Atatürk, Orta Asya ile ilişkilerini daha Kurtuluş Savaşı döneminde kurdu. Afganistan’a heyet gönderen Atatürk, bu bölgedeki soydaşlarla ileriye dönük bağlantı kurulması gerektiğini dile getirdi.
Sultan Galiyev 20. yüzyılın başında Sovyet egemenliğine girmiş Türk Dünyası’nda ümidini Türkiye’nin geleceğine odaklayarak şu değerlendirmeyi yapmıştı: “Türkleri zayıflatmak, Balkanları, Mısır’ı, Arabistan’ı, Mezopotamya’yı ellerinden almak için, Avrupa yüzyıllar boyunca mücadele vermek zorunda kaldı. Avrupalı hükümdarlara Türkiye’yi sindirmek nasip olmayacaktır. Türkiye yaşıyor ve yaşayacaktır. Türkiye yalnız kendini yaşamakla yetinmeyecek ve Avrupa tarafından zorla koparılmış olan kendi eski parçalarına ve geri kalan tüm Ortadoğu’ya hayat verecektir.” Galiyev Rus topraklarında ön plana çıkan bir Türk düşünür, siyasetçi ve stratejist olarak bu tespiti, yani Türklüğün engin ufuklarını ve potansiyelini Asya’nın başka bir köşesinden tespit ederek eyleme geçerken bir başka Türk, Mustafa Kemal Atatürk de Galiyev’e ümit verecek mücadeleyi başarıyordu.
Mustafa Kemal, Türklüğün bağımsız ve egemen bir devlet olarak ortaya çıkmasını, emperyalizmin bütün acımasız ve Türklük düşmanlığına karşın sağladı. Emperyalizmin, Batı’nın Türklük üzerindeki emellerini, düşmanlığını tespit etmiş olan öteki Türklük sevdalısı Galiyev de Stalin tarafından öldürtüldü.
Batı’nın Türklük üzerindeki emellerini bilen, anlayan ve Türk Dünyası’nın büyük potansiyelini tespit etmiş olan büyük Türkçüler bugün maalesef yaşamıyorlar. Belki maceracı olarak nitelendirilebilecek Enver Paşa, Türklüğün engin zenginliğini keşfetmiş olduğundan, yeni bir Türk İmparatorluğu uğruna bu günkü Tacikistan’ın Çeken Bölgesinde şehit düştü. Türk Birliği’ne inanmış ve Türkiye ile Azerbaycan’ın “bir millet iki devlet” olmasının da ötesinde tek devlet anlayışında hayalleri olan Ebulfeyz Elçibey de yaşamıyor artık. Gaspıralı İsmail Bey de yok ve en önemlisi, emperyalist her türlü oyun ve ittifaka karşı, yıkılmış bir İmparatorluktan mazlum milletlere mücadele ve özgürlük aşılayarak modern ve Batı’nın tahammül edemediği bir devlet yaratan Mustafa Kemal Atatürk de fiziken yok. Ama Atatürk’ün, Türklüğün engin ufukları konusunda ışık tutacak fikirleri ve bunun da ötesinde icraatları bize rehber olmalı.
Sovyetler’in dağılacağını ve buna hazırlıklı olunmasını daha 1933 yılında Çankaya köşkünde bir konuşmasında;
“Bugün Sovyetler Birliği dostumuzdur müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarın ne olacağını kimse bugünden kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan gibi parçalanabilir, ufalabilir. Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. İşte Türkiye ne yapacağını bilmelidir… Bizim bu dostluğumuz idaresinde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz, onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır? Manevi köprüleri sağlam tutarak. Dil bir köprüdür… İnanç bir köprüdür… Tarih bir köprüdür. Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimizin içinde bütünleşmeliyiz. Onların bize yaklaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekli” demiştir.
