“Çanakkale Zaferi’nin, İslamcı şair Mehmet Akif’in ‘Bedrin arslanları ancak bu kadar şanlı idi’ diyerek, Hz. Peygamberin güzide sahabelerine, İslam’ın ilk ordusunun şanlı neferlerine denk tuttuğu, Mehmetçiğin zaferi olduğunu, Türk Milleti’nin canını dişine takarak, kanını oluk gibi akıtarak kazandığı, bu sebeple zaferin şanının da ancak Türk Milleti’ne ait olduğunu, bu zaferi ‘Ümmetin Zaferi’ şeklinde lanse ederek İslamcılık ve Ümmetçilik yapmanın yanlış olduğunu” vurguladığımız “Çanakkale Ümmetin Zaferi midir?” başlıklı dünkü yazıma bir vatandaş, şöyle bir yorum yapmış:
“Bu nasıl bir anlayış, Türk milleti ümmet değil mi yoksa? Türk deyince, hâlâ, Gök Tanrı’ya inanan Şamanist Türkler mi aklınıza geliyor? Türkler İslam’la şereflenmiş ilahi kelimetullah adına, dünyaya hükmetmiş. Bunda yadırganacak ne var, anlayamadım”(1)
Türklerin kurduğu ilk devletin İskit (Sakalar) İmparatorluğu olduğu kabul edilir(M.Ö.8.yy-M.S. 3.YY). Demek oluyor ki; Türkler, tam 2800 yıldır devlet sahibi olan bir millettir. Büyük Hun Devleti(M.Ö.220-46); Batı Hun Devleti(M.Ö.46-M.S.439); Avrupa Hun Devleti(M.S.352-469); Avarlar(M.S.562-863); Göktürkler (M.S.552-744); Uygurlar (M.S.744-840); Hazar İmparatorluğu(M.S.650-969) gibi, bugün Cumhurbaşkanlığımızın forsunda yıldız olarak da temsil edilen Türk devletleri, İslam’dan önce ya da İslam ile tanışmadan önce kurulmuş Türk Devletleridir.
Haritalarına bakılınca açıkça görülecektir ki; Orta Asya’da zuhur eden Türkler, Büyük Hun Devleti, Göktürkler ve Uygurlar vasıtasıyla Büyük Okyanus’a, Avrupa Hun Devleti vasıtasıyla Baltık Denizi’ne ve Atlas Okyanusuna kadar ulaşmışlardı.
Demek ki; Türkler, İslamiyet gelmeden önce de devlet kurma, dil ve kültür oluşturma, yazı geliştirme, araç-gereç yapma, silah kullanma, hayvanları ehlileştirme becerisine sahiptiler. Yine haritalarına bakınca görülecektir ki; Türkler, İslamiyet gelmezden önce de askerlik sanatında çok ileri idiler ve FÜTÜHAT fikrine sahiptiler. Yani Türkler, sadece İslam’ın CİHAT emrini yerine getirmek için üç okyanus arasında at oynatmadılar. İslam’dan önce de aynı ruhu taşıyorlardı. Bu konuda, merhum Prof. Dr. Osman Turan’ın “Türk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi Tarihi” isimli kitabını okumalarını salık veririm okuyucularıma.
Arap İslam Orduları, 7. yüzyıldan itibaren İran üzerinden Merkezi Asya’ya doğru akmaya başlayınca orada yerleşik bir halk, Semerkant, Buhara, Fergana, Belh gibi medeni kentler gördüler. Çapulcu Araplar, bütün bu güzelim kentleri yakıp yıktılar, altını üstüne getirdiler, zenginliklerini yağmalayıp, kendi ülkelerine taşıdılar.
Dahası Merkezi Asya’da Arapları Kabac Hatun diye bir Türk Kadın Hükümdar karşıladı; kendisi Buhara Melikesiydi(2).
Türkler kararlarını kurultaylarda alıyorlardı ve bu kurultaya toplumun her kesiminden insanlar katılabiliyordu. Yani Türkler’de DİREK DEMOKRASİ denilebilecek bir yönetim sistemi vardı. Kağan olacak kişi, geniş toplum kesimlerinin katılımıyla düzenlenen ve “POTLAÇ” denilen bir törenle bütün malını yağmalatır, ondan sonra tahta otururdu. Bu, “Kağan olduğum sürece milletin malını çalmayacağım” anlamına gelen, bir çeşit mal beyanında bulunma uygulamasıydı. Hata yapan kağan ikaz edilir, düzelmezse tahtından zorla indirilir, direnirse öldürülürdü. “Töre konuşur han susar” özdeyişi buradan gelmektedir.
