Prof.Dr. Alaeddin Yalçınkaya
Türkiye’nin Rusya-Ukrayna Arasında Garantör Olması
Rusya’nın Ukrayna sınırına askeri yığınak yapması, 22 Şubatta Donetsk ve Luhansk’ın bağımsızlıklarını tanıdığını ilan etmesinden sonra başlayan saldırılar sürmektedir. Daha çatışmalar başlamadan birçok ülke muhtemel felaketi önlemek için aracılık denemelerinde bulunmuştur. ABD-İngiltere öncülüğündeki Atlantikçi cephe ise her halükarda çatışmalara zemin hazırlama ve tırmandırma gayretini sürdürmüştür. Bir taraftan saldırı hazırlıklarını sürdüren Rusya’yı kışkırtırken diğer taraftan Ukrayna’ya “arkandayız” mesajlarıyla uzlaşma seçeneklerini dikkate almamasını empoze etmiştir.
Her iki ülke ile enerji, savunma sanayi, tarım dahil yoğun ilişkileri bulunan Türkiye’nin çatışmayı önleme girişimleri, jeopolitik şartların gerektirdiği bir zorunluluktur. Gerek iki ülke dışişleri bakanlarının Antalya Diplomasi Forumu’nda bir araya gelmeleri gerekse Dolmabahçe müzakereleri önemli adımlardır. Bununla beraber tarafların bir araya geldiği ev sahibi olarak Türkiye’nin çok büyük işler başardığı, bütün dünyanın takdirini kazandığına dair yorum taleplerinden, birçok Uluslararası İlişkiler uzmanı bunalmış durumdadırlar. Her iki ülke heyetleri, saldırıların ilk günlerinden itibaren Belarus sınırında müzakerelere başlamış, daha sonra online olarak devam etmiştir. Dolayısıyla saldıran ve savunan taraflar arasında iletişimsizlik sözkonusu değildir. Temel sorun, Rusya’nın talepleri ile Ukrayna’nın savundukları arasındaki uçurumdur. Bu konuda her iki tarafı memnun edecek sihirli çözüm formülü oldukça zor olup saldırı-savunma süreçleriyle yaptırımların sonuçları belirleyici olacaktır.
Antalya ve Dolmabahçe zeminlerinde Türkiye’nin büyük iş başardığı, dolayısıyla barışı kurduğu söylemlerinin bir anlamı kalmadığı açıktır. Sahadaki gelişmelere göre bundan sonraki girişimlerden sonuç alınması önemli ölçüde tarafların taleplerini yumuşatmalarına bağlıdır. Bununla beraber tarafları buluşturmasına karşın saldırıların devam etmesinde de Türkiye’nin kusuru bulunmamaktadır. Çünkü çatışmaların sona ermesini Türkiye’nin başarısı olarak göstermek, aynı mantık çerçevesinde devam etmesini de başarısızlığı olarak görmeyi gerektirmektedir.
Muhtemel bir barış anlaşmasında Türkiye’nin garantörlüğü konusunun prestijden öteye bir anlamı olmayacaktır. İki ülkenin kendi aralarındaki soruna bir üçüncü tarafın garantör olmasının Uluslararası Hukuk açısından kesinleşmiş bir tanımı bulunmamaktadır. Bu konudaki örneklere bakıldığında oldukça farklı uygulamalar görülmektedir:
Türkiye ile birlikte Yunanistan ve İngiltere’nin 1959 Londra Antlaşması ile kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti için garantör olmalarının temelinde her üç ülkenin bu alanda egemenlik kapsamındaki hak ve iddiaları bulunmaktadır. Bununla beraber daha 1960’larda sözleşmeye aykırı uygulamalar başlamış, Türk toplumuna karşı soykırıma varan saldırılar gerçekleşmiş, antlaşmayla kurulan düzen kökten yıkılmış, Türkiye dışındaki garantörler sessiz kalmışlardır. Türkiye’nin 1974 Barış Harekatı ile garantörlük hakkını kullanması bu alandaki önemli örneklerdendir. Kıbrıs konusunda Türkiye’nin bütünüyle haklı olmasına karşın garantörlük hakkını kullanmada çok geç kaldığını, bir anlamda bıçağın kemiğe dayanmasını beklediği söylenebilir.
Garantörlük ifadesi kullanılmamakla beraber bir sözleşmeye taraf olan devlet o sözleşme ile belirlenen statünün savunucusu, bir anlamda garantörü demektir. Montrö Sözleşmesi’nin Türkiye dışındaki tarafları da bu mutabakat ile getirilen düzenin garantörü olarak görülebilir. Musul-Kerkük’ün 1926 Ankara mutabakatıyla Irak’a bırakılması, aynı zamanda bu bölgenin Irak’tan bağımsız olamayacağı yönünde Türkiye’yi garantör kılmaktadır. Benzer durum Moskova ve Kars antlaşmalarıyla Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti’nin Azerbaycan’a bağlı olması konusunda da geçerlidir.
