29 Nisan 2022
Asıl kayıp, olaylardan sonra ortaya çıkan can ve mal kaybı değildir. Asıl kayıp bu olaydan sonra Ermenilerin Müslümanlarla birlikte bir arada yaşama iradesi ve isteğinin büyük bir yara almış olmasıdır.
Şu cehaletle küstahlığını fütursuzca ortaya koyan Garo Paylan denen birisi kendi tarihini bilmediği gibi, bilmediğini de bilmiyor.
Malatyalı olduğunu, dedelerini, anneannesi ve babaannesini sonra, ailesinin 1969 yılında İstanbul’a göç ettiğini anlatıyor. 1915-1969 aralığında nasıl yaşadıklarının, nasıl hayatta kalmış olduklarına hiç değinmiyor. Daha öncesinde Malatya’da yaşanan Ermeni olaylarında dedelerinin neler yaptığına, Kürtlerle birlikte hareket edip etmediğinİ de hiç konu etmiyor. Bütün Ermeniler “sözde” soykırımına uğrarken hem baba, hem anne dedelerinin nasıl olup da hayatta kalmış olduklarını anlatmıyor…
Terry Neil’in “İlim cesaret verir cehalet ise küstahlık” sözünün ne anlama geldiğini de idrak edemiyor.
Garo Paylan Malatyalı olduğunu ifade ettiğine göre bizde ona, biraz Malatya tarihinden, Malatya Ermenilerinden bahsedelim. Zira tarihin derinliğinde neler yaşandığını bilmeyen, özellikle cahillerin bunları bilmeden, konunun anlaşılmayacağının tartışma dahi kabul edilmeyeceğinin altını kalınca çizelim.
“V. yüzyılda bölge Bizans hâkimiyetine girmiştir. Bizans-Sasani mücadelesi sürerken Müslüman Araplar ilk kez 641 yılında Ermenilerin yaşadığı topraklara girmeye başladılar. İslam-Bizans çatışmalarının yaşandığı bir süreçten geçen Ermeniler 11. yüzyılda bölgeye gelen Türklerle tanışmaya başladılar. İslam-Bizans çatışmaları ve 11. yüzyıldan itibaren yerleşme amaçlı Türk-İslam unsurların arasında oluşan otorite boşluklarını değerlendiren Ermeniler başta Malatya olmak üzere zaman zaman beylikler de kurdular.
Bizans İmparatorların Ermenileri Ortodokslaştırma siyasetlerine karşın, Malatya Barsuma manastırı rahibi Mihail’in ifadesi ile “Türklerin kutsal törenler hakkında bir fikirleri yoktur… Rezil ve sapkın bir halk olan Rumların (Bizanslıların) aksine kişilerin inançlarını sorgulama adetleri olmadığı gibi bu sebeple kimseyi de cezalandırmazlar” anlayışında olan Türklere daha fazla yakınlık duymaya başladılar.
Nitekim aşağıda ifade edeceğimiz üzere Selçuklu Sultanları, Malatya’da Ermeni ve Süryani Hıristiyan cemaatine karşı son derece
şefkatli davranacaklardır.19. yüzyıl boyunca ve 20. yüzyılın başlarında Osmanlı Devleti’nin egemen olduğu Kafkasya ve Balkanlardan düzenleyici siyasal bir otorite olarak çekilmek zorunda kalırken bu bölgelerde yaşayan Müslüman topluluklar da kendilerini savunmasız gördüklerinden Anadolu’ya göçe başladılar.
20. yüzyılın başlarında Anadolu kentlerinde göçmenler o kadar birikti ki Osmanlı idaresi bu göçmenleri daha düzenli bir şekilde yerleştirmek için “Aşair ve Muhacirin Müdüriyet-i Umumiyesi” adı altında örgütlenmeye gitmek zorunda kaldı.Osmanlı’nın peyderpey çekilmek zorunda kaldığı Kafkasya’dan 1829 yılından sonra Rusların baskısına dayanamayan Müslüman ahali Kars ve Erzurum üzerinden Anadolu yollarına düştüler. 1850 ile 1900 yılları arasında Anadolu’ya göç etmek zorunda kalanların sayısı tam olarak bilinmemekle birlikte bu sayının 3.000.000’dan fazla olduğu sanılıyor. Anadolu’ya göç etmek zorunda kalan Müslüman ahalinin gerek Kafkasya’ya hâkim olan gerekse Balkanlara hâkim olan siyasal otoritelerin Hıristiyan olması, Malatya dâhil Anadolu’nun birçok bölgesinde binlerce yıldan bu yana yaşayan Ermeni ve Süryani halkın yaşamını zorlaştırmıştır. Hıristiyan siyasal otoritelerin baskısı sonucu Anadolu’ya gelen Müslüman ahalinin, yerlerinden ve yurtlarından edilmiş olmanın da verdiği psikoloji ile Anadolu’daki gayri Müslimlere karşı ister istemez bir husumet besliyordu. Bu durum gün gelmiş binlerce yıldan beri oluşturulmuş tahammül kültürünü de ortadan kaldırmıştır.
Böylesi bir ortamda Anadolu’dan doğuya ve batıya doğru tersine göç hareketi başlamıştır. 1828-1829 Savaşı esnasında Doğu Anadolu’dan (Malatya dahil) Rusya topraklarına tahminen 100.000 Ermeni göç etmiştir. Buna karşın 1870, 1880, 1915 ve 1916 yıllarında Kafkasya’dan gelip Malatya bölgesine yerleşen göçmenlerin sayısı 100.000 civarındadır.1915 yılında gerçekleşen tehcir hareketi ile zirveye ulaşan göç hareketlerine ilave olarak Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra 1960 ve 1980 yıllarında da Ermeni ve Süryani nüfusun bulunduğu bölgeden ya İstanbul’a ya da Avrupa ülkelerine göç etmek durumunda kaldılar.
Müslüman Türklerin kitlesel olarak Anadolu’ya gelmeleri ve kentlerdeki yerli gayrimüslim topluluklarla karşılaşmaları malum olduğu üzere 11. yüzyıldan itibarendir. Türklerin farklı din ve mezheplerdeki topluluklarla karşılaşmaları elbette ki ilk defa 11. yüzyılda Anadolu’da gerçekleşmiş değildir. İslamiyet’i kabul etmeden önce Türkistan bölgesinde ve Orta Asya’nın farklı bölgelerinde Şamanî, Budist, Maniheist, Hıristiyan ve Museviler gibi… Çok farklı din ve mezhep mensupları ile birlikte yaşadılar. Kurdukları devletlerde farklılıkları olduğu gibi kabul ettiler, idareleri altındaki farklı din mensuplarını asimile etmek bir yana kendileri farklı dinlerin etkisinde kaldılar.
9. ve 10. yüzyıldan sonra İslamiyet’i kabul edip Türkistan bölgesinde başta Karahanlılar ve Gazneliler olmak üzere kurdukları devletin coğrafyasında da çok farklı din ve inanç toplulukları ile birlikte yaşadılar.Türkistan, İran, Orta Doğu, Ermenistan ve Anadolu coğrafyası olmak üzere geniş bir alan üzerinde imparatorluk kurmuş olan Büyük Selçuklu Devletinin kudretli hükümdarı Melikşah’ın Hıristiyanlara karşı tutumunu, Hıristiyan bir tarihçi olan Urfalı Mateos şu cümlelerle vermektedir:
“Sultan Alp Aslan’ oğlu Melikşah, babasına halef olarak tahta çıktı. O iyi, merhametli ve Hıristiyanlara karşı tatlılıkla hareket eden bir zat oldu… Melikşah hâkimiyeti boyunca Allah’ın yardımına mazhar oldu. O bütün ülkeleri fethetti ve Ermenistan’ı sulh ve asayişe kavuşturdu.” Mateos bir başka yerde Melikşah için;
“Aynı yılda (1086 – 1087) Sultan, Askanan milletinden müteşekkil büyük bir orduyla beraber Roma memleketini (Anadolu) zapt etmek üzere Garba (batıya) doğru yürüdü. Sultanın yüreği, Hıristiyanlara karşı şefkatle dolu idi. O geçtiği memleketlerin halkına bir baba gözü ile bakıyordu. O böylece hiç muharebe yapmadan birçok eyalet ve şehirlere hâkim oldu” demektir. Tarihçi Mateos’un Melikşah için yaptığı bu değerlendirmenin objektif olduğunu ise yaptığı tespitlerden anlıyoruz.
”Sultan, kötü ve köpek tabiatlı ve müfsit (fesat) bir adam olan Ağsian’ı Antakya’ya vali tayin etti. Halep şehrine de iyi, sulhperver, herkese karşı tatlılıkla hareket eden ve imar edici bir şahıs olan Ağ-Sungur’u vali tayin etti.” Tarihçi Mateos, Büyük Selçuklu Sultanı Berkiyaruk içinde benzer olumlu ifadeler kullanmaktadır.”