Türkler, tam 300 sene direndiler Araplara karşı. Ta ki Karahanlılar döneminde kendi istekleriyle kitleler halinde İslam’ı kabul edinceye kadar.
Gök Tengri Dini, sizin sandığınız gibi putperestlik veya Şamanistlik değildi. Bir çeşit Tevhid Dini idi. Tevhid Dini’nin izlerini Orhun Anıtları’nda bile görmek mümkündür. “Türkler yüce ve mücerret bir Tanrı telakkisine erişmiş olmakla birlikte, başlangıçta onu yine de gökte düşünüyorlardı. Nitekim Orhun Kitabeleri’nde ‘üze kök tengri’ terkibinde Tanrı aynı zamanda da gök manasını da muhafaza etmekteydi.”(3).Çünkü Bilge Kağan orada “Ben Semavi Tanrı’nın yaratmış olduğu Türk Bilge Kağan(ım). Semavi Tanrı’nın yarattığı Türk Bilge Kağan”(4) diyor.
Şu ifadeler de Orhun Anıtları’nda geçmektedir: “Türk Milleti yok olmak üzereymiş. Üstte Yüce Tanrı, Türk Milleti yok olmasın diye. Millet olsun diye, babam İlteriş Kağanı, annem İlbilge Hatunu yükseltip kaldırmıştır…Tanrı kuvvet verdiği için, babam Kağan’ın askeri kurt gibi imiş, düşmanları koyun gibi imiş…Babam Kağan yedi kez ordu sevk etmiş. Yirmi kez savaş yapmış. Tanrı lütfettiği için illiyi ilsizletmiş, Kağanlıyı kağansız bırakmış. Düşmanları bağımlı kılmış, dizlilere diz çöktürmüş, başlılara baş eğdirmiş. Babam Kağan öylece İli/devleti kurup, töreyi koyup vefat etmiş.”(5)
Görüldüğü gibi Türkler, Tanrı’nın semavi bir varlık olduğunu, yani göklerde, ya da yükseklerde olduğuna inanıyorlardı ki; aynı inanç İslami dönemde de korunmuştur. Müslümanlar, Peygamber’i Miraç olayı ile göklere gönderirler. Dua ederken ellerini gökyüzüne açarlar. “Yukarıda Allah var” derler vs.
Türklerin çoğunluğu, İslam’la tanışmadan önce de Tek Tanrıya inanıyordu. Arap Müellifi El Cahiz’in aktardığı şekliyle Arap Orduları kumandanı Cüneyd b. Abdurrahman ile (bize göre) Türkeş Kağanı Sulu Çor Kağan arasındaki geçen şu konuşma oldukça enteresandır:
(Türk Hakanı, sormuş olduğu hemen bütün sorulara Cüneyd’in vermiş olduğu cevaplar karşısında “İyi ve güzel. Büyük bir tedbir” dedikten sonra; “Yalancı, kovucu, saygısız (sık sık gaz kaçıran) kimse hakkında ne dersiniz?” şeklinde bir soru yöneltiyor ve Cüneyd’in; “Biz, böyle kimselere sürgün, ahaliden uzaklaştırma, hor bakma gibi cezalar veririz. Şahadetlerini kabul etmez, verdikleri hiçbir hükmü muteber saymayız” şeklindeki cevabı üzerine, -“Sadece bu mu?” diyor. Cüneyd’in; “Dinimize göre verilecek (başka) cevabımız yoktur” demesi üzerine, Türk Hakanı şöyle devam ediyor: “Bana göre kovucu, insanların arasını tutuşturan kimsedir. Böyle bir insanı, hiçbir kimseyi göremeyeceği bir yere hapsederim. Alenen yellenenin kıçını dağlar, bu hareketi yapan azasını cezalandırırım! Yalancıya gelince; sizin, hırsızın elini kestiğiniz gibi ben de onun yalan söyleyen azasını keserim! İnsanları güldürüp hafifmeşrepliğe alıştıran kimseyi ise idarem altındaki yerlerden sürgün ederim. Onu memleketimden çıkarmak suretiyle tebaamın fikirlerini ve zihniyetini düzeltirim”(6)
M.776-869 yılları arasında yaşamış olmakla, Asr-ı Saadet dönemine yakın çağlarda yaşama ve en azından Hz. Peygamber’in sahabelerini gören kişileri görme şansını yakalaması muhtemel olan (yani Taba’it Tabiîn’den olan) El-Câhiz, Türklerin karakterleri hakkında elbette Hz. Peygamber ve sahabe döneminde de bilinen şu hakikatleri söylemektedir:
“Türkler yaltaklanma, yaldızlı sözler, münafıklık, kovuculuk, yapmacık, yerme, riyâ, dostlarına karşı kibr, arkadaşlarına karşı fenalık, bid’ât nedir bilmezler. Çeşitli fikirler onları bozmamıştır. Hîle-i şeriyye ve başkalarının malını helal saymazlar…”(7)
Görüldüğü gibi el-Câhiz’in, Türklerin karakterleri hakkında söyledikleri, tamamıyla İslam’ın da yasak edip, kötü saydığı davranışlardır. Yani, El-Câhiz’in Türkler için yaptığı tanımlamalar, Allah’ın ve O’nun peygamberinin bir Müslüman’da bulunmasını salık verdiği hususiyetlerdir.