Mustafa Kemal’in her konuda olduğu gibi jeopolitik açıdan da engin dehası bu vesile ile ortaya çıkmıştır. Çünkü Atatürk, hiç gitmediği Türkistan ve Türk Dünyası’nın doğudaki ileri coğrafyasındaki muazzam Türklük potansiyelini tespit etmişti. Bunun ne denli önemli bir hazine olduğunun ve ciddiyetinin farkındaydı. Sovyetler Birliği ile Cumhuriyetimizin ilk dönemindeki hassas ve Rusları rahatsız etmeyecek ilişkilerin politika açısından ön plana çıktığı özel döneme rağmen o günlerde bile, bugün siyasilerimizin yıllardır süregelen ilgisiz ve inançsızlığı nedeniyle aktör olmaktan çıktığımız Türkistan ve yakın çevresindeki potansiyelimizi derinliğine biliyordu. Balkanlardan, Türkistan ve Kafkasya, daha doğuda Altay Bölgesinden Baykal Gölüne, güneyde Taklamakan Çölüne, hatta Afganistan ve Pakistan’a kadar uzanan engin coğrafyadaki Türk etkinliğini biliyordu. Nitekim Sovyetler Birliği dağılınca, 70 yıldan çok bir süre Türklüğü ve Müslümanlığı unutturulmak istenen bu coğrafyada kendini Türk olarak niteleyen liderlerin önderliğinde yeni devletler çıktı. Azerbaycan’da Elçibey ve Aliyev, Özbekistan’da İslam Kerimov, Kazakistan’da Nazarbayev Türklük söylemleriyle halklarını bağımsızlık yolunda yüreklendirdiler. Moskova’nın bütün Türk bölgelerindeki Ruslaştırma, suni sınırlar yaratma ve asimilasyon çalışmalarıyla Türklüğü silmek istedikleri enkazdan devletler yaratma başarısını gösterdiler. Çünkü her ne kadar Ruslar Türklük bilincini bu topraklardaki soydaşlarımıza unutturmak istemiş olsalar da Rusların tanım olarak özellikle kullandırmamak istedikleri Türkistan’ın büyük ozanı Ali Şir Nevai’nin
“Ger bir kavm yüz yoksa mingdir
Muayyen Türk Ulusu hod meningdir.”
(Eğer bir kavim eğer yüz yoksa bindir
Muayyen Türk Ulusu hep benimdir.)
diyerek dile getirdiği dizelerinde asırlardır süregelen Türklük bilinci ortadadır. Türkistanlı birçok şairin, bilim adamının dile getirdikleri Türk olma özelliği, Türklük konusunda spekülasyonlar yapmak gafletinde bulunan gafillerin suratına çarpacak birer kamçıdır. Bu ve benzeri dizelere Orhun yazıtlarının ve Timur’un dizeleri, Atatürk ve Türkçülere ilham vermiştir.
ATATÜRK’ÜN GÖRÜŞLERİ
Umutsuz bir toplumdan büyük bir millet yaratma başarısını gösteren Atatürk’ün vizyonu büyüktü. O, kendine yeterli bir toplum olduktan sonra Misak-ı Milli sınırlarının genişletileceğini çeşitli vesilelerle dile getirmiş ve bu nedenle de özellikle Batı dünyasının kabusu olmuştu.
Tayfur Bey’in (Sökmen) Atatürk’e yazdığı bir mektupta Hatay’ı kastederek “Sancak Millî Misak’a dâhil midir?” sorusuna verdiği cevap : “Türklerin yaşadığı her yer Millî Misak içindedir.” (Tahsin Banguoğlu : “Milli Misak ve Lozan”, Türk Edebiyatı, Ekim 1987, s.7)
O, Misâk-ı Millî sınırları dışında kalan Orta Asya Türklerini hiç bir zaman unutmadı. Mecliste yaptığı bir konuşmada:
“Malum-ı âliniz olduğu veçhile Rusya’ya bir sefaret heyeti gönderiyoruz. Bu heyet-i sefaret esasen malum olan, mazbut olan kadrosu dâhilindedir. Fakat Rusya’da ve Rusya ile temasta namütenahi İslâm kütleleri vardır. Bu İslâm kütleleri içinde bizim ifa edebileceğimiz bir takım hususi, mahrem ve fevkalâde vezaifimiz vardır. Bittabi bu vezaifin mahiyeti ilân edilerek oraya memur heyet gönderilemez. Sırf bu vezaif-i mahsusayı ifa ettirebilmek, takib ettirebilmek, icabında izhar edilebilmek üzere heyet-i sefaretin kadrosuna heyet-i ilmiye namıyla bir heyet ilâve edilmiştir. Heyet-i ilmiye denildiği zaman mânasından istidlâl edildiği gibi, oraya yalnız tetkikât-ı ilmiye yapacak değildir. İfade ettiğimiz gibi vezaif-i mahsusa ifa edecektir.”