Mateos, Büyük Selçuklu Sultanları için yaptığı olumlu değerlendirmeleri kendi dindaşı Fileratos için yapmamaktadır.
“Bu zamanda (1072 – 1073) şeytanın birinci oğlu olan Fileratos adlı zalim ve menfur bir prensin müstebidane (istibdat/baskıcı) hâkimiyeti başlamıştı. Bu adam Romen Diojen’in sukutundan(ölümünden sonra) sonra memleketi gasp edip zalimane hareketlere girişti… O Hıristiyanlara karşı harp etmeye başladı. Çünkü o Hıristiyan olmakla beraber imansız bir adamdı… O din ve adetçe bir Romalı (Bizans), baba ve anne tarafından da bir Ermeni idi… O birçok eyalet ve şehir zapt etti, birçok reisleri ve ileri gelenleri merhametsizce telef etti. Mişar’a (Minsar/Masara/Eğribük/Malatya) gelip oraya yerleşti.” demektedir.
11. yüzyılın ortalarında düzenli ve düzensiz birlikler şeklinde ve daha çok Bizans’ın Anadolu’daki askeri gücünü hedef alan istila nitelikli Türk saldırıları önceleri kontrolsüz ve zarar verici olduğu söylenebilir. Bunun bir örneği 1057 yılında Emir Dinar adlı bir Türk komutanın emrindeki 3.000 kişilik bir süvari birliğin Malatya’yı işgal etmesidir. 10 gün boyunca kenti işgal eden ve daha çok Süryanilerin yaşadığı bu yerin servetini yağmaladıktan sonra çekildiler. Ancak Elazığ yönünde çekilirken Ermenilerin saldırılarına maruz kalmış ve Emir Dinar başta olmak üzere Türk birliğinin büyük bir kısmı imha etmişlerdi. Bu tür istila hareketinin çoğu zaman Büyük Selçuklu otoritesinin bilgisi ve kontrolü dışında gerçekleştiği bilinmektedir. 11. yüzyıl ortalarında, Malatyalı Süryani ve Ermeni Hıristiyan halkın bağlı bulunduğu Bizans yönetimi tarafından da benzer rahatsızlıkların verildiği bilinmektedir.
Nitekim Bizans imparatoru Konstantinos X. Dukas (1059 – 1067) sürekli Türklerin tehdidine maruz kalan Malatya kent surlarını tahkim ettirdi.(1060 – 61) 1061 yılında ise İstanbul’dan Malatya’ya gelen Ortodoks patrik, Ortodoksluğu kabul etmemiş olan Süryaniler ile Ermenilerin cezalandırılmasını ve şehirden çıkarılmalarını emretti. Hem Süryanilerin hem de Ermenilerin Ortodoksluğu kabul etmemeleri üzerine patrik, bunların kiliselerinde bulunan ve kutsal kabul edilen eşyalarını yaktırdı.
Yukarıda verdiğimiz iki örnek hadiseden de anlaşılacağı üzere, Malatya ve çevresinde bu dönemde hangi siyasi otoritenin hâkim olduğu belli değildir. Özellikle 1071 Malazgirt muharebesinden sonra Bizans yönetimi Malatya ve Antakya hattının müdafaasını Ermeni asıllı komutanlara bıraktı. Nitekim imparator Romen Diojen’in ölümünden sonra Malatya ve çevresinde egemen olan Philorete (Filaret)’den sonra iktidarı ele geçiren Ermeni Gabriel’de Selçuklu hükümdarlarından hâkimiyet menşurları (belge/ferman) almak zorunda kalmışlardır.
Çeşitli siyasi otoriteler arasında kalan Malatyalı Hıristiyan ahali kendi dindaş ve ırkdaşlarından bile zulüm görmüşlerdir. Bunlardan biri de Ermeni Gabriel’dir. Malatyalı Ermeni ve Süryanilerin nefret ettiği bu adam, Filaret’ten sonra Malatya’da hâkimiyeti ele aldı. I.Kılıç Arslan 1095 yılında Malatya’yı kuşattığında şehrin hâkimi, hala tüccarları, din adamlarını çeşitli bahanelerle öldürmekten, kiliseleri soymaktan çekinmeyen ve halkın büyük çoğunluğunun nefretini kazanmış olan Gabriel’di. 18 Eylül 1102 yılında Danişment Gazi Malatya’yı Türk – İslam hâkimiyetine aldığında Malatyalı Ermeni ve Süryanilerin durumunu yine bir Hıristiyan tarihçi olan Abul Farac şu ifadelerle vermektedir:
”Ermeni Gabriel kötülüğüne kötülük katıyor ve şehrin içinde yaşayanları insafsızca soyuyordu. Bunun üzerine askerlerinden ikisi ona kızarak şehri 1102 yılının Eylül ayının 18. günü Türklere teslim ettiler.”
Ancak 25 Ekim 1178 tarihinde kesin olarak Türkiye Selçuklu hâkimiyetine geçen Malatya’da, Hıristiyan cemaatin Türk hükümdarları nezdindeki itibarı, “millet-i hâkime” olan Müslüman ahaliyi bile kıskandıracak duruma gelmiş olması dikkat çekicidir. Dönemin kaynakları, II. Kılıç Aslan’ın tebaasına karşı bir baba şefkati ile yaklaştığını, özellikle Hıristiyan topluluğuna karşı son derece müsamahakâr davrandığını ve dini özgürlükler konusunda çağdaş demokrasilerde bile görmeye alışmadığımız uygulamaları ile bilinmektedir.
Türkiye Selçuklu Sultanı II. Kılıç Arslan, 1180 – 1181 yılını Malatya’da geçirdi. Malatya’da iken şehrin imarı ile ilgilendi ve surları tamir ettirdi. Tarihi kayıtların, bir entelektüel olarak gösterdiği Sultan Kılıç Arslan, Malatya’da iken şehrin Süryani Patriği Mihail ile tanışmıştır. Onunla bir takım dini ve felsefi tartışmalar yapmış ve onunla dostluk kurmuştu. Hatta Malatya’dan ayrıldıktan sonra 1182 yılı içerisinde Uluburnu, Kütahya ve Eskişehir yöresinde çok önemli yerleri fethedince, Malatya’da dostluk kurduğu Süryani Mihail’e bir mektup (fetihname) gönderdi. Mektubuna:
“Kapadokya, Suriye ve Ermenistan’ın Büyük Sultanı Kılıç Arslan’dan, Barsuma manastırında oturan sultanımızın dostu, bize dua eden ve devletimizin zaferlerinden memnun olan patriğe…” diye söze başlamıştır. Sultan Kılıç Arslan’ın 1182 ve 1183 yılında Malatya’ya yeniden geldiği kaydedilmektedir.
“Süryani Mihail Vakayinamesi” adı altında önemli bir tarih eseri de olan Malatyalı Patrik Mihail’in verdiği bilgilere göre;
“Malatya’ya gelişinde onun ve Müslüman âlim ve filozofların katılımıyla huzurunda dini ve felsefi tartışmalar yaptırırdı. Bu Hıristiyan âlimine göre Sultan daima yanında Kemaleddin adlı bir filozof bulundururdu. Malatya’ya gelince patriğe dostane bir mektup, ruhani bir âsâ ve altınlar göndermişti. Ayrıca Barsuma manastırına üç emir ile birlikte bir kıta asker göndermiş, Patrik Mihail’i davet etmiş ve gelişinde onu bizzat karşılamıştı. İslam ananesine aykırı olmasına rağmen onu elinde İncil ve haç bulunduğu halde kabul edeceğini bildirmişti. Böylece Mihail ve maiyeti haçları mızrakların ucunda kaldırarak ve dini şarkılar (ilahiler) söyleyerek Sultan’ın huzuruna çıktılar. Sultan, patriğin elini öpmesine müsaade etmeden kendisini kucakladı. Onunla dini meseleler ve Kitab-ı Mukaddes üzerine konuştular. Hatta Patrik Mihail’in rivayetine göre dini bahislere girişince Sultan’ın gözlerinden yaşlar gelmeye başladı. Bu sohbetten çok memnun olan Hıristiyanlar kiliseye giderek sultan ve milleti için dua ettiler. Kılıç Arslan, Malatya’ya son gelişinde bir ay kaldı. İkameti esnasında patriğe çeşitli sualler sormuş, hediyeler göndermiş ve Barsuma manastırını vergiden affeden bir de ferman vermişti.”
Selçuklu Sultanlarının, Hıristiyan cemaatine karşı olumlu hislerini ve uygulamalarını XII. yüzyılda da sürdürdüklerine şahit oluyoruz. Bunun en uç örneğini, Alâeddin Keykubad devrinde rastlıyoruz. Türkçeden başka Arpça, Farsça ve Rumca’yı iyi bilen Alâeddin Keykubad, rivayete göre, Malatya’da İbni Keraya adında bir Süryani tabip ile tanışıyordu. Keraya, Sultanın yakın dostu idi. Tıpta iyi âlim olmadığı halde, hükümdarların hayatı, devrin şahısları hakkındaki bilgisi, güzel sohbetleri ve iyi Rumcası dolayısıyla onu yanından ayırmazdı.”
