AVRASYA VE AVRASYACILIK

SİNAN AYTAŞ
GİRESUN ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ ULUSLARARASI İLİŞKİLER ANABİLİM DALI TEZLİ YÜKSEK LİSANS

AVRASYA VE AVRASYACILIK KİTAP ÖZETİ
Prof. Dr. Ömer Göksel İŞYAR

AVRASYA VE AVRASYACILIK
Prof. Dr. Ömer Göksel İŞYAR

GİRİŞ
BATI PERSPEKTİFİNDEN AVRASYA

İlk kez Prusyalı doğa bilimci Alexander von Humboldt tarafından kullanılan bu terim Viyanalı Jeolog Eduard Suess de milyonlarca yıl öncesinde dünya yüzeyindeki kara parçalarından birinin ismi olarak uygun görmüştür.Suess’e göre dünya ilk kurulduğunda iki kara parçası vardı.L’Avrasya ve Gondvana.Bunların arasında ise Tetis denizi bulunmaktaydı.

Dikkat edilirse, günümüzde coğrafyacılar Avrasya kıtası diye bir kıtanın varlığını kabul etmemişlerdir. Avrupa, kendini Barbar Asya’dan ayrı göstermeye çalışıyor. Barbar Asya tabirini ise genel de Tatar-Moğol-Türk ve Rusların yaşadığı bölgeler için kullandıkları görülüyor. İsveçli Johan’a göre bu iki kıta Ural Dağları vasıtasıyla coğrafi, kültürel ve siyasi olarak birbirinden ayrılabilecektir.Uluslararası ilişkiler disiplininde ise, Avrasya’nın önemini vurgulayan bir çok jeopolitik teoriler geliştirilmiştir.

20.yy ‘da ise demir yollarının gelişmesiyle birlikte karasal ulaşım daha olanaklı oldu.Artık karasal bölgelere hakim olan güç, deniz güçlerine karşı avantajlı hale geldi. Bu şartlarda, jeopolitisyen Halford Mackinder kara hakimiyet teorisini ortaya attı.Mackinder’in ileri sürdüğü teorinin temel önermesi şuydu; doğu Avrasya’ya sahip olan ülke kalpgah denilen merkez bölgesini ”Avrasya heartland’ı” kontrol eder; burayı kontrol eden ise dünya adasını ve dolayısı ile dünyayı kontrol eder.

SİNAN AYTAŞGİRESUN ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ ULUSLARARASI İLİŞKİLER ANABİLİM DALI TEZLİ YÜKSEK LİSANS - rusya turkiye dunya haritasi

BÖLÜM I
AVRASYA’YA RUSYA’DAN BAKIŞ

Rusya geçmişte olduğu gibi bugünde hala batılılığı ve doğululuğu arasında var olan bir iç gerilim yaşamaktadır. Slavofillerin ve Batıcıların temel tartışma konusu olan bu problem, dolaylı olarak Avrasyacılık ideolojisinin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Son 500 yıldır Batı, kendisini kültür ve moral açıdan Rusya’dan üstün görmektedir. Batının gözünde Rusya , ”Asyatik Barbarlığını” veya ”Oriental despotizmini” Batı’ya yaymaya çalışan Emperyalist bir ülkedir. Batı kökenli bu olumsuz ve dışlayıcı yaklaşımlara en kapsamlı ve güçlü yanıt ise Avrasyacılardan gelmiştir.

Rusya’dan göç eden dört bilim adamı, 1921 yılında Avrasyacılığın temelini oluşturan ”Doğuya Doğru Çıkış Önceden Hissedilenler ve Hadisiler ; Avrasyacıların Bir Tasdiki ” adlı meşhur kitabı yayınlamışlardır.Avrasyacıların klasik teorileri şuydu. Rusya ne Avrupalı ne de Asyalıdır; kendine has bir dünyadır.

Özetle, günümüze kadar Rusya’da etkili olmuş üç önemli düşünsel akımın varlığını tespit etmekteyiz. Bunlar; Batıcılık, Slav Milliyetçileri/Slavofiller ve nihayet Avrasyacılardır. Literatürde Avrasyacılar için bazen ”izolasyonistler” olarak atıfta bulunulduğunda görülmektedir. Zira Avrasyacılara göre, Avrasya zaten kendiliğinden izole halde bulunan, ayrı, kendi içinde bütünleşik , kendine yeten , kendi kendine dışa kapatan , dolayısıyla Avrupa ve Asya’dan kolaylıkla ayrışabilen coğrafi bir varlıktır. Onlara göre, Rusya ve Avrasya kavramları birbiri yerine kullanılabilir.Avrasyacı düşünürlerden biri olan Trubetskoi’a öre Rusya’nın kendine özgü gelişme yolu , tarihsel bir zorunluluk olduğu kadar coğrafi şartlarında kaçınılmaz sonucudur.

Rusya, tarihinde pek çok dönemde olduğu gibi , günümüzde de gelişmiş dünyayı yakalamaya çalışıyor; yani , alışılagelmiş bir yakalama/yetişme psikolojisi içerisinde… bu psikoloji genelde göreli düşüş döneminden hemen sonra ortaya çıkmıştır.

