Prof.Dr. Alaeddin Yalçınkaya
Gıda Güvenliği, Milli Güvenliğin Ayrılmaz Parçasıdır
Rusya-Ukrayna Savaşı üzerinden derin stratejiler, büyük gıda krizi endişelerini gündeme getirmiştir. Hemen her kesimin kenarından köşesinden tehlikeye temas etmesi olumlu bir gelişmedir. Buna karşın on yıllardır tarlalar ekilemediği, ekilen ürünler bir yıl elde kalırken ertesi yıl ithal edildiği, ülke sathında banka haczi bulunmayan tarla ve bahçenin nadirleştiği, çiftçinin sadece alın teri karşılığını isteme feryatlarının bir türlü duyulmadığı gerçekleri ise son derece hazindir.
Bir siyasinin beyanı veya saçmalaması, bütün kanallarda saatlerce, hatta günlerce gündemin başına oturduğu halde filizlenen patatesler, para etmeyen soğanlar, bozulması beklenen yumurtalar, ekilemeyen araziler, medyamızın, aydınımızın, akademimizin ilgisine mazhar olamamıştır. Halbuki zaman zaman elde kalan, ertesi yıl ekilmeyen bu ülkenin soğanı, sarımsağı veya ağaçları kesilmek zorunda kalınan fındığı, kayısısı ve diğer nimetleri gıdanın ötesinde ilaçtır. Gelişmiş ülkelerde üretim her fırsatta, planlı bir şekilde teşvik edilir, ürünün bol olduğu yıllarda da değişik alternatifler devreye sokulur. Daha II. Dünya Savaşı ertesinde Türkiye’ye Marshall yardımının bir ayağını Amerikan çiftçisinin elde kalan mısırının değerlendirilmesi teşkil etmektedir. Köylü mağdur olmasın diye devlet fazla mısırı satın almış, ülkemizdeki zeytin üretimine karşı kumpaslar kurarak güya yardım altında gemilerle mısır göndermiştir.
Aynı gerçeklerin hayvansal ürünler boyutunda ise daha acıları bulunmaktadır. Mesela geçen yaz Irak’ın Türkiye’den yumurta ihracatını durdurma haberleri davulla zurnayla duyuruldu. Elde kalanlar için çözüm beklenirken üreticiye çare bulması gereken kişi durumundaki dönemin tarım bakanının konuyla ilgili açıklaması ne kadar umursamazdı: Tarihi geçmiş yumurtaları satın almayın! Aile fertleriyle milyonluk üretici kesimin alınteri, borçları onu hiç ilgilendirmiyordu. Böyle bir durum karşısında mesela medya mensupları, uzmanlar bu nimetin besleyici özelliklerini, farklı yemeklerini, daha fazla tüketilmesinin yollarını akşam sabah anlatamaz mıydı? Yemek fabrikalarının, kamu kuruluşları yemekhanelerinin, mülteci kamplarının daha fazla yumurta tüketimi konusunda teşvik edildiğini veya yönlendirildiğini de duymadık. Elde kalan yumurta ile beraber kesimden başka yolu kalmayan tavuklar sayesinde beyaz et fiyatları da sudan ucuz hale geldi, ancak bu çok kısa sürdü, arkası yoktu. Birkaç ay sonra üretim azalınca çare yumurta ithalatı oldu. Halbuki ithalata ayrılan kaynağın yarısı ile üretici-tüketici desteklenseydi, dış açık bu seviyeye gelmez, ekonomik dengeler bu derece bozulmazdı.
Enerji güvenliği gibi gıda güvenliğinin de arz-talep boyutu bulunmaktadır. “Gıda arzı güvenliği”, ürünün, pazarda yeterli miktarda, makul fiyatta bulunabilmesidir. Gıda güvenliği derken hemen herkes “gıda arzı güvenliği”ni gündeme getirir. Halbuki bu güvenliğin olmazsa olmazı “gıda talebi güvenliği”dir. Tüketicinin makul fiyatta ürün bulabilmesi için üreticinin de makul fiyatla satabilmesi garanti edilmelidir. Ülkemizdeki gıda güvenliğinin en önemli ayağı, talep güvenliğindeki sorunlardır. Üretici, alınteriyle çalışıp ürününü ortaya koyduğunda, masraflarını dahi karşılayamıyorsa seneye tarlasını ekmeyecek, her gün zararı derinleştiren hayvanları kesime gönderecektir. Bereket fışkıran topraklar ekilmezken çocukları düşük ücretle iş bulmanın yolunu arayacak, tembelhanelerde ömür çürüteceklerdir.