Türkiye Selçuklu Devletinin Moğol istilasına maruz kaldığı bir dönemde bile Müslüman – Hıristiyan dayanışmasının örneklerine rastlanmaktadır.1243 Kösedağ’ı muharebesinde Türkiye Selçuklu ordusunun Moğol kuvvetleri karşısında mağlup olması üzerine, Malatya Valisi Reşidüddin, henüz bir Moğol işgali gözükmeden bir gece önce adamlarını ve şehrin hazinelerini topladı ve şehrin kapılarını açık bırakarak gizlice Halep’e kaçtı.Onun ayrılması üzerine Malatya hükümetsiz kaldı. Şehrin Müslüman ve Hıristiyan halkı ahitleşerek ve anlaşarak mahalli bir idare kurdular. Her iki taraf anlaşarak şehrin başına uyanık ve zeki biri olan Süryani patrik Angur’u vali olarak tanıdılar. Surlara ve kapılara muhafızlar tayin ederek Malatya’yı eşkıya ve tecavüzlerden korumaya çalıştılar.
1000 yıllarından 1243 yılına kadar Malatya bölgesini temel alarak ve kaynaklara dayandırarak verdiğimiz bu dönem, yaklaşık 250 yıllık bir zamanı kapsamaktadır. Bu 250 yıllık bir süre zarfında Anadolu hâkimiyetini gerçekleştirmeye çalışan Müslüman Türk hükümdarların, Bizans’ın ve hatta yerli egemen Ermeni Beylerin zalimane, baskıcı ve asimilasyoncu uygulamalarına karşı, Müslüman Türk hükümdarları Ermeni ve Süryani cemaatine karşı son derece hoşgörülü davranmışlardır.
Eğer bu süre zarfında, gerçekten Hıristiyanlara yönelik baskı ve zulüm olarak anlaşılabilecek örnekler olmuş olsaydı, bu bilgiler özellikle Hıristiyan kaynaklar tarafından mutlaka kayıt altına alınırdı.Araştırmamızda kaynak olarak kullandığımız referanslara bakılacak olursa, özellikle üç isim öne çıkmaktadır. Bunlar: Süryani Mikhail, Abul Farac ve Urfalı Mateos’tur. Bu her üç isminde Hıristiyan tarihçi kimliğine sahip olduğu görülecektir. Müslüman Türklerle Ermenilerin karşılaşmasının ilk defa Büyük Selçuklu Devleti zamanına rastladığını ve bu beraberliğin 1915 tarihi itibariyle yaklaşık 900 yıla aşkın olduğunu, daha önceki yazılarımızda belirtmiştik. 19. yüzyıla gelindiğinde Rumlarla beraber Osmanlı toplumunun en itibarlı topluluğu arasında yer almakta idiler. Hele Rumların 1827 yılında bağımsızlığını ilan etmeleri, Ermenileri “Millet-i Sadıka” konumuna yükseltmiştir. Tanzimat (1839) ve Islahat Fermanın (1856) getirmiş olduğu yenilikler ve Rumların devlet dairelerinde bıraktığı boşluk da göz önünde tutulduğunda Ermeniler devlet dairelerinde hızla çoğalmaya başladılar. Öyle ki I. Meşrutiyet (1876) meclisinde Ohannes Efendi Meclis-i Mebusan ikinci reisi olmuştur. Kendisinden başka iki Ermeni de mebus olarak meclise girmişlerdi. Yine II. Abdülhamit döneminde Hazine-i Hassa Nazırı olarak sırayla görev yapan Agâh Kazazyan, Mikail Portukal ve Sakız Ohannes Paşalar padişahın takdirine mazhar olmuşlardır. 4 Şubat 1895 yılında hazırlanan bir raporda çeşitli devlet kademelerinde 2.245 Ermeni’nin devlet dairesinde görev yaptığı tespit edilmiştir. 1896 yılında İstanbul’da 1.700 Müslüman memura karşın 597 gayrimüslimin görev yaptığı belirtilmektedir.
Yukarıda verdiğimiz bilgilerden de anlaşılacağı üzere, Malatya’da gayrimüslimlerin neredeyse eşit oranda devlet işlerinde görev aldıkları görülmektedir. Ermenilerin, 1839 Tanzimat Fermanı, 1856 Islahat Fermanı ve 1871 I. Meşrutiyet ile birlikte ihdas edilen idari mekanizmalarda etkin bir şekilde görülmeleri dikkat çekicidir. Özellikle belediye teşkilatlarında, Ticaret ve Bidayet Mahkemelerinde, Zabıta teşkilatlarında görev aldıkları görülmektedir.
Ermeni Olaylarının Başlaması
Ermenilerin özellikle Osmanlı-Rus Savaşı sonrası imzalanan 1878 Ayastefanos Antlaşması’nın 16. maddesi gereği, Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı Doğu Anadolu’da ıslahat yapması ile ilgili hükümet tarafından taahhüt edilmesinden sonra harekete geçtikleri görülmektedir. Rusya’nın ve İngiltere’nin bölge üzerindeki çekişmeleri Ermeni milliyetçilerin hareketini kolaylaştırmıştır. Batılı devletlerin ve Rusya’nın desteğini arkasına alan Ermeni ihtilalcı gruplar, 1887 yılında Hınçak Ermeni İhtilal Cemiyeti’ni, 1889 yılında ise Taşnak Cemiyeti’ni kurdular. Malatya dâhil Doğu Anadolu’nun her yerinde örgütlenen Ermeniler, sahip oldukları okullarda, kolejlerde ve kiliselerde hızlı bir ihtilal hazırlığına giriştiler.
Osmanlı arşiv belgelerinde bu durum açıkça görülmektedir. 1888 yılının 21 Mayıs ve 30 Haziran tarihli iki belgenin, ilkinde “Hısnı Mansur (Adıyaman) ve Malatya Ermeni mektebinde ele geçirilen muzır (yasak) evrak ve risalelerin sadarete (başbakanlığa) gönderildiği” belirtilirken ikinci belgede “Hısnı Mansur ve Malatya Ermeni mekteplerinde ele geçirilen muzır (yasak) evrak hakkında tahkikat yapılması” istenmektedir. Söz konusu bu ihtilal hazırlıkları sürerken, Ermenilerin silah ve mühimmat da biriktirdikleri görülmektedir. 1890 yılında bazı Ermeni kiliselerinde yapılan araştırmalarda bomba ve silahlar ele geçirildi. Erzurum’da bu araştırmalar sırasında bir de kanlı bir çarpışma yaşandı. Bu ve buna benzer işaretler Ermeni komitelerinin gizli çalışmaları, biraz daha aydınlatılmış oldu. Bu durum doğu vilayetlerinde durumun endişe verici olduğunu gösterdi.
Malatya Ateş Çemberinde
20 Ağustos 1890 tarihli bir Osmanlı belgesinde, Malatya ve çevresinde de durumun kritik olduğu belirtilmektedir. Belgede;
“Malatya’nın ehemmiyeti ve ahalisinin bir kısmının Ermeni olması dolayısıyla arada bulunan iki bölüğün kaldırılmaması hakkında Maiyet-i Askeriye Komisyonu’nu mazbatası” şeklinde verilmektedir. Malatya gittikçe bir ateş çemberinin içine doğru sürükleniyordu. Zira 20 Haziran 1890’da Erzurum olayları, 1892-1893 Merzifon, Kayseri, Yozgat olayları, Ağustos 1894 I.Sason (Bitlis) olayı, 16 Eylül 1895 Zeytun İsyanı, 29 Eylül 1895 Divriği (Sivas) İsyanı ile Eğin, Develi, Erzincan, Bitlis, Maraş (Halep), Urfa (Halep), Erzurum, Diyarbakır ve Siverek (Diyarbakır) isyanları Malatya için yaklaşmakta olan isyanın habercileri idi.
Malatyalı Ermeni militanları boş durmuyordu. Tek bir merkezden yönlendirildiği belli olan isyan sırasının Malatya’ya gelmeden önce, Ermeni halkı silahlandırmak için bütün gayretlerini sürdürüyorlardı. Özellikle Arapkir Ermenilerinin gümrüklerde silah geçirmek için uğraştıkları hükümet tarafından yakından izleniyordu. Malatya civarındaki Ermeniler, silahlarını yalnızca dışarıdan temin etmiyorlardı. Divriği’deki Ermenilerin atölyelerde ürettikleri silahlar da dağıtılıyordu. İhtilale aktif olarak katılması düşünülen Ermeni gençler, Arapkirli Serkis adındaki bir Ermeni komitacının maharetiyle Dersim’de askeri eğitime tabi tutulup Malatya ve civarındaki köylere taarruz ettiriyordu.
