SÜRTÜK
Çocuktuk, ilk okuldan sonra dağın başında bir yatılı okula kaydımız yapıldı. Elimizde bavul , bir hurç içinde yatak ve yorganımızla, bu okula bırakıldık. Yaş 11 veya 12, yani çocuk yaştayız. Ne ergen ne mergen bile değiliz. Sıkı bir disiplin içinde yaşadığımız yüksek bir tepede, 1889 yılında yapılmış olan şato gibi bir okulda bir eylül haftası eğitimimiz başlamıştı. Bu eğitim programında bir ders vardı ki, ilk etap da, anlamakta zorluk çekmiştik ama zevkli bir dersti. ‘ ATÖLYE ‘ adlı altında ve atölyede çalıştığımız bir dersti. Atölyede her birimize ilk verdikleri 2 santim kare blok, 8 santim uzunluğunda bir demir parçası idi. Blok demir yanında bir de demir testeresi verdiler. Atölyede bu demir bloka çekiç görünümü verecek üçgen burun kesmeye başladık.
Demir blok kısmında testere ile kesmek kolay olmadı. Bir ders süresinde aldığımız mesafe çok azdı. Düşünün bir kere çocuk gücü ile ders sürecinde birkaç milim kalınlığı kesebilmekteydik. Üçgeni bitirdiğimizde nerdeyse bayram edecektik. Çünkü testereden sonra elimize bir demir törpü verdiler. Biz buna EĞE derdik. Üçgen olarak kestiğimiz yeri eğe ile düzeltmeye başladık. Eğeleme sürecinde atölye dersini veren atölye şefi Garabet Topakbaş, arada gelip demir törpüyü nasıl tutmamız gerektiği üzerinde bize öğretiler verirdi. Törpüyü demir yüzeyine SÜRTEREK sathı düzeltmeye çalışırdık.
Öyle pürüzsüz bir satıh elde etmeye çalışmak, o yaşta, sabır gerektirir. Garabet usta gelip elini demirin üzerinde gezdirip sathın düzgün olup olmadığını kontrol eder, memnun olmazsa biz sürtmeye devam ederdik. Törpü sonrası önce kalın zımpara daha sonra ince zımpara ile yüzeye sürtmeye devam ettik. Üretmeye çalıştığımız çekicin dış yüzeyinin tamamlanması birkaç hafta sürmüştü. Her ders çıkışı, demir yüzeyini düzeltmek için sürttüğümüz zımpara çalışması sonrası, parmaklarımız sızlardı.
Şimdilerde pilli aletlerle yüzey taşlaması beş on dakikada tamamlamak mümkün olabilir düşüncesindeyim. Daha sonra demir blok ortasına matkapla birbirine yakın üç delik açmak bile birkaç dersimizde tamamladık. Çünkü demiri delmek işinde ağır hızda kullanılan matkap ve uç kısmına akan sabunlu su, metalin ısınmamasını sağlamak adına yapılan bir işlemdi. Delgi işlemi bittiğinde deliğin içini eğelemeye başladık. Demir eğe ile pürüzlere sürtüp, düz bir satıh elde etmek de zaman aldı. Çünkü bu delikten tahta çekiç sapı geçecekti. Kaba pürüzler aldıktan sonra ise yine elimizdeki zımpara ile iç bölümün yüzeyine sürterek düzeltmeye başladık. Yine Garabet usta gelip çekici eline alarak içine doğru bakardı. Göz kararı sathın düzgün olup olmadığını kontrol ederdi. Düzgün olmazsa SÜRTMEYE devam ederdik.
Yanlış hatırlamıyorsam tahta sap için hazır ettiğimiz çekiç iki ayda bitmişti. Göz nuru, el emeği anlamında söylenen söz bu olsa gerek. Göz nuru – el emeği genelde demir eğesi ve zımpara ile sürtme işlemi olsa gerek. Sürte sürte bir hal olmuştuk haftalarca.
Hatta çekicin yüzeyine yağ ile birlikte demir tozu dökerek tahta matkap ucu ile çekiç üzerine desenler vermeyi de başarmıştık. O yaşta, tahta kavelayı matkap ucuna bağlayıp demir tozlu yağı metalin sathına sürterek yarattığımız desenlere bizde hayranlıkla bakardık.
Çekiç bittiğinde bir demir çubuk vermişti Garabet usta hepimize . Bu demir çubuğu bu sefer bir tornavida haline getirmek için aynı işlemlerden geçirip tornavida haline dönüştürmüştük. Tornavida yapmak, çekiç ten daha zor bir işlemdi. Yuvarlak demiri ateşte ısıtıp döverek yassı hale getirmek bu gün için basit görünse de, 12 yaşında bir çocuk için zor bir işlemdi. Daha sonrası ise eğe ile sürtmek, zımpara ile yüzeyi sürterek düzeltmek işlemi.
Sonucunda kendi el emeğimizle göz nurumuzla , Garabet ustanın sabrı ile iki eser meydana getirmiştik. Çekicin üzerine demir rakamla okul numaramı işlemiştim 843. Bu gün hala bu çekiç bende, 1953 yılındaki el emeği ve göz nurumu hatırlar sürte sürte neler meydana getirdiğimin anısı olarak saklamaktayım.
Geçtiğimiz haftalarda meclis kürsüsünden bir parti başkanı, gezi olaylarına karışanlar kadınlar hakkında söylediği ‘ SÜRTÜK’ tabirini duyunca ağzım açık kaldı. Ülkemin en önemli koltuğunu işgal eden bir kimsenin böyle bir kelimeyi kullanmasından, yurdum insanı olarak utanmaktayım. Gezi olaylarında Dolmabahçe Bezm-i alem Camii temizlik görevlisi ve imamı Halil Necipoğlu ‘ Cami içerisinde alkol alan kimse görmedim, bira falan içilmedi ‘ diye beyanat vermesinin neticesinde, Karadeniz Ereğli’sine tayinleri çıktığını izledik. Hatta imamın çok dürüst bir ifadesini bu gün gibi hatırlarım: ‘Ben Müslümanım, yalan söyleyemem’. Aynı camii Müezzini Fuat Yıldırım’ın da Kayabaşı köyüne sürüldüğünü biliyoruz.
Ancak topluma her an yalan söyleyerek aldatan insanların hala oturdukları koltuklarda kendilerini Müslüman olarak tanıtmaları, hatta kendini Türkiye ile eş değerde görmesi ne kadar geçerlidir diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.
Metin Atamer
Yazıları posta kutunda oku