Türkistanlı yazar ve bilim adamlarını çok iyi bildiği ve bir Ali Şir Nevai hayranı olduğu söylenen Atatürk, Türk kültürü ve dili ile ilgili olarak;
“Türkiye dışında kalmış Türkler, ilkin kültür meseleleriyle ilgilenmelidirler. Nitekim biz Türklük davasını böyle bir müspet ölçüde ele almış bulunuyoruz. Büyük Türk tarihine Türk dilinin kaynaklarına, zengin lehçelerine, eski Türk eserlerine önem veriyoruz.” demişti.
Atatürk, Türk dilini geliştirerek ve yayarak, dilimizin Balkanlardan Çin Seddine uzanan Türk dünyasının yegâne sesi ve düşünce vasıtası olmasını istemişti. O, Türkiye Türklerinin önderliğinde Batı Türklerinin dilini, Orta Asya yani Türkistan Türklerinin konuştukları dil ile kaynaştırmak ve müşterek bir tarihe sahip olan Türk dünyasının, lehçe farklılıklarını gidererek müşterek bir dil bağı ile birleşmelerini istiyordu.
Atatürk doğumuzdaki büyük bölgede yaşayan soydaşlarımızın tarihinin, coğrafyasının ve kültürünün doğru öğrenilmesini isterken değişebilecek dünya dengeleri karşısında gelecekte güçlü ve etkili olabilmek için bu bölgede ortaya çıkacak ülkelerle birlikte hareket etmek zorunda olduğumuzu da tespit etmişti.
“Türk Kültürü bütün Türklerin kültürüdür. Bu kültür nerede olursa olsun Türkün malıdır… Her Türkü de Türkiye’yi de alâkadar eder” diyerek de Türkiye’nin dış Türklerle kültür varlıklarını idame çerçevesinde ilgilenmesinin gereğini vurgulamıştı. Yeryüzünde ne kadar çok Türk, ne kadar çok Türk ülkesi, ne kadar yaygın Türk Kültürü olursa, Türkiye o nispette rahat eder ve yalnızlıktan kurtulur diyerek büyük Türk Birliği’nin gerekliliğine işaret etmişti.
Asya, Atatürk’ün iki temel noktada ilgi alanına giriyordu. Bunlardan biri, Asya’nın Anayurt olması ve orasının; dili Türk, kültürü Türk, uygarlığı Türk, tarihi Türk olan halkların diyarı olması, diğeri de, geleceğin dünyasının şekillenmesinde Asya’nın yükleneceği işlevlerdi. Atatürk’ün tarih ve strateji bilinci, Anadolu’daki Türk varlığının korunmasının Türkistan’la birlikteliğe bağlı olduğunu; Asya’daki Türk varlığının, kültür ve uygarlığının korunmasının da Türkistan Türklüğünün Anadolu Türklüğü ile bütünleşmesinden geçtiğini öngörüyordu. Bütün bu noktalardan hareket ederek de Büyük Türk Birliği’nin mayasının ve yapı taşlarının Orta Asya’da olduğunu da tespit etmiş ve eyleme geçmişti. Çünkü O bir eylem adamıydı.
ATATÜRK’ÜN BÜYÜK ÜLKÜSÜ
Türkistan aşığı olduğu çeşitli yaklaşım ve düşüncelerinden anlaşılacak Atatürk’ün Ali Şir Nevai hayranlığı bilinir. Yine tarihi şahsiyetlerden Emir Timur’a hayran olduğunu dile getirmesi, onun Türkistanlılara olan sevgisinin bir başka tezahürüdür. Atatürk 1402’de Ankara’da Osmanlı Ordusunu yenmesi sebebiyle genelde Osmanlı aydınlarının soğuk durduğu Timur’u dünyanın en büyük komutanı olarak görmektedir. Bunla ilgili düşüncelerini de;
“Ben Timur zamanında olsaydım, onun yaptığını yapabilir miydim? Onu söyleyemem. Fakat o benim zamanımda olsaydı, belki daha çoğunu yapabilirdi” ve “Bence, dünyanın en büyük komutanı Timur’dur. Hiçbir savaşını şansa bırakmamıştır. Her savaşına senelerce önceden inceden inceye hazırlanmıştır” diyerek dile getirmişti ve bu deyişlerden Atatürk’ün ünlü Türk komutanı çok iyi incelediği anlaşılmaktadır.