Diğer taraftan Ermeni ihtilalcıların şehir merkezlerinde de boş durmadıkları, çeşitli propaganda faaliyetleri gerçekleştirdikleri görülmektedir. 2 Aralık 1891 tarihli bir belgede “Malatya Ermeni murahhası Simon ve ortağı Bedros adlı rahibin, Ermenileri İslam ahalisinden soğutmak için çalıştıklarının haber alındığı ve bunların buradan sürülmeleri” şeklindedir. Bütün bu isyan hazırlıklarının Osmanlı hükümetince takip edildiği belgelerden anlaşılmaktadır. Bir belgede “… Ermeniler şu aralık bazı harekât-ı ihtilalıyane ve teşebbüsat-ı fesadiyede bulundukları bazı vukuat ile anlaşılmasına mebni bu babda fevkalade ve pek ziyade iltizam-ı basiret ve takayyüd ile bunlar tarafından bir güna vukuat ve âsâr-ı ihtilal zuhuruna meydan verilmemesi…” gerektiği konusunda yerel yöneticiler uyarılmaktadır.
Felaketler Zinciri Başlıyor
Malatya’da Ermeni olayları adım adım yaklaşırken başka felaketler de yaşanıyordu. 29 Ekim 1889 ve 9 Kasım 1890 yılında şehirde iki yangın meydana gelmiştir. İlk yangında 1000 dükkân, 4 mağaza, 2 han yanmıştır. İkinci yangında 1300 dükkân, 2 han ve 1 cami yanmıştır. Yine 1893 yılının yaz aylarında yaşanan kolera hastalığında, Müslüman ve Ermenilerden toplam 896 kişi hayatını kaybetmiştir. Şehir halkı daha bu felaketin izini silmemişken 3 Mart 1894 tarihinde yıkıcı bir depremle sarsıldı. Bu depremde 4 cami, 3 hamam, 5 mağaza ve 4 fırının yanında 1200 ev yıkılmıştır. Bu depremde çoğu Müslüman 1300 kişi de hayatını kaybetti. Belgelerden hükümetin duyarsız kalmadığı, Malatya’da zarar görenlere yardımda bulunduğu görülmektedir. Söz konusu belgede;
“Depremden zarar gören Malatya’daki Ermeni kilise ve mektepleri için ianat-ı vakıadan tefrik olunan meblağın eksiksiz tesviyesi” şeklindedir.
Yangın, deprem ve salgın hastalık, Malatya’da ciddi bir ekonomik ve toplumsal sarsıntıya neden olmuşken, asıl tehlike yaklaşmakta olan Ermeni ihtilal hareketi ise geldi çattı.
Malatya’da Ermeni Olaylarının Başlaması
1895 yılı 16 Eylül’ünde Zeytun (Süleymanlı) İsyanıyla başlayan Ermeni ayaklanması 29 Eylül’de Sivas Divriği’nde, 6 Ekim’de Elazığ Eğin’de, 7 Ekim’de Kayseri Develi’de, 25 Ekim’de Bitlis’te, 27 Ekim’de Maraş’ta, 29 Ekim’de Urfa’da, 30 Ekim’de Erzurum’da, 2 Kasım’da Diyarbakır’da, aynı gün Diyarbakır Siverek’te ve nihayet 4 Kasım 1895’te Malatya’da Ermeni olayları başladı.
Ermeni olaylarının fitilini ise, 4 Kasım 1895 Pazartesi günü Malatya’ya bağlı Poskiran Köyü’nden Hamo adlı bir Müslüman’ın Malatya’da Halep Pazarı denen yerde tıraş olmak için gittiği ve aslında bir Ermeni fedaisi olan Ehlicanoğlu Serkis adındaki Ermeniye ait berber dükkânında, adı geçen Ermeni berber tarafından boğazının ustura ile kesilerek öldürülmesi ve ardından çevrede bulunan Müslüman halkın galeyana gelerek Serkis’i öldürmesi ile ateşlenmiştir. Serkis adlı Ermeni berberin, Hamo adlı Müslüman’ı neden öldürdüğü konusunda bir bilgiye sahip değiliz. Kişisel bir neden bile olsa iki halkın arasında büyümekte olan husumet, olayı kişisel olmaktan çıkardığı görülmektedir. Kaynaklar Serkis’in bir Ermeni militanı olduğunu ve bu cinayeti provokasyon amaçlı işlediği yönünde bilgiler aktarmaktadırlar.
Osmanlı arşiv belgelerinde Malatya olaylarının başladığı 4 Kasım 1895 tarihinde başlamak üzere 20 Kasım 1895 tarihine kadar olan iki haftalık sürede şu gelişmelere rastlıyoruz:
4 Kasım 1895, Ermenilerin Bayburt, Erzincan, Trabzon’da ayaklandıkları ve bunun üzerine Dersim (Tunceli) Kürtlerinin Çemişgezek taraflarına saldırdıkları, Malatya ve Arapgir’de Ermenilerin dükkânlarını açamadıkları, 5 Kasım 1895, Diyarbakır’da sükûnetin hâkim olduğu, Malatya ve Arapkir’de Ermenilerin dükkânlarını (hala) açmadıkları…6 Kasım 1895, Malatya’da nasihat dinleyen bazı Ermenilerin silah bıraktıkları ve muhafaza altına alındıkları, bir kısmının ise askerlere ateş açmaya (devam ettikleri)… Aynı tarihli bir başka belgede Ermenilere karşı Lazların, Gürcülerin ve Kürtlerin de harekete geçtikleri ve durumun daha da içinden çıkılmaz bir hal aldığı görülmektedir. Söz konusu belgede:
“Tebligatta bulunulduğu halde Erzurum, Trabzon ve Mamürat’ül Aziz (Elazığ) vilayetlerinde Gürcü, Kürt ve Lazların Ermeni köylerine saldırdıklarından bunlara karşı kuvvet kullanıldığı, Malatya’ya bağlı Akçadağ Kürtlerinin Gürün’e hücum edeceği haberleri üzerine Ermenilerin de silahlandığı, lüzumlu tedbirler alınması”,
8 Kasım 1895 tarihli bir başka belgede ise Kürtlerin Malatya’daki Ermenilere saldırdığı ve çıkan çatışmanın önlendiği belirtilmektedir. 9 Kasım 1895 tarihli belgede, Malatya kumandanlığından yazılan bir yazıda Ermenilerin silahlarının alındığını ve asayişin temin edildiğini bildirmektedir. Yine aynı tarihli bir belgede şehirde asayiş sağlanmış olmalı ki, günlerdir süren çatışmalarda evlerine dönemeyen “fakir ve muhtaç Ermenilere ekmek” verildiği ve kalacak yer temin edildiği belirtilmektedir.
15 Kasım 1895 tarihli bir başka belgede, Malatya ve çevresinde çatışmaları daha etkili bir şekilde sonlandırmak için gerekli yerlere karakolların kurulması istenmektedir. Nitekim 20 Kasım 1895 tarihli belgede bu talebin haklılığı ortaya çıkmaktadır. Malatya Darende’de Kürtlerle Ermenilerin yeniden çatıştığı bilgisi verilmektedir. Belgelerden Kürtlerle Ermenilerin 1896 yılı içerisinde de çatıştıkları ve birbirlerine zarar verdikleri anlaşılmaktadır.Malatya’da yaşanan Ermeni ayaklanması sırasında Kürtlerin karşı çıkışları, bazı araştırmacılar tarafından kasıtlı olmasa bile abartılı bir değerlendirmeye tabi tutulmuş olması etnik ve dini grupların günün koşulları göz önünde bulundurularak tutumlarının tam olarak anlaşılmasını zorlaştırmaktan başka bir işe yaramaz. Rusların ve İngilizlerin bölge üzerindeki hesapları ile Ermeni ulusalcı güçlerin neden olduğu çatışma ortamı, Müslüman ahali ile (Türkler, Kürtler, Gürcüler, Lazlar vs.) gayrimüslim ahali arasında (Ermeniler) yaşanan bir çatışma formatından çıkarılıp Türklerin, Kürtlerin ya da Gürcülerin Ermenilere karşı gerçekleşmiş çatışmasına indirgemek dönemin anlaşılmasına hizmet etmez. Hele Müslüman ahaliden biri olan Kürtleri yegâne sorumlu olarak gösterip, onları şehri yağmalamak için fırsat kollayan yağmacı, çapulcu olarak göstermek tarihi gerçeklikle değil, bugünün ayrıştırmacı yaklaşımlarıyla ilgili olduğu izlenimini vermektedir.
1897 yılı ve sonrası belgelerden anlaşıldığı kadarıyla, Malatya ve çevresindeki çatışmaların sona erdiği buna karşılık yaşanan çatışmaların yaralarının sarılmaya çalışıldığı söylenebilir. Söz konusu bu belgelerde;
“Malatya’da harap ve yanmış olan kilise ve mekteplerin” tamir edilmesi için müsaadelerin çıkarıldığı belirtilmektedir. Dikkat çeken hususlardan biri de, olaylardan sonra ihtida eden (Müslümanlığa geçen) gayrimüslimler ile ilgili belgelere rastlanılıyor olmasıdır. Örneğin bu belgelerden birinde;
“Malatya Hekimhan kazasında Ermeni olaylarından sonra Müslüman olup ahali-i İslam’dan bazılarının yanında mevkuf olan dokuz Ermeni kadının, Fransız konsolosluğunun iddia ettiği gibi Katolik dinine dönüp akrabalarının yanına dönmek gibi bir arzularının olmadığı” şeklindedir.