Gök Türkler üzerindeki araştırmalarıyla tanınan tarihçi Ahmet Taşağıl, Gök Türklerin hürriyete büyük önem verdikleri için insan hakları bakımından da çağdaşı olan devletlerden önde bulunuyor olmaları gerektiğinden bahisle şöyle diyor kitabında: “…Köle kelimesi hiçbir Gök Türkçe metinde geçmemektedir(8). Diğer taraftan, Bizans kaynağı Tactica da Gök Türklerin hür insanlar olduğundan bahsetmektedir”(9).
Bunun sadece bir anlamı vardır, o da Türklerin, zaten bir tür “Tevhid Dini” olan “Gök Tengri” dinine mensup olmakla, İslam’ın özünü teşkil eden bu tür davranış kalıplarını, İslam’dan çok önceki devirlerden beri yaşıyor ve yaşatıyor olmalarıdır. Yani Türkler, senin sandığın gibi Şamanist değildi; Şamanizm, daha çok Moğollara ait bir inanç sistemidir. Türklerde Kam geleneği vardır ki; Prof. Dr. Ahmet Taşağıl’ın aktardığına göre; kadınlar da kam olabiliyordu ve bunlar daha çok şifacı olarak biliniyordu toplumda.
Bu gelenek “Ocak Geleneği” adı altında halen yaşar Anadolu’da ki; bizim aile de ocaktır. Hem benim kendi ailem, hem de eşimin ailesi ocaktır mesela. Bizim ailede, bazı hastalıkları tedavi eden kadınlar vardır ki; merhum kayınvaliden, bazı cilt hastalıklarına okur üfler, arpa ve buğdayla çizerdi. Kurşun dökme merasime tabi idi. Kurşunun eritildiği ateş en az 7 ayrı evden toplanırdı. Bir akrabamız sarılığa yakalanmış küçük çocukları tedavi ederdi mesela.
Türklerdeki Gök Tengri, yani Semavi Tanrı inancını Kur’an’da geçen “Biz her millete bir peygamber gönderdik.” (10) ve “Biz bir Peygamber göndermedikçe, hiç kimseye azab edecek değiliz.”(11) ayetleriyle birlikte düşünmek gerekiyor. Yani Yüce Allah, her millete olduğu gibi, mutlaka zamanın birinde Türklere de peygamber göndermişti ve Gök Tengri inancı, o peygamberin getirdiği ilahi mesajı kalıntıları olarak, İslam’ın geldiği tarihlerde Türkler arasında hâlâ yaşıyordu.
Yani senin sandığın veya aklına gelip de söyleyemediğin gibi, Türkler İslam’dan önce Şerefsiz olup, İslam’la şereflenen bir millet değildi. Türk Milleti, İslam’dan önce de zaten özgürlüğüne düşkün, şerefli ve haysiyetli bir milletti. Türkler, İslamiyeti kabul etmekle şereflenmediler, sadece şereflerine şeref kattılar. Ayrıca zaten Şerefli bir din olan İslam da, Türklerle büsbütün şereflendi ve ayağa kalktı.