En liberal ülkelerde dahi tarım ve hayvancılık plan, program, destek dahilindedir. Hangi yıl, hangi bölgede neyin destekleneceği önceden duyurulur, çiftçi yönlendirilir. Birçok ülkede tarımsal girdiler bedavaya yakın ucuzdur, vergi muafiyeti vardır. Doğal afet, kuraklık gibi durumlarda riski devlet veya kurumlar, kooperatifler, sigortalar üstlenirler de üretici pişman edilmez. Her ürün için az çok kararlaşmış var yılı – yok yılı gerçeği bulunmaktadır. Kitab-ı Kerimimiz bu gerçeği Yusuf (A.S.) kıssasında yedişer yıllık olarak haber vermektedir. Var yılında buğdayın, kıssada belirtilen başak halinde depolanmasının mı, buğday halinde günümüz modern silolarında saklanmasının mı daha uygun olduğunu ziraatçiler hesaplamışlardır. Binlerce yıl önceki devlet böyle bir görevi üstlenirken para etmeyen, değerlendirilme çaresi bulunmayan ürün yığınları önündeki isyanlar, milyonlarca üreticinin ötesinde bütün toplum açısından felaket zilleri demektir.
Hemen her ürün için var yılında depolama, saklama, alt ürünler haline getirme, paketleme, tüketimi ve ihracatı teşvik etme gibi hususlar kesinlikle üreticinin sorunu değildir. Kıssada geçtiği üzere antik çağlarda dahi sorunu devlet sahiplenmiştir. Yasama ve yürütmesi ile günümüz devleti de bunun için vardır. Her halükârda arz güvenliğini sağlamak için talebi garanti eden yasaları çıkarmak, kooperatif ve sigorta sistemini geliştirmek, olağanüstü şartlarda sorunu öncelikli gündem konusu haline getirmek, meclisin ve yürütmenin olduğu kadar medyanın, aydınların ve akademinin de görevidir. Zorunlu tüketim maddesi olmayan karpuz, kayısı, incir, fındık, narenciye gibi ürünler dahi bol olduğunda, belediyelerin üreticiye parasını ödeyerek halka ucuz fiyatla ulaştırmaları güzel haberlerdir. Ancak çok yetersiz kalmıştır. Özellikle yoksul bölge ilköğretim kurumlarında öğrencilere ücretsiz beslenme tahsisatı yolu ile üreticinin desteklenmesinin getirisi, sosyal güvenlik bütçesine kat kat fazlasıyla geri dönecektir. Milli Eğitim Bakanlığı’nın bu tür görevleri de bulunmaktadır.
40-50 yıl önce yaz aylarında Elazığ köylerinde adeta tahıl, sebze, meyve bayramları yaşanırdı. Bu dönemde ortaçağ usulü ile üretim yapanlar da adım adım traktör, biçer-döver gibi yeni teknolojilere geçenler de mutluydular. Her köyün harmanları, bahçeleri, tarlaları ürün fışkırır, mütevazi üreticiler bunları peyderpey hâle taşır, ev-araba alır, çocuklarını evlendirir, okutma parasını çıkarırdı. Günümüzde bu köyler harabe haline gelmiş, tarlaları onyıllardır sürülmemiştir. Aynı tatlı hatıraları ve bugün gelinen hüzünlü gerçeği, mesela Gaziantepli veya Ankaralı arkadaşlardan da dinliyorum.
O günkü çocukların bir kısmı okudu, bürokrat, subay, akademisyen, iş adamı oldu. Ancak hemen her aileden bazı fertler baba ocağından ayrılmadı, bereketli topraklarında kalmayı tercih etti. Bir dönem bağı ve bahçesi ile meşgul olanın geliri, okuyandan, ticarete atılandan daha fazla idi.
Kardeşlerinin çoğu dışarıda çalışırken bir kuzenim hayvancılıkta büyük başarı gösterdi, beslediği sürüler ve onların ürünlerinden bir süre için kazancı, bir bürokratın emekli oluncaya kadarkine yakındı. Bir dönem geldi, ürünü para etmemeye başladı. Her sene sürülerdeki sayı yarıya indi. Nihayet küçük başları satarak 40 kadar büyük baş hayvan almıştı. İşin ehli olmasına rağmen onda da zarar etti. Geçen sene beş büyük baş hayvanı varken şimdi onları da satmış, kara kara düşünüyor! Benzer hikayeyi baba ocağı, ata toprağı bekçiliğini tercih eden nice yakınlarınızdan dinleyebilirsiniz. Bütün dünyanın, hatta bir dönem ülkemizin de başarı ile uyguladığı çözüm yolları bellidir. Öncelikle sorunun büyüklüğü siyasilerin, gazetecilerin, üniversitelerin, ilgili sivil toplum kuruluşlarının gündemine gelmelidir. Bu konuyu önemsemek sadece kuzenlerimizin derdini paylaşmak için değil, çocuklarımızın geleceğinin, ülkemiz güvenliğinin de gereğidir.
twitter.com/alaeddinyalcink
Bir yanıt yazın