Yine bu olaylardan sonra bir kısım Ermenilerin, Avrupa ve ABD’ye gittikleri, bazı Ermenilerin ise ülkeyi terk etmek için bazı kötü niyetli kişilere para kaptırdıkları belgelerden anlaşılmaktadır. 1902 tarihli bir belgede:
“Diyarbakır, Harput ve Malatya’dan gelen bir kısım Ermenilerin paralarını alarak zarara uğratan ve Amerika’ya sevk etmek teşebbüsünde bulunan şahıslar hakkında icra olunan tahkikat ve mahkeme neticesinin Adana Valiliği’nin tahriratı ile bildirildiği” kaydedilmektedir.
Yaklaşık bin yıldır Malatya dâhil Anadolu’nun birçok yerinde birlikte yaşayan Ermenilerle Müslümanlar, çatışmalar sona erdikten sonra ortaya çıkan can ve mal kaybı ile ilgili rakamlar taraflara göre farklılıklar göstermektedir. Arshaq Alboyadjian Ermenilerin 1895 olayları sırasındaki kaybının 2.249 olduğunu yazmaktadır. Edwin Munsel Bliss adlı yazar Ermeni kayıplarını 5.000, Türk ve Kürtlerin kayıplarını ise 500 olarak vermiştir. Aynı eserin başka sayfasında verdiği ölü ve yaralı sayısı ile ilgili tabloda toplam ölü sayısı 9.418, yaralı sayısını 1.721 olarak göstermiştir. Christopher J. Walker, 1895 Malatya olaylarında, Ermeni kayıplarını 3.000 civarında vermiştir. Olaylardan sonra içinde Beyoğlu sorgu hâkimlerinden Ohannes Torosyan’ın bulunduğu bir tahkikat heyeti bölgede hazırladığı bir raporda ise Müslümanların toplam kayıplarını (Mamüratülaziz bölgesinin tamamı) 672 (Erkek: 498, Kadın: 174) olarak gösterirken, Ermenilerin kayıplarını 4.300 (Erkek: 2.150, Kadın: 2.150) olarak belirtmiştir.
Malatya şehir merkezinde yaşanan Ermeni olaylarında, ölenlerin sayısı ile ilgili en ilginç bilgiyi Malatya Cevherizade Mahallesi Kozkökü sokakta bulunan Dar-üs-sade Camisinin eski imamı Mehmet Taylan’ın kitaplığında bulunan “Gülistan Kitabı Şerhi” adlı eserin sonunda, cilt kapağına eklenen bir kayıt vermektedir. Turuncuya çalan bir mürekkepli kalemle yazılan bu bilgilerin yazarı beli değildir. Ancak belgede yazıların son vukuatın tarihinin 17 Nisan 1897 tarihinin konulmuş olması bilginin de bu tarihlerde kayda geçirildiğini göstermektedir. Söz konusu bu belgede Müslümanların kaybı 150, gayrimüslimlerin kaybı ise 359 olarak verilmiştir. Aynı belgede 450 evin de ateşe verildiği belirtilmektedir.
Asıl kayıp, olaylardan sonra ortaya çıkan can ve mal kaybı değildir. Asıl kayıp bu olaydan sonra Ermenilerin Müslümanlarla birlikte bir arada yaşama iradesi ve isteğinin büyük bir yara almış olmasıdır. Zira 1914 yılında başlayan I. Dünya Savaşı sırasında başlayan Ermeni ulusalcı güçlerin tavrı, Osmanlı hükümetinin, bugün dahi Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslar arası diplomaside sıkıntıya girmesine sebep olacak bir karar almasına sebep olmuştur. Bu karar 1915 yılında Ermenilerin savaş sahası dışına (Suriye bölgesine) çıkarılmasını öngören tehcir (zorla göç ettirme) yasasıdır.
I. Dünya Savaşında Ermeni Tehcirinin Malatya’daki Yansımaları
Burada, bu başlık altında sadece I. Dünya Savaşı yıllarında yaşanan Ermeni tehciri (zorunlu göçe tabi tutma) ve bu tehcirin Malatya’daki yansımalarını ana hatlarıyla vermeye çalışacağız. Millet-i Sadıka (sadık millet) olarak hakkında ferman çıkarılan Osmanlı Ermenilerinin şikâyetlerini 1860 yıllarına kadar götürmek mümkündür. Kendilerine neredeyse anayasal nitelikte imtiyazlar verilmiş olan Ermeniler ile ilgili olarak ilk defa 1878 Berlin Antlaşmasıyla uluslararası bir güvence sağlandı. Ermenilerin yaşadığı bölgelerde yeni bir ıslahat yapacağını vaat eden Osmanlı hükümeti, bu vaatleri çeşitli nedenlerle yerine getirmemesi üzerine Ermeniler çeşitli komiteler ve cemiyetler kurarak hükümeti zorlamaya başladılar. Avrupa ve Rusya tarafından desteklenen Ermeniler Erivan’dan Akdeniz’e ulaşan geniş bir coğrafya üzerinde “Büyük Ermenistan” hayaline kapıldılar.
I. ve II. Meşrutiyet hareketleri ile Osmanlı toplumu içerisinde istedikleri statüyü kazanamadıklarını düşünen Ermeniler, Osmanlı parlamentosunda 12-15 arasında değişen temsilcileri ve Ayan meclisinde 7 üye bulundurmalarına rağmen hızla gizli örgütlenmelere gittiler. İlk örgütlenmeler Ermeni yardım kuruluşu şeklinde ortaya çıkmıştır. Bunlar:
1- 1860 yılında İstanbul’da “Ermeni Hayırseverler Derneği”,
2- 1870-1880 yıllarında Van’da “Araratlı Cemiyeti”,
3- Yine Van’da 1872 yılında Ermeni ihtilal cemiyeti olan “Kurtuluş Cemiyeti”,
4- Van’da kurulan üçüncü cemiyet 1878’te “Karahaç Cemiyeti”dir,
5- 1878 yılında içinde Malatya’nın da bulunduğu Doğu Anadolu’da kurulan “Anavatan Savunucuları Cemiyeti”,
6- 1882 yılında “Fedakârlar Cemiyeti”,
7- 1885 yılında “Armenakan Partisi”,
8- 1887 yılında İsviçre’de Kafkasya Ermenilerinden Avadis Nazabek ve karısı Maro’nu kurduğu Hınçak Cemiyeti, 1890 yılında İhtilalci Hınçak Partisi adını aldı,
9- Hınçak Partisi’nin 1890’lı yıllarda çeşitli nedenlerle bölünmesi üzerine aynı yıl Tiflis’te kurulan “Daşnaksutyan Cemiyeti.”
Bu son cemiyetin amacı hedefine isyanla ulaşmak, ihtilalci çeteler kurmak, halkı silahlandırmak, hükümet yetkilileri ve kurumlarıyla muhbir ve hainlere karşı hareketler düzenlemekti.