Atatürk’ün Orta Asya ve buradaki Türklerle somut ilişkisi Kurtuluş Savaşı günlerinde başlamıştı. Türklerin yoğun olarak yaşadıkları bu ülkeye o zaman güçlü ve kıymetli bir düşünür, edebiyatçı ve dışişleri mensubu Memduh Şevket Esendal büyükelçi olarak gönderilmişti. (Büyük Oyundaki Türk: Enver Altaylı, İrfan Ülkü, İlgi Kültür Sanat, İstanbul, Ocak 2008, S:26)
Esendal’ın yanı sıra çeşitli alanlarda uzman danışmanlarla Ankara, Türkistan’da o günlerde bugünkünden daha büyük bir aktördü. Kurtuluş Savaşı’nın ve sonrasının güçlüklerine rağmen Mustafa Kemal Orta Asya’ya ve büyük Türk Dünyası’na el atmaya kararlıydı.
Temelde yüzü Batı’ya dönük gibi değerlendirilen yüce Atatürk’ün yüzünün Doğu’ya, Türkistan coğrafyasına dönük olduğu böyle birçok hususla ortaya çıkmaktadır. O, Cumhuriyet döneminde oluşturduğu Balkan Paktı ve Sadabad Paktı gibi kuruluşlarla, bir yandan ülkemizin güvenlik duvarlarını oluştururken, diğer yandan da bir Avrasya açılımı yaratmak istiyordu. Bu bağlamda; görev ile Moskova’ya gönderdiği ilim heyetinden İsmail Suphi Bey’in bir müddet sonra Türkistan’a da gönderildiği bilinmektedir. 1921 Temmuzu sonlarında Buhara’ya varan İsmail Suphi Bey’in vazifesi, Atatürk’ün direktifleri istikametinde, Türkistan milli birliğinin kuruluşu için Türkistan Türkleri arasında arabuluculuk yapmaktı.
Mustafa Kemal tarafından İsmail Suphi Bey’e verilen talimat, Türkistan’da bir Türk birliğinin oluşabilmesi için, Türkistan Türklerini bir araya getirecek örgütlenmeyi sağlamaktır. İsmail Suphi Bey, Zeki Velidi Togan’ın başkanlığını yaptığı Türkistan Milli Birliği adlı örgütü daha da genişleterek Milli İttihat Fırkası’nı kurar. Fırkanın başına Zeki Velidi Togan getirilir. Türkistan’da milli birlik hareketi etkinleşmeye başlar. Bir süre sonra Rusya’nın yoğun baskıları sonucu birliğin liderlerinden Zeki Velidi Bey, Osman Hoca ve Sadruddin Han Türkistan’ı terk etmek zorunda kalırlar. Feyzullah Hoca, 6 Ekim 1920’de kurulan Buhara Halk Cumhuriyeti’nin ilk Başbakanı ve Dışişleri Bakanıdır. Bizim Milli Mücadelemize Lenin’in gönderdiği söylenen para yardımının kaynağı, işte bu Cumhuriyettir. Osman Hocaoğlu ve Feyzullah Hoca’nın Lenin’le yaptıkları görüşmelerde bir kurul kurulmasına karar verilir. Bu kurulda Feyzullah Hoca da yer alır. Kurulun yaptığı değerlendirmeler sonunda yardımın miktarı belirlenir. Bu miktar 100.000.000 altın ruble olacaktır. Bu para Buhara Halk Cumhuriyeti tarafından temin edilerek, Türkiye’ye aktarılmak üzere Lenin’e teslim edilir. Lenin bu paradan yaklaşık 15.000.000 altın rubleyi Türkiye’ye gönderir, gerisine el koyar. Buhara Halk Cumhuriyeti, Milli Mücadeleye yardım etmekle kalmaz Mustafa Kemal’le diplomatik ilişkiler de kurar. Sakarya zaferini kutlamak üzere 17 Ocak 1921’de Buhara Halk Cumhuriyetinden bir heyet Ankara’ya gelir ve Mustafa Kemal ile görüşür. Bu heyet, Mustafa Kemal’e zaferin hediyesi olarak üç adet kılıç ile Timur’a ait bir Kuran-ı Kerim’i hediye eder. Mustafa Kemal heyetle yaptığı görüşmeden sonra meclis kürsüsünden bir konuşma yapar:
“Türkistanlı kardeşlerimiz Sakarya zaferi münasebetiyle bize üç kılıç ve bir de Kuran-ı Kerim göndermişler. Türk milleti adına kendilerine teşekkür ederim. Bu mukaddes kitabı Türk milletine hediye ediyorum. Bu üç kılıçtan birini ben aldım. İkincisini, Batı Cephesi kumandanı olarak İsmet Paşaya verdim. Üçüncüsünü de İzmir fatihine saklıyorum. Bu kılıç İzmir’e ilk giren kumandanın beline takılacaktır.” Üçüncü kılıç, 9 Eylül sabahı saat 10.30’da İzmir’e girerek, yaralarından kanlar sıza sıza Hükümet Konağına şerefli Türk bayrağını çeken İkinci Süvari Tümeni 4. Alayında Bölük Komutanı olan Yüzbaşı Şerafettin Bey’e verilmiştir. Atatürk, bu kılıçla birlikte Yüzbaşı Şerafettin Bey’e “İzmir” soyadını da vermiştir. Görüldüğü gibi, Atatürk Millî Mücadele’nin o ateşli günlerinde bile Türkistan Türklüğü ile bağlarını güçlü tutmuş, onlarla yakından ilgilenmiştir. (Prof. Dr. Hüseyin KARADAĞ arşivi:
Atatürk çalışmaların gizli surette yürütülmesine dikkat etmiştir. Çünkü bu sıralarda Sovyetler Birliği hükümeti ile diplomatik ilişkiler iyi yolda gitmektedir. 18 Mart 1921 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti ve Sovyetler Birliği arasında imzalanan Moskova Antlaşmasıyla da, Sovyet Rusya, tespit edilmemiş bir süre için Türkiye’ye her yıl 10 milyon altın ruble vermeyi taahhüt etmiştir.
