunlar sonradan öğrenilecek ve öğrenilebilecek şeylerdir.
Yirmiikinci yüzyılda, hâlâ öğrenilememişse, bu bir ‘meziyet’ değil bir ‘eksiklik’ bir ‘geri kalmışlık’tır.