Eğin (Kemaliye) ve Arapkir gibi Malatya bölgesinde de örgütlenen Ermeniler ilk ciddi başkaldırılarını 1890 yılında gerçekleştirdiler. Erzurum’da Anavatan Müdafileri Cemiyeti, İstanbul’da Kumkapı’da Hınçak Cemiyeti’nin hazırladığı isyan girişimi 11. yüzyılda başlayan Ermeni-Müslüman-Türk birlikteliğine büyük bir darbe vurdu. Ardından Van Valisine karşı suikast girişimi (1892), Yozgat hareketi (1893), Sasun İsyanı (1895), Babıâli Nümayişi (yürüyüşü) (1895), Van ve Zeytun ayaklanmaları (1896), İkinci Sasun İsyanı (1903) ve Abdülhamit’e karşı gerçekleşen suikast teşebbüsü (1905) ile Müslüman halk ile Ermenilerin arasını gittikçe açtı. Adana ve çevresinde 1909 yılında meydana gelen Ermeni olaylarında 13. günde 20 bine yakın Müslüman ve Ermeni hayatını kaybetti. Dikkat çekici olan durum Adana olaylarının İstanbul’da ittihatçıların II. Abdülhamit’e karşı tertipledikleri “Otuz bir Mart Vakası”nın hemen ertesi gününe rast gelmiş olmasıdır. 1912-1913 yıllarında gerçekleşen Balkan Savaşlarında, I. Dünya Savaşında hem Ermenilerin hem de Osmanlı yönetiminin tavrını belirlemiştir. Şöyle ki: 1878 Berlin Antlaşması sonrasında Osmanlı hâkimiyeti altındaki Balkan topraklarında yaşayan nüfusun % 51’i Müslüman’dı. Ancak bu oran 1912-1913 yılında meydana gelen Balkan Savaşı sırasında değişti. Balkan Savaşı sırasında 200 bin Müslüman köylüsü katledildi. Kalanlar göçe zorlandı. Amaç, bölgede Müslüman nüfusu azaltıp ya da yok edip Hıristiyan nüfusun üstünlüğünü sağlamaktı. Balkan savaşları öncesi Sırp, Yunan ve Bulgarların eline geçen bölgenin nüfusu 4.695.200’ü Hıristiyan, 2.315.293’ü Müslüman olmak üzere toplam 7.100.493’tür. Söz konusu Müslümanların 1.445.179’u göç ederek 870.114’ü geri kaldı. Bunun 313.922’si Balkan Savaşları esnasında ve sonrasında (1912-1920) Türkiye’ye göç etti. 398.849’u çoğunluğu mübadele kapsamında olmak üzere 1921-1926 tarihlerinde Türkiye’ye gelmek zorunda kaldı. Avrupa’dan Anadolu’ya doğru göçe çıkan Müslüman sığınmacılardan 812.771’i ancak sağ kalabildi. Böylece ele geçirilen Osmanlı Avrupa’sının Müslüman nüfusunun % 27’si can verdi. Nitekim I. Dünya Savaşı başladığında Ermenilerin geliştirdikleri tavır Müslüman halkın Doğu bölgesini terk etmesi yönündedir. 3. Ordu komutanlığından 23 Ekim’de (1914) gönderilen yazıdan anlaşıldığına göre, Kağızman’da çoğu Osmanlı uyruklu 8 bin Ermeni asker kaçağı toplanmıştı. Rusya bunları çete şeklinde teşkilatlandırarak silahlandırmakta, halk da giydirip beslemekteydi. Kağızman’daki kuvvetlerin 15 bin kadar olduğu Van sınırında da birçok Ermeni gönüllünün silahlandırıldığı ve isyana hazırlandığı tespit ediliyordu.
Rusya’nın Ekim 1914’te Osmanlı Devleti’ne karşı resmen savaş ilan etmesinden ve ordularına Türk sınırlarını geçme emri vermesinden sonra Ermeniler, bütün imkân ve güçleri ile Rusya’nın ve itilaf devletlerinin emrine girmeye başladılar. 1 Kasım’da (1914) Doğu Anadolu’da taarruza geçen Rus kuvvetleri ile 10 Kasım’a kadar Horasan – Veli Baba – Tahir Eleşkirt hattına geldi. 11 Kasım’da ise Ermenilerin ihaneti sonucu Köprüköy Rusların eline geçti.
Osmanlı kuvvetlerinin Çanakkale’de ve Irak bölgesinde ölüm-kalım savaşı verdiği bu sırada Van Valisi Cevdet Bey 25 Mart’ta (1915) Rusların Van’ın işgalini kolaylaştırmak için Ermenilerin büyük bir isyan hazırlığı içinde olduklarını haber veriyordu. Van bölgesinde bulunan Osmanlı ordusu ise bu sırada Rusların Kafkaslardan yaptıkları saldırılara karşı savaşmaktaydı. Bunu fırsat bilen Ermeniler 15 Nisan 1915 yılında Van bölgesinde, 17 Nisan’da Çatak’ta, 18 Nisan’da Bitlis’te, 20 Nisan’da Van Meskende kanlı ayaklanmaları başlattılar. Asker ve jandarmayla da çatışmaya giren Ermeniler Van’ı ele geçirdiler. Bu sırada Van’da 10 bin Ermeni toplanmıştı. Ermeniler, Van’da 2.500 kişiyi hunharca katlettiler. Ve Van’ı 6 Mayıs 1915’te Rus kontrolünde Aram Manokyan başkanlığında bir Ermeni Hükümeti kurdular.
Harita üzerinde Ermenilerin ayaklandığı bölgelere bakıldığında özellikle Osmanlı ordusunun savaş sırasında kullandığı ikmal yollarının üzerinde olduğu görülecektir. Ermeni ihtilalcilerin bu ihanetleri yüzünden Osmanlı ordusunun ikmal yolları kesildi, askere yiyecek ve cephane taşıyan kollar ise Ermeniler tarafından vuruldu. Böylece Ruslar karşısında zor durumda kalan ordu geri çekilmek zorunda kaldı. Erzurum, Bitlis ve Trabzon işgal edildi.
Her şeye rağmen işgal öncesi Erzurum’a Malatya’dan erzak sevkiyatı yapıldığını Osmanlı arşiv belgelerinden çıkarabiliyoruz. 11.03.1915 tarihli bir belgede “Erzurum’a erzak sevkiyatı için Malatya’dan gönderilen beş yüz hayvanın kâfi gelmemesi nedeniyle nakliyatın merkeplerle yapılması, satın alınan hayvanların ise merkez vilayete sevkiyle miktarlarının bildirilmesi” şeklinde Malatya Mutasarrıflığına çekilen telgrafta belirtilmektedir. Yine aynı tarihlerde Malatya Akçadağ kazasına bağlı Kürecik nahiyesinde Alevi Kürtlerle Ermenilerin birlikte kurduğu bir çetenin faaliyette olması da dikkat çekicidir. Cephelerde ölüm-kalım savaşı, içeride Ermeni ayaklanması yaşanırken ortaya çıkan ve ciddi bir asayiş sorununa yol açan bu gelişmeler, içeriden ve dışarıdan imparatorluğa yönelmiş planlı hareketler şeklinde yorumlanmıştır.
Ermeni Tehcir Kararı
Rusların Kafkasya’dan doğudaki Osmanlı şehirlerine Ermenilerin öncülüğünde girmesi, Van’ın düşmesi, Müslüman halkın katledilmesi, Erzurum, Bitlis ve Trabzon gibi yerlerin işgal edilmesi, yöre halkının büyük kitleler halinde iç kesimlere doğru göçmesi, göç eden bu kafilelerin çeteler tarafından vurulması… Bütün bu gelişmeler Osmanlı hükümetinin yeni önlemler almasını kaçınılmaz kılmıştır.
İşte akıl tutulmaları tam da bu çöküş döneminde yaşanmıştır.
Ermeniler, imparatorluğa son vermek isteyen emperyalist güçlerin saldırılarını fırsat bilip bölgede bağımsız bir devlet kurmak için bütün yol ve yöntemlere başvururken, bölge insanı ve hükümet, dış saldırıları fırsat bilip yüzyıllardır birlikte yaşadığı insanlara ihanet eden Ermenilere karşı bazen ayniyle mukabele ediyor, bazen de orantısız güç kullanıyordu. Olup-bitenler karşısında çaresiz kalan hükümet bugün dahi tartışılan ve Türkiye’nin dış politikasını zaman zaman bloke eden şu kararları almaya başladılar.
18 Mart 1915 tarihli bu kararlara göre:
1- Ermenilerden 16-55 yaş arasında olanlar dışarıdan içeriye giremeyecek ve içeriden dışarıya çıkamayacaktır.
2- Ermeniler haberleşmelerini Türkçe yapacaklardır.
3- Yeni okullar açılmayacak ve Ermeni çocukları devletin resmi okullarında okuyacaktır.
4- İllerde çıkarılan Ermenice gazeteler kapatılacaktır.
Bu önlemleri de yeterli görmeyen İçişleri Bakanlığı 24 Nisan 1915 tarihli bir genelge ile Ermeni komite merkezlerinin kapatılmasını, belgelerine kaybolmayacak şekilde el konulmasını ve komite elebaşlarının ve önde gelenlerinin tutuklanmasını istedi. Ancak 24 Nisan’da alınan bu önlemlerin işe yaramadığı, olayları önleyemediği gerekçesi ile Başkomutanlık 26 Mayıs 1915 tarihinde İçişleri Bakanlığı’na Ermenilerin Doğu Anadolu illerinden göç ettirilmeleri için yazılı başvuruda bulundu. Aynı gün İçişleri Bakanlığı, Sadrazamlığa (Başbakanlığa) yazı ile başvurup tehlikeyi anlatarak göç için yasa çıkarılmasını ister. Yasa 27 Mayıs 1915’te muvakkat (geçici) kaydıyla çıkarılır. 30 Mayıs 1915’te Meclis-i Vükelâ’da müzakere edilerek kabul edilir. 1 Haziran 1915’te ise Takvim-i Vekayi gazetesinde yayınlanır.
Üç maddeden oluşan 1 Haziran 1915 tarihli Tehcir Kanunu’na göre;
Madde 1- Sefer zamanında ordu, kolordu ve tümen komutanları ve bunların vekilleri ve bağımsız bölge komutanları, halk tarafından herhangi bir şekilde hükümet emirlerine, yurt savunmasına, mevcut düzene ve güvenlik işlerine karşı durum alan ve silaha sarılan ve direnenleri görürlerse hemen askeri kuvvetlerle karşı koyacaklardır. Saldırı ve direnmeyi kökünden yok etmekle yetkili ve yükümlüdürler.