Bedir’de havalanan İslam’ın şerefli sancağı, Türklerin omzunda Gazneliler Devleti ve Babür İmparatorluğu sayesinde Hind Okyanusuna, Osmanlıların omzunda Viyana kapılarına, (Fas üzerinden) Atlas okyanusuna ve Yemen üzerinden Hind Okyanusuna kadar uzandı. Türkler, İslam’ı ortadan kaldırmak için tertiplenmiş nice Haçlı seferlerine gövdelerini siper ettiler. Unutulmasın ki; İslam’ın şerefi, ancak Müslümanlar özgür olursa korunur ki; bugün de İslam’ın şerefini en iyi şekilde koruyan yine Türk Milleti’dir.
Bakın, Ukrayna-Rusya krizinde bile hemen bütün dünya devleti liderleri Arabistan’a, Mısır’a ya da Pakistan’a değil, Türkiye’ye koşuyorlar; Türkiye’den medet bekliyorlar. Çünkü biliyorlar ki; Türk Milleti, devlet geleneği olan, dünyaya nizam vermiş, tarihi bilgi birikimi olan şerefli, tecrübeli ve yöneticilerinin birçok hatası olsa da hâlâ sözüne itibar edilir bir millettir. Hele düşünün bir; Osmanlı’nın payitahtı ve Hilafetin merkezi olan İstanbul, 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi’ni takip eden 13 Kasım 1918 günü fiilen işgal edildi ve bu işgal ancak Atatürk ve silah arkadaşlarının, milli mücadeleyi kazanmalarına bağlı olarak 6 Ekim 1923’te sona erdi.
Yani, İslam’ın şerefini ve Müslümanların namusunu kurtaran yine şerefli Türk Milleti oldu! Oysa beş yıl süren işgal boyunca İstanbul halkı yine Müslüman’dı. Demek ki; bir milletin şerefli olması ya da şerefini kurtarmak için sadece din yeterli değilmiş. Öncelikle özgür olması gerekiyormuş.
Rivayete göre; Milli Şairimiz Mehmet Akif Merhum, Mustafa Kemal Paşa’nın görevlendirmesiyle Ankara’dan Kastamonu’ya giderken konuk edildiği Çankırı’da 15 Ekim 1920 Cuma günü, şehrin en büyük camisi olan Büyük Camii’de (Kanuni Sultan Süleyman Camii) vermiş olduğu vaazda bu durumu şöyle anlatmıştır:
“Muhterem Müslümanlar, Aziz Çankırılılar, Allah’a hamd’u senalar olsun. Aylardan beri Cuma namazını kılmak fırsatını Çankırı’da buldum. İstanbul ve civarında kılamadım. Çünkü o yörelerde kâfirlerin bayrağı dalgalanıyordu. O bayrağın altında kâfirin kölesi idik. Rabbü’l-âlemin Müslümanlara köleliği haram kılmıştır. Kölenin (Cuma) namazı kabul değildir. Hürriyetinizi kazanacak sonra cumaya koşacaksınız. Kâfirin bayrağı altında halifelik de kuru bir sözden ibarettir. Halifelik İslam bayrağı altında olur. Yoksa halife de bir köledir. Allah’ın reddettiği bir haleftir. Öyleyse Müslüman için evvela hürriyet sonra ibadet…”(12)
Aynı şeyleri 28 Kasım 1919 günü, Maraş’ta Ulu Camii’de hutbede söylediği sözlerle Maraş halkını işgalcilere karşı ayaklanmaya çağıran Rıdvan Hoca da söylemiştir. Rıdvan Hoca şöyle demiştir cemaate: “Müslümanlar, bir beldede Cuma namazı kılmak için o beldenin hür olması gerekir. Eğer beldede hürriyet yoksa, orada İslam sancağı dalgalanmıyorsa, namaz kılmak caiz değildir.”(13).
Hem Mehmet Akif hem Rıdvan Hoca, aslında Cuma Namazı’nın vücup (gereklilik) şartlarından birisini dile getirmişlerdir. Çünkü Cuma namazı, ancak hür beldelerde yaşayan hür Müslümanlara farzdır(14).