Avrasyacı düşüncenin doğuşunu ve gelişimini açıklayabilmek içinse , yine tarihsel tekrarların ve modellerin bize sunduğu kadarıyla diyebiliriz ki : Rusya genel tarihi boyunca , Batı’ya karşı elde ettiği başarısızlıkları telafi etmek için , Rus ulusal gururunu yakın çevresinde elde ettiği başarılar sayesinde korumaya çalışmış ve elde ettiği her başarısız hamle, dönüşüm veya aksiyondan sonra Asyalı ve köken ve geleneklere dönmeyi veya bunları vurgulamayı doğru bulmuştur. Nitekim Khazanov, Avrasyacılığı bir ”kriz ideolojisi” olarak tanımlamıştır.Stephen K.Carter’in da ifade ettiği üzere , Avrasyacılık bir ”güçlülük” değil aksine bir ”zayıflık” semptomudur.Rusya’nın günümüzde ”200-300 yıldır ilk defa ikinci ve hatta üçüncü sınıf bir ülke durumuna düşme tehlikesi yaşadığını bizzat Rus devlet başkanı Putin dile getirmiştir.
Avrasyacılığın gelişiminde rol oynayan bazı düşünsel unsurlar şöyle belirtilebilir:

  • Nikolai la. Danilevskii ve Vlademir Solov’ev gibi klasik Slavofiller’in ve pan-Slavistler’in fikirleri.
  • Alexander Soljenitsyn gibi çağdaş Slavofiller’in düşünceleri
    -19. yüzyıldan itibaren, romantik Alman felsefesinden etkilenen ve ‘Derzhavnost’ (süper güç) kavramı çerçevesinde Rusya’nın dünya medeniyetleri içindeki özel yer ve misyonunu vurgulayan Rus aydınlarının düşünceleri,
  • Nietzche, Kant, Fichte,Spengler ve özellikle de Hegel gibi Batı Avrupalı düşünürlerin fikirleri,
  • Batılı ve bilhassa Alman jeopolitik teorisyenlerinin fikirleri
  • Mesihçi Rus din felsefesi,
  • 1900’lü yılların başlarında ‘proto-Avrasyacı’ olarak nitelenebilecek sanatçıların tarzları.
  • 1920’li ve 30’lu yıllardan itibaren Rusya’dan göç eden bilim adamları tarafından İç Asya2nın tarihi, dilleri, toplumları işe ilgili olarak yapılan akademik çalışmalar
  • Rusya’nın bir Asya ülkesi olduğunu iddia eden ‘iskitçi’ akıma mensup sanatçı ve düşünürlerin Asyalılar ve bozkırlılar üzerine yansıttıkları cezbedici imaj ve semboller

İlk Avrasyacılar
Avrasyacı akımın resmen ortaya çıktığı 1921 yılı öncesinde Trubetskoi, Sofya’da ” Evropa i chelovechestvo” adlı kitabını yayımlamıştır. Avrasyacı mentalite ile kaleme alınan bu kitabın ardından 1921’de ilk cildi yayımlanan “Doğu Yönünde Çıkış” adlı kitap, organize bir düşünce akımının doğmakta olduğunu işaret etmiştir. Bu kitap Rus olmayan dört düşür tarafından yazılan makalelerden oluşmaktaydı. Bunlar; ünlü dil bilimci ve filozof Prens Nikolai Sergeevich Trubetskoi, ekonomik coğrafyacı ve jeopolitikçi Petr Nikolaevich Savtskii, ünlü müzolog ve sanat eleştirmeni Petr Petrovich Suvchinskii, dil bilimi ve tarihçi Georgii Vasilevich Florovskii’dir. Avrasyacılığın kurucuları olarak kabul edilen bu dört düşünürün hiç biri Rus orijinli değildir. Savitskii, Florivskii ve Suvchinskii Ukrayna asıllı idiler. Trubetskoi ise Litanalı Prens Gedymin ailesine mensuptur. Bu hareketin ana ideoloğu, adı geçen esere üç makale ile katkıda bulunan Savitskii olmuştur. Savitskii’nin zihninde Avrasyacılık Fikrinin netleşmesi Beyaz Ordu’nun son kalesi olan Kırım’da olduğu sırada gerçekleşmiştir.

Klasik Avrasyacıların Temel Düşünceleri
Avrasyacılığın klasik anlamdaki en iyi tanımlarından biri, 1927 yılında Trubetskoi tarafından şöyle yapılmıştır: “Bu devletin ulusal özü, daha önceleri Rus İmparatorluğu denilen devlettir. Bu devlete şimdi Sovyetler Birliği denilmektedir. Bu sahada yaşayan halkların tümünün toplamı özel bir ulusçuluğa sahip olarak görülür. Biz bu ulusa Avrasyalı; onun ülkesine Avrasya; ve onun ulusçuluğuna da Avrasyacılık diyoruz.”

Avrasyacılar, Batıcılar’ın fikirlerini eleştirdikleri gibi,Slav milliyetçilerinin, Rus tarihsel-kültürel