Madde 2- Ordu ve bağımsız kolordu ve tümen komutanları, askeri nedenlere dayanan, casusluk ve hainliklerini hissettikleri bölge halkını tek tek veya toplu olarak memleketin diğer bölgelerine gönderebilirler ve oralarda oturtabilirler.
Madde 3- Bu yasa yayımlandığı tarihten itibaren geçerlidir (27 Mayıs1915).
Kararı hemen uygulamaya sokan Osmanlı hükümeti, Ermenileri hangi güzergâhlar üzerinden Suriye’ye nakledeceğini de belirledi. Mart ayı içerisinde Zeytun Ermenilerini Konya bölgesinde toplamakla hata ettiğini anlayan hükümet 26 Nisan 1915 tarihli gizli bir yazı ile Ermenilerin Urfa, Zor ve Musul yöresine sevk edilmesini istedi. Hükümet, sevkiyatın güven içerisinde gerçekleşmesi için belirli güzergâhlar ve toplanma yerleri belirledi. Buna göre; Kayseri’den ve Samsun’dan gönderilenler Malatya üzerinden; Sivas, Elazığ ve Erzurum havalisinden gönderilenlerin ise Diyarbakır-Cizre yolundan Musul’a sevk edilmeleri kararlaştırıldı. Batı Anadolu’dan gönderilen kafileler ise Kütahya-Karahisar-Konya-Karaman-Tarsus üzerinden Maraş-Pazarcık yoluyla Zor’a sevk edilmişlerdir.
Bütün bu güzergâhların seçiminde tren yolları ve nehir nakliye araçlarının bulunduğu yerler tercih ediliştir. Bu sırada en emniyetli yolun tren ve nehir yolculuğu düşüncesi bunda önemli rol oynamıştır. Nitekim Batı Anadolu’dan iskân mahalline gönderilenlerin hemen tamamı trenlerle taşınmıştır. Cizre yolu ile sevk edilenler de tren ve “Şahtur” denilen nehir kayıklarıyla taşınmıştır. Tren ve nehir nakliyatının bulunmadığı yerlerde kafileler hayvan ve arabalarla belli merkezlere toplanmışlar ve buradan trenlere bindirilmişlerdi. Ermeni kafilelerinin Malatya üzerinden güneye doğru sevk edildiklerini biliyoruz. Ancak Osmanlı arşiv belgelerinden Malatya Ermenilerini tehcire tabi tutulduklarına dair en azından şimdilik herhangi bir bilgiye sahip değiliz. Ermeni kaynaklarının güncelerinde Malatya’da sürgüne tabi tutulan Ermenilerin durumunu ise son “bölümde” vermeye çalışacağız.
21 Temmuz 1915 ve 25 Ağustos 1915 tarihli iki belgede Malatya’nın bir sevkiyat güzergâhı olarak kullanıldığı açıkça görülmektedir. 21 Temmuz 1915 tarihli bir belgede “Ermeni ailelerini nakleden arabaların Malatya ve daha ileriye sevk edilmeleri, ziraat ve erzak nakliyatını yavaşlatacağından, gelecek kafilelerin vilayet hududunda teslim alınması ve arabaların mahalline iadesi hakkında Emniyet-i Umumiye Müdiriyeti’nden (Emniyet Genel Müdürlüğü’nden) Mamüratülaziz vilayetine çekilen telgraf” şeklinde iken 25.08.1915 tarihli belgede ise “Mamüratülaziz (Elazığ) vilayetinden birçok tebligata rağmen sevk edilmeyen Ermenilerin durumlarının tahkik için Vilayet Polis Müdürü Reşat Bey’in Malatya’ya gönderildiği” şeklindedir. Bu belge, yerel yöneticilerin sevkiyat için çok hevesli olmadıkları şeklinde yorumlanabilir.
28.09.1915 tarihli bir belgede ise Ermeni sevkiyatının doruk noktaya ulaştığını göstermektedir. Söz konusu bu belgede, Yukarıda ifade ettiğimiz üzere Kayseri ve Samsun’dan gönderilen Ermeni kafilelerinin Malatya üzerinden Musul’a gönderilmesini öngörmekte idi. Ancak bu belgede “Malatya-Urfa güzergâhındaki izdiham sebebiyle Ermeni muhacirlerinin Diyarbakır üzerinden Musul’a sevk edilmeleri” belirtilmektedir. 30.05.1917 tarihli bir belgede ise Ermeni sevkiyatının 1917 yılı ortalarında hala devam ettiğini göstermektedir. Söz konusu bu belgede “Mamüratülaziz’den (Elazığ’dan) Malatya’ya gönderilen Ermenilerin sevk sebepleri ile nere ahalisinden oldukları ve Malatya’da kalmalarında mahzur olup olmadığının bildirilmesine dair Mamüratülaziz Vilayetine çekilen telgraf”tan anlıyoruz.
Yukarıda da ifade ettiğimiz üzere Ermenilerin Malatya üzerinden güneye sevk edilmesi ile ilgili olarak elimizde birtakım bilgiler mevcuttur. Resmi kayıtlarda Malatya Ermenilerine yönelik bir kıyımın yapıldığına yönelik de herhangi bir belgeye şimdiye kadar rastlamadık. Tersine belgelerde Malatya’da “İslam hanelerine” sığınmış Ermeniler olduğu görülmektedir. 28.03.1919 tarihli bir belgede “Malatya’da İslam hanelerinde bulunan Ermeni mültecilerin kendi cemaatlerine teslim edilmesi” istenmektedir. Ayrıca 17.04.1917tarihli belgede “Malatya’da vaki Surp Antonyon Kilisesi’nin tamiri için ruhsat” verilmesi ile yine aynı günlü bir başka belgede “Malatya’da vaki Münhedim Ermeni Murahhashanesinin yeniden inşasına ruhsat ifası” şeklindeki olumlu veriler, Malatya’da Ermenilere yönelik olumlu izler olarak görülebilir. Ancak bu olumlu izlere rağmen Malatya’da Ermenilerin baskıya maruz kalmadıkları anlamına gelmemektedir. Ermeni kaynakları özellikle dönemin yaşayan isimlerinden derledikleri anlatımlara bakılacak olursa, Malatya bölgesinde de Ermenilerin katledildiğini hatta o kadar abartılı anlatımlar verilmektedir ki bunları doğru kabul edebilmek mümkün görülmemektedir. Örneğin, bir Ermeni kaynağı 1915 olaylarını şu cümlelerle vermektedir: “Açık alanlarda dev ateşler yakılır ve binlerce çocuk içine atılır. Eski devirlerden miras diri diri çukurlara gömme, kuyulara doldurma gibi yöntemler de eksik edilmez. Genç kızlar ve çocuklardan oluşan kurbanlar bazen katliam öncesi toplu tecavüze maruz bırakılır. Toplu zehirleme, tifo aşılama gibi…”
Görüldüğü gibi bu ürpertici ifadeler 1915 Ermeni olayları aktarılırken verilmektedir. İfadeler ilkçağda tanrılara yapılan toplu sunuların betimlemelerinden alınmış gibidir. Bunların yanında Malatya’da halk arasında söylenegelen anlatımlarda, Ermeniler sürgün edilirken yaşanan öldürmeler, abartılar içermekle beraber ortaya çıkan talihsizliklerle yüzleşilmesi gerektiğini göstermektedir. Ermenilerin Van’da yaptıkları katliamlarla, karşılıklı intikam saldırılarına dönüşen söz konusu bu kaos dönemi abartısız verilere dayalı olarak ayrıca incelenmelidir.
Ermeni Tehcirinde Kürtlerin Rolü
Bu bölümü toparlarken, bir hususu burada ifade etmekte yarar görüyoruz. 1915 yılında yaşanan Ermeni olaylarında, Kürtlerin
rolünün ne olduğu konusunda sağlıklı bir araştırma yapılmış değildir. İmparatorluğu savaşa sürükleyen İttihat ve Terakki yönetiminin yönetim becerisi dikkate alınmadan Müslüman-Kürt topluluğunun bu olaydaki rolünü öne çıkarmak meselenin anlaşılmasını zorlaştırır. Zira Ermeni meselesi 1894-95 yıllarından itibaren Doğu Anadolu’da bir Ermeni-Kürt meselesi olmanınötesinde Ermeni-Müslüman ahali bağlamında ele alınması gerekir. Ermeni Komitacıların 1894-95 yılından itibaren imparatorluğu tasfiye etmek için anlaşan büyük güçlerin vaatlerine uyarak çoğunluğu oluşturmadıkları bir coğrafya üzerinde bir devlet kurmaya kalkışmaları ve bunu yaparken Müslüman halkı korku ve endişeye sevk edecek şekilde hareket etmeleri, Müslüman ahali ile Ermenilerin arasını açmıştır. Hele Ermeni komitelerin Ruslarla işbirliği yaparak Van’ı ele geçirmeleri, burada katliam ve terör estirmeleri çoğunluğu oluşturan Müslüman-Kürtlerin endişelerini haklı çıkarmıştır. İttihatçı yönetimin Doğu cephesinde savaşı kaybetme telaşı ile bölgede Ermenilerin uzaklaştırılması halinde Ermeni mallarına el koymaya hazırlanan beylerin menfaati bir noktada birleşmiştir. Akıl tutulmalarının yaşandığı bu dönemde ittihatçılarla işbirliği yaparak Ermenileri katleden Kürt aşiret Bey’leri olduğu gibi Ermenileri tehcirden kurtaran, hatta bundan dolayı hükümet tarafından cezalandırılan aşiret beyleri de olmuştur. Burada bu bahsi açmamızın nedeni 1915 yılı Ermeni tehcirinde Kürtlerin rolünün spekülasyondan uzak, kaynaklı araştırmaların önemini vurgulamaktır.