Bu şartlar altında Atatürk, Dış Türkler konusunda ölçülü hareket etmek, onu şuurlu bir ülkü meselesi görmek ve şuurlu ülküyü müspet ilme, ilmi usullere dayandırılmış bir hedef ve gaye şeklinde tanıtmak istemiş ve olumlu yöntemlerle, bilhassa propagandaya önem vermenin gerekliliğini öne sürmüştür. Durum böyle olunca, Rusya mahkûmu Türk ülkelerine bağımsızlıklarını kazanmaları yolunda tam anlamıyla kuvvetli bir destek sağlanamamıştır. Buna karşılık, Sovyetler Birliği’nden bir yolunu bularak kaçıp Türkiye’ye sığınan çok sayıda Rusya Türküne kucak açılmış, bu aydın sınıf, halklarının bağımsızlık davasını, Bolşevik hükümet aleyhine olmak kaydı şartıyla buradan yürütmüştür.
Bu dönemde, Sovyet zulmünden dolayı Türkistan’dan kaçan gençler himaye altına alınıyor ve Türkiye’ye gönderiliyordu. Bunlar arasında Doğu Türkistan’dan kaçanlar da vardı. Bu gençlerin büyük bir kısmının askeri okullarımızda okutulup Silahlı Kuvvetlerimize katılmaları heyecan verici bir olaydı.
Yine Bolşevik zulmünden kaçarak Türkiye’ye sığınan Rusya Türklerine büyük bir sevgi ile kucak açan Atatürk, birçoğu Sovyet Rusya hükümetince yasaklı siyasetçi olan bu aydınların, Türkiye’de ülkelerinin bağımsızlığı yolunda mücadele vermelerine imkân sağlamıştır. Bunlardan, Kazan Türklerinden Prof. Dr. Sadri Maksudi Arsal, Prof. Dr. Yusuf Akçura, Başkurt Türklerinden Prof. Dr. Zeki Velidi Togan, Prof. Dr. Abdülkadir İnan, Kırım’dan Cafer Seydahmet Kırımer ve Azeri Türklerinden Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu, Ahmet Ağaoğlu, Mehmet Emin Resulzade, Mirza Bala Mehmetzade ve daha pek çokları Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş kadroları içinde yer almıştır.
Esendal’ın Türk Dünyasındaki çalışmalarının yalnız Afganistan ile sınırlı kalmaması ve Büyükelçi olarak bulunduğu Azerbaycan ve İran’da da benzeri çalışmaları gerçekleştirmiş olması Atatürk’ün vizyonunun eseriydi. Yine Esendal’ın Türk Dünyası ile ilişkilerinin Hindistan’a kadar uzandığı ve burada da faaliyetlerde bulunduğu bilinmektedir. Atatürk’ün Afganistan’a olan ilgisinin yoğunluğu büyük stratejik dehasının sonucudur. Çünkü nasıl İngilizler 19. yüzyıldan bu yana Afganistan’a ilgi duymuş Amerikalılar, 2001 yılında 11 Eylül’ü bahane ederek bu ülkeyi işgal etmişlerse Atatürk de bu ülkenin Türkistan’a uzanan kilit taşı olduğunu biliyordu. Hatta Kurtuluş Savaşı esnasında Atatürk’ün bazı subayları Afganistan’a göndermesi üzerine karşı çıkan Mareşal Fevzi Çakmak’a; “Biz Anadolu’da verdiğimiz İstiklal Savaşı’nın güvenliğini Afganistan’dan sağlamak zorundayız” şeklinde yanıtlamıştı. (aynı eser; sayfa:302) Çünkü Atatürk Türklüğün bağımsızlık yolundaki mücadelesinin yolunun evrensellikten, Türklüğün evrenselliğinden geçtiğini tespit etmişti.