Eğer siz kalkar da bir milletin şerefini sadece dinle, hassaten İslam ile tanımlamaya kalkışırsanız, Müslüman olmayan Türklere ve diğer milletlere ŞEREFSİZ demiş olursunuz. Ki; bugün İslam Dünyasının içinde bulunduğu manzara, hiç de iç açıcı gözükmüyor ve İslam, onların şerefini kurtarmaya yetmiyor. Belki de İslam’ı hâlâ yeterince anlayamadı İslam Dünyası ya da İslam’dan bir hayli uzaklaştı. Ne diyordu İranlı düşünür Ali Şeriati; “Doğuya gittim Müslümanları gördüm ama İslâm yoktu! Batıya gittim İslâm’ı gördüm, ama Müslüman yoktu.”
2019 yılında yapılan ve Ülkelerin İslami kriterlere uygunluğunu ölçen “2018 İslamilik Endeksi” sıralamasında ilk 40 ülke arasında hiçbir İslam ülkesinin bulunmaması, 153 ülke arasında Türkiye’nin ancak 95. sırada kendisine yer bulabilmesi enteresan olmalıdır(15). Sonraki yıllarda İslam ülkelerinin ve Türkiye’nin yeri daha da gerilere düşmüş bulunmaktadır(16).
Özetle, ne tek başına din bir milletin şerefli ya da şerefsiz olmasının ölçüsüdür ne de Müslüman olmayan milletler şerefsizdir. Eğer öyle olsaydı, Müslümanlar, batılı gayrimüslim ülkelere kapağı atmak için canlarını tehlikeye atmazlar, derme çatma deniz araçlarıyla yola çıkıp Akdeniz’in soğuk sularında batmazlardı…
Ömer Sağlam
Araştırmacı Yazar
_________
1- İmla hataları ve yazım yanlışları tarafımızca düzeltilmiştir. Türk’ün şerefinden bahsetmiş ama bu şerefin dışa yansıyan somut şekli olan Türkçeyi daha doğru dürüst yazamıyor!
2- bkz. Yrd. Doç. Dr. Erkan Göksu, ” “Buhârâ Melikesi Kabac Hâtûn” başlıklı bilimsel makalesi,
3-Günay Güngör’dan alıntı ile Cevdet Şanlı, “Orhun Anıtlarında İnanç Dünyası” başlıklı makalesi, https://www.turkyurdu.com.tr/yazar-yazi.php?id=1544
4-https://www.kafkas.edu.tr/dosyalar/sobedergi/file/27/03%20K%C3%B6l%20Tigin%20ve%20Bilge%20Ka%C4%9Fan%20Yaz%C4%B1tlar%C4%B1ndaki%20Te%C5%8Briteg%20Te%C5%8Bride%20Bolm%C4%B1%C5%9F%20T%C3%BCr%C3%BCk%20Bilge%20Kagan.pdf
5- Karşılaştırma için bkz. Osman Oktay, “Bilge Kağan’la Kültigin’in Manevi Huzurlarında” başlıklı yazısı, https://www.turkyurdu.com.tr/yazar-yazi.php?id=230
6- Ebû Osman Amr b. Bahr El-Câhiz, Hilâfet Ordusunun Menkıbeleri ve Türkler’in Faziletleri, Çev. Ramazan Şeşen, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayını, Ankara, 1967, s, 88-89.
7-El-Câhiz, age, s, 86-89.
8- Prof. Dr. Ahmet Taşağıl, Kök Tengri’nin Çocukları, 11.Basım, Bilge Kültür-Sanat Yayını, İstanbul, 2017, s, 177.
9-Ahmet Taşağıl, Ergenekon’dan Kağanlığa-Türk Model Devleti Gök Türkler, 2. Basım,Bilge Kültür Sanat Yayını, İstanbul, 2016, s, 27.
10- Kur’an-ı Kerim, Nahl, 16/36
11- Kur’an-ı Kerim, İsrâ, 17/15
12-Ömer Sağlam-Meltem Sağlam, Fetvalar Savaşı- İstiklal Savaşı’nda Din Faktörü ve Din Adamlarının Rolü, Maya Akademi Yayını, Ankara,2018, s, 103-104.
13-https://kahramanmaras.bel.tr/bayrak-olayi-0
14-DİB İlmihal, s, 293. FOTO: Büyük Hun Devleti Haritası ve M.Ö. 7.yüzyıla tarihlenen İskit Dönemi Kemer Tokası…
15-https://t24.com.tr/haber/islamilik-endeksi-siralamasinda-ilk-40-ta-musluman-ulke-yok,822074 &
16-
Bir yanıt yazın