Ortak Acılar
1915-1917 yılları hangi açıdan bakılırsa bakılsın felaket yıllarıdır. Osmanlı İmparatorluğunu yok oluşa doğru sürükleyen I. Dünya Savaşı (1914-1918) Çanakkale direnişi dışarıda tutulursa hemen bütün cephelerde ağır yenilgiler alındı. Enver Paşa’nın bizzat yönettiği Sarıkamış harekâtı tam bir trajediye dönüştü. 90 bin Osmanlı askeri karların içinde donarak yaşamını yitirdi. Rus işgali ve Ermeni komitacıların korkusundan yurtlarını terk eden yüz binlerce Müslüman ahali Elazığ-Erzincan-Malatya ve Maraş yöresinde toplanmaya başladı. Yalnızca Malatya ve civarında toplanan mültecilerin sayısı 80 bin civarında idi. Açlık, hastalık ve evsiz bir şekilde buralarda perişan olan mülteciler zaman zaman evleri ve dükkânları yağmalamakta ciddi boyutlarda bir güvenlik sorunu haline geliyorlardı.
19.10.1917 ve 21.10.1917 tarihli iki belge Malatya’daki durumu açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Söz konusu belgelerden birinde “Sefalet içinde oldukları bildirilen Malatya’daki mültecilerin ihtiyaçlarının karşılanmasına dair Aşair ve Muhacirin Müdüriyet-i Umumiyesinden gönderilen bir telgraf”. Bir diğer belgede ise “Malatya Mebusu Kâşif ve Haşim Beylerin Malatya’da asayişin temini yönünde tedbir alınmasını istedikleri telgrafları üzerine buraya gerekli miktarda kuvvet gönderilerek asayişin sağlandığı” yönündedir. Bütün bunların yanında 1915 Mart ve Nisan aylarından itibaren yerlerini terk eden Ermeniler ile hükümetin aldığı tehcir kararı doğrultusunda Urfa, Zor, Halep ve Musul taraflarına büyük kitleler şeklinde yapılan Ermeni Sevkiyatı, bilhassa Malatya’nın da içinde bulunduğu bölgeyi adeta kaosa sürüklemişti. Rus saldırıların da bütün şiddeti ile sürdüğü bu coğrafyada büyük acılar yaşanıyordu. Bu acıyı yalnızca Ermeniler değil, Müslüman ahali de benzer trajediyi yaşıyordu. Binlerce Ermeni ve Müslüman çocuğu “Darül Eytamlar” da (yetimhanelerde) bir araya getirilmişti. Birbirlerini kaybeden aile üyeleri ve yakınların bir kısmı, bir daha asla birbirlerini göremeyecek şekilde ayrılmışlardı.
Ermenilerin Geri Dönüşleri
1915 Haziran başlarında zorunlu göçe (tehcir) tabi tutulan Ermeniler üç yıllık bir sürecin ardından 18 Aralık 1918 tarihinde alınan bir kararla memleketlerine geri dönmelerine izin verilmiştir. Bu kararla birlikte 1918-1920 yılları arasında Suriye ve Irak’tan yaklaşık 300.000 Ermeni geri döndü. Ancak tehcirin ardından mal ve mülklerine Müslümanlar tarafından el konulduğundan geri dönüşlerde ciddi sorunlarla karşılaşılmıştır. Mart 1916’da oluşturulan “Aşayir ve Muhacirin Müdiriyeti Umumiyesi”nin amacı “Geri dönen tebaaya güvenli bir şekilde yerleşecek yer bulmak, su ve yiyecek ihtiyaçlarını karşılamak olmuştur. Fakat özellikle savaşın yenilgiyle sonuçlandığı ve Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı (30 Ekim 1918) zaman da geri dönüşler oldukça zor olmuştur.
Tehcir sırasında kadın ve çocukların çoğunlukla tehcirin dışında tutulduğu bilinmektedir. Tehcir dışında tutulan kadın ve çocukların kendi iradeleriyle ve zorla Müslüman kimseler tarafından tutuluyordu. 30 Nisan 1916’da İçişleri Bakanlığı tarafından alınan kararlarda, erkekleri tehcire uğramış ya da orduya alınmış kadın ve çocuklar Ermenilerin ya da yabancıların yaşamadığı köylere ve bölgelere rastgele dağıtılacağı belirtilmişti. Bunların yiyecek ve içecekleri hükümet tarafından karşılanacak ve geleneklere uyması (?) sağlanacaktı. Genç kadınlar ve dullar yeniden evlendirilecekti. 12 yaşın altındaki çocuklar yetimhanelere yerleştirilecekti, yetimhanelerin yetmediği zamanlarda ise Müslüman ailelere bırakılacaktı.
Geri dönüş kararı alındıktan sonra isteyenler iade edilmiş, istemeyenler ise yeni hayatlarına devam etmişlerdi. Fakat tüm bunlarkolay olmamıştır. Bazı kadınlar dönmek istemiş, ancak bazıları akrabalarının yaşadıklarından emin olamadıklarından 3-4 yıldır birlikte yaşadıkları kimselerle kalmayı tercih etmişlerdir. Osmanlı Arşiv Belgelerinde 1917 yılı ile 1920 yılları arasında Malatya’da Ermeni kadın ve çocukların ailelerine teslim edilmesi ve Ermenilerin dönüşü ile ortaya çıkan mülkiyet soruruna dikkat çeken bilgilere rastlanmaktadır. 25.07.1917 tarihli belgede; “Sivas Emraz-ı Hariciye Hastanesi hastabakıcısı Vartohi’nin Malatya’da kimsesiz kalan kız kardeşi Haykatus’un yanına gelmesine müsaade edildiği”
17.12.1917 tarihli belgede; “Agup Sasunyan’ın hemşiresi Arakri’nin daha önce Malatya’ya sevk edilmesine rağmen firaren Mamürat-ülaziz’e dönüp, Zor’a sürgün edilen muhtedi (din değiştiren) Tahsin’in yanında kaldığı”
21.12.1917 tarihli belgede; “Yoginik adlı bir kızın Malatya’dan Dersaadet’te bulunan babasının yanına gitmesine izin verildiği”
15.04.1918 tarihli belgede; “Malatya’da bulunan Erzurumlu Ağavni Panbukyan’ın çocuklarıyla birlikte, Halep’te bulunan validesinin yanına gitmesine müsaade edilmesine…”
15.11.1918 tarihli belgede; “Davud Şükrü’nün Malatya’da Saray Mahallesinde Ayvazzade Mehmet Efendi’ni himayesinde olan kerimesi (kız çocuk) muhtediye (din değiştiren – Müslüman olan) Naciye’nin yanına getirilmesi talebi…”
31.03.1919 tarihli belgede; “Şarkikarağaç’ın Kürtler karyesinden (köyünde) Gökmen namında birinin Malatyalı iki Ermenikızı zorla alıkoyduğu iddiasının tetkiki…”
Tehcir yıllarında yaşanan hikâyeleri çoğaltabiliriz. Yüz binlerce insanın yerinden-yurdundan olduğu, ailelerin parçalandığı, annelerin çocuğundan, evladından, babasından ayrıldığı bu acı dolu yıllarda yaşanan gerçek hikâyeleri yazmaya kalkışırsak eminim ki ayrı bir kitap projesi ortaya çıkar.
Ermeni Kaynaklarına Göre Ermeni Olaylarının Malatya Boyutu
“Malatya Ermenileri ve 1915 Olayları” ana başlığı üzerinden sürdürdüğümüz yazılarımızın bu son bölümünü Ermeni bakış açısına ayırdık. Malatya’da Ermeni Olayları ile ilgili ilk defa geniş boyutlu bir çalışmayı paylaştık. Bu çalışmamızın en kritik safhası olan 1915 yılı ile ilgili halk arasında çok sayıda anlatım olmasına rağmen bu bilgilerin yanlış ve abartılı olabileceği kaygısı ile itibar etmedik. Bilginin de bir ahlakı olduğu hassasiyeti ile arşiv belgelerini esas aldık. Elimizdeki tek kaynak Osmanlı arşiv belgeleri olduğu için itibar edebileceğimiz yegâne bilgi de bu kaynaklardır. Tarih araştırmalarında….DEVAM EDECEK
Kenan Mutlu Gürses