Atatürk, Milli Azerbaycan Cumhuriyeti’nin Bolşevikler tarafından sona erdirilmesinden sonra Moskova’ya bağlı olarak kurulan Azerbaycan Sovyet Cumhuriyeti zamanında bu yeni hükümetle ilişki kurmuştur. Doğu Cephesi komutanı Kazım Karabekir Paşa’nın tavsiyesiyle, bir Türk Büyükelçisi Bakü’ye gönderilmiştir. Bu yakın ilişkiler sonucu, Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı sırasında Sovyetlerden aldığı söylenen mali ve askeri yardımın bir kısmının da Azerbaycan’dan, Nerimanov’dan olduğu bilinmektedir. İşte Türklüğün evrenselliği bu noktada ve benzeri şekilde Türkistan ve Azerbaycan’ın Kurtuluş Savaşımızı kendi savaşları olarak kabul etmeleriyle ortaya çıkmaktadır. Cumhuriyetin kurulmasıyla Atatürk’ün yaptığı işlerden ilkinin Türk Tarih ve Dil Kurumlarını kurup, Türk Tarihi’nin enginliğini, zenginliğini araştıracak kongreler düzenletmek olmuştur. Yine iletişim ve kültürel etkileşim ile Türkistan ve ötesinde yaşayan soydaşlarımıza ulaşmanın en önemli yollarından birinin o zamanki en güçlü iletişim aracı radyo olduğunu bilen Atatürk 1934 yılında verdiği emirle Adriyatik’ten Japon Denizi’ne yayın yapabilecek bir radyonun, Ankara Radyosu’nun kurulması emrini vermişti.
“Dünyada şimdiye kadar başka başka milletlerin birlik kurdukları ve yüzyılları beraberce yaşadıkları görülmüştür. Bizim, kurmak istediğimiz birliğin tarihte geçmişi olan birliklerin en üstünü olmasını isteriz” diyen Atatürk, bu fikri vicdanında bir sır gibi saklıyor bütün hareketlerini o noktayı hedefleyerek gerçekleştirmeye çalışıyordu. İşte bu husus Atatürk’ün gözünde gerçek “milli misak’tı“. Bunu sağlamak amacıyla da mali bütün olanaksızlıklara karşın bütçeden 1924 yılında 200.000 altın karşılığı bir ödenek ayrılmış ve Türkiyat Enstitüsü kurulmuştu.
Öte yandan da Avrupa başta emperyalist devletlerin yanı başında, onlara karşı adeta Türklüğün bir uç beyliği gibi dik duran genç Türkiye Cumhuriyeti’nin emellerinin büyüklüğü, Atatürk’ün Türkistan’a ilgisinin yanı sıra Kerkük, Musul, Kıbrıs ve Selanik’in milli sınırlara katılması gereği üzerindeki sözleriyle de ortaya çıktığının bu vesileyle unutulmaması gereğini ortaya koyar. Atatürk’ün Afganistan’daki çalışmaları emredip yönlendirmesi, onun Türklük ile ilgili ufkunun çok ötelere uzandığının kanıtıdır. Genç Cumhuriyet’in emperyalistlerin iştahla baktıkları bir lokma haline gelmemesi için verdiği mücadele Atatürk’ün “Büyük Türk Birliği’ni” kurma fikrini ileri bir tarihe ertelettiğini düşünmemizi gerektirir. Çünkü genç Cumhuriyet’in bekasının yanı sıra Osmanlı’nın son zamanlarında unutturulmak istenen Türklük şuurunun yeşertilmesi, güçlendirilmesi de Atatürk’ün en önemli eserlerindendir.
Ali KÜLEBİ akulebi@tusam.net
TUSAM Ulusal Güvenlik Stratejileri
Araştırma Merkezi Başkanvekili
Atatürk’ün Avrasyacılığa bakışı – YENİDEN ERGENEKON / TURKISHFORUM – ABDULLAH TÜRER YENER
Yazıları posta kutunda oku