Çocukluğumda önce “DÖL” denilen kuzu ve oğlakları, sonra da onların anlarından oluşan ve “DAVAR” denilen keçi ve koyun sürüleri güttüm bir süre. Köyümüzün arazisi dağlardan ve derin vadilerden oluşur bizim. Bu sebeple o dağdan öbür dağa ünleyerek haberleşirdik biz.
Rahmetli anamın çok ince, ancak kulakları delecek derecede tiz bir sesi vardı. Eğer eğitilseydi, ikinci bir Bedia Akartürk olabilirdi o sesle.
Çok zayıf, ayağına kıvrak(çabuk) ve ufak tefek çevik bir kadındı. Adı Asiye idi anamın ama herkes onu Akkız Teyze olarak bilirdi. Demek ki; beyaz tenli bir çocuk olduğu için, anneannem en küçük kızı olan anamı “Ak kızım” diye severmiş. O sebepten anamın adı kalmış Akkız. Düşünsenize bir; 81 yaşında vefat ettiğinde bile “Ak kız” idi benim anam.
Köy yerinde iş çoktu ve anam yalnız bir kadındı. Birkaç yıl arayla doğmuş dört erkek çocuktuk ama ev işlerinde fazla bir yardımımız dokunmuyordu anama. Ta ki; anamın tekne kazıntısı olarak ve kazara doğurduğu beşinci çocuğu kız kardeşimiz, yastığı vurunca devrilmeyecek yaşa gelinceye kadar.
O sebeple işleri bitirmek için yürüyerek değil, koşarak iş yapardı anam. O işten öbürüne koşardı. Bu yüzden, ilk eşinden boşandıktan sonra anamı ikinci eş olarak alan ve kendisinden yirmi yaş büyük olan babam, anamın ince ve tiz sesinden dolayı kendisine CIRLAYIK (Ağustos Böceği), çevikliğinden dolayı da KELEBEK derdi.
Bir sonbahar günü, Koçak Bayırı denilen karşı dağlarda sisin ortasında sürümü yayarken, anamın incecikten o tiz sesi yankılandı kulaklarımda.
-“Ömeeeer Ömer…” diye bağırıyordu köyün yakınındaki Yumrutaş denilen mevkiden. Dediklerini daha iyi duyup, anlayabilmek için dağın zirvesine, köylünün, namaz vakitlerini tayin etmek için gölgesinden istifade ettiği Bozkaya’nın üzerindeki sırta vardım ve köyün geleneksel cevabıyla;
-“Eauuuvvv…..” şeklinde anama cevap verdim.
Bizim yörede dağdan dağa, uzun mesafeden ünleyen, yani çağrıda bulunan kişilere, erkekler “Eauuuvvv” diye kadınlar “İuuuvvv” diye cevap verirler. Bu, sanki erkek ve dişi kurdun uluması gibi bir nidâdır aslında. E dağdan dağa da başka türlü cevap verilmez ki. “Efendiiim” denmez. “Buyuuur” ise hiç denmez.
Benim genç bir kurt gibi verdiğim “Eauuuvvv” cevabım üzerine anam dedi ki:
-“Yavrum, canavar varmış dağlarda. Davara iyi sahip ol. Aman yavrum…”
Belli ki; anam, sürülere tebelleş (musallat) olan kurtları haber veriyordu bana. Çünkü daha geçen sene yedi-sekiz koyunumuzu parçalamıştı kurtlar. Hatta bazılarının deşilen karınlarından kuzular dışarı fırlamıştı! Anam hâlâ onun üzüntüsünü yaşıyor olmalıydı.
-“Tamam ana tamam. Sen endişelenme…” diye cevap verdim anama ve anam, gerekli tembihatı yaptıktan sonra köyün yolunu tuttu.
O zamanlar, Bozkurt’tan filan habersizdik; şimdiki gibi politik değildik. Eğer haberimiz olsaydı, anama mutlaka “dağlarda canavar(kurt) varsa, burada da bir BOZKURT var anam” derdim herhalde.
Anamın, tam yarım asır önce, o ince ve tiz sesiyle Yumrutaş’tan, Koçak Bayırı dağına “Ömeeer Ömer!” diye seslenişi hâlâ kulaklarımda çınlamaktadır benim.
Benim anam “Anneler Günü” filan bilmezdi, onun eline bir gül veren de olmadı hiç. Onu ya elindeki pıtrak dikenini çıkarırken görürdüm ben ya da ayağındaki köygöçüren veya çakır dikenlerini! Ancak ona rağmen, diken çıkardığı elinden akan kan değilmiş de sanki eline kırmızı bir gül vermişiz gibi severdi bizi. Çünkü herkesin annesi gibi, benim annem de dünyanın en iyi annesiydi. Karşılıksız severdi bizi. 2019’da yitirdik onu. Rahmetler olsun.
…
Yeri gelmişken Bozkaya’dan bir miktar bahsetmek isterim size. Bizim çocukluğumuzda köyde saat maat yoktu. Bizim saatimiz Bozkaya’dan ibaretti. Bozkaya’nın gölgesini saat olarak kullanırdık biz. Bozkaya’nın gölgesinin boyuna göre öğle ve ikindi saatlerini tespit edebilirdik mesela. Bizim Bilal Hoca bile Bozkaya’nın gölgesini esas alarak okurdu gündüz vakitlerinin ezanlarını.
Bozkaya, köyün tam yamacında, 60-70 derece eğimi olan Koçak Bayırı’nın yamacında, zirveye yakın bir noktada idi. Ta uzaklardan görünürdü. Bu haliyle bizim köy için tıpkı duvara asılmış bir duvar saati gibiydi. Dağın yamacında tıpkı bir kemer gibi baştanbaşa uzanan on-onbeş metre yüksekliğindeki uçurum silsilesinin tam ortasında bulunuyordu. Uçurumdaki diğer kayalar, kahverengi ile kırmızı arasında bir renge sahip oldukları halde Bozkaya, grimsi bir renge sahipti. Belki de başındaki yosunlardan kaynaklanıyordu bu rengi. Sanırım ucunda da bir ÇEDENE ağaççığı bulunuyordu. Yanından daracık bir cılga inerdi. Ön tarafında küçük bir meşelik vardı ki; oraya Orta Burun derdik.
Biz de çobanlık yaparken Bozkaya’nın gölge boyuna bakarak, sürüyü suların başına indirirdik. Çocukluğumuzda zalim Bozkaya’nın gölgesi bir türlü uzamak bilmezdi nedense. Bir an önce uzasa da sürüyü suya indirip, öğle yemeği için köye gitsek, ayran eşliğinde bulgur pilavı yesek ya da yoğurt tenceresinin başına çömsek diye aç acına bekler dururduk dağlarda…
ANNELER GÜNÜNÜZ KUTLU OLSUN DOSTLAR…