1923 Lozan Antlaşması ile sadece Türkiye’deki gayrimüslimlere değil aynı zamanda Batı Trakya Türklerine de azınlık hakları verilmiştir. Bu kapsamda Türkiye’deki gayrimüslimler bazı alanda Türk vatandaşlarından ayrıcalıklı hale gelip her fırsatta imzacı ülkeler tarafından şımartılarak kollanırken Batı Trakya Türkleri sahipsizdir. Hatta AİHM’de kazandığı davaları uygulamayan Yunanistan’a karşı gerek imzacı taraflar gerekse Avrupa Konseyi Komisyonu sessizliği tercih etmektedir. Bu anlamda Türkiye gibi diğer Lozan imzacılarının ve Avrupa Konseyi üyeleri ve kurumlarının garantörlük görev ve sorumluluğu bulunmaktadır.
Başta soykırım yasağı olmak üzere İnsan Hakları ve İnsancıl Hukuk kapsamındaki sözleşmelere taraf olan ülkeler bu konuda garantörlük vasfı/görevi kazanmıştır. Ancak Doğu Türkistan’da, Keşmir’de, Hindistan’da ve diğer bölgelerde özellikle Türklere ve Müslümanlara yönelik ihlallerde bu görev, pek dikkate alınmamaktadır.
Gerek Rusya ile yaşanan uçak krizi sürecinde gerekse Suriye’deki gelişmelerde Kazakistan’ın eski Cumhurbaşkanı Nazarbayev son derece başarılı arabulucuk (garantörlük değil) fonksiyonunu başarıyla ifa etmiştir. Suriye’deki çatışmalar konusunda oluşturulan Astana süreci bu konuda önemli bir zemin olmuştur. Birçok görüşmenin Soçi’de yapılması, Astana’nın uzaklığından kaynaklanmaktadır.
Astana sürecinde olduğu gibi Türkiye, Rusya ve Ukrayna için birçok bakımdan taraflarca makbul bir müzakere yeridir. Bununla beraber Rusya’nın bu süreçten beklediği, “tarafsız Türkiye” olarak daha fazla NATO’dan ve AB politikaları ve yaptırımlarından uzaklaştırmaktır. Ukrayna ise her fırsatta dile getirdiği “Türkiye’nin garantörlüğü” kapsamında Rus saldırılarına karşı Kıbrıs’ta olduğu gibi askeri destek beklemektedir ki bu mümkün değildir. Esasen Ukrayna yönetimi muhatap olduğu bütün ülkelerden askeri destek istemektedir.
Rusya’nın saldırılardan yorulması, askerin ve komuta kademesinin söz dinlememesi, yaptırımların kamuoyunu sıkmasıyla asayişin bozulması, taleplerini nitelik ve nicelik itibariyle budamaya zorlamıştır. Atlantikçi cephenin “garantörlük” anlamına gelecek sözlerinin ve teşviklerinin havada kalması, Ukrayna şehirlerinin yerle bir edilmesi de bu ülkeyi “NATO üyeliği hakkı”ndan geri adım atmaya zorlamıştır. Muhtemelen Kırım’ın Rusya’ya aidiyeti karşılığında Dombas’taki fiilen bağımsız bölgelerin geniş bir özerklik ile Ukrayna’da kalması şartlarında bir uzlaşma sağlanabilecektir. Bu süreçte Azak Denizi’nin Rus gölü haline gelmesi, Dombas’ın statüsü, Ukrayna’nın yeni anayasası gibi hususlar en çetin müzakere kalemlerini oluşturmaktadır. Rus askerlerinin çekildiği bölgelerden kalan sivil halka ait ceset görüntüleri muhtemel uzlaşmayı bir konak uzağa taşımıştır.
Uçak krizi ve Astana Görüşmeleri sürecinde Nazarbayev, aynı zamanda Kremlin ve Putin uzmanı olarak tıkanma aşamalarında uzlaştırıcı, arabulucu dehasını ortaya koyabilmiştir. Bununla beraber halen İdlib’in diken üstü durumu, Nazarbayev’in başarısızlığının sonucu değildir. Günümüz şartlarında Türkiye’nin görüşmelere ev sahipliği dışında böyle bir arabuluculuk zemini, çatışan tarafların talebine bağlı olacaktır. Muhtemel barış anlaşmasında Türkiye’nin de taraf olması, bir anlamda sözleşmenin garantörü yapacaktır, ancak bunun birçok örnekde olduğu gibi pratikte bir sonucu olmayacaktır.
alaeddinyalcinkaya@gmail.com
twitter.com/alaeddinyalcink
Bir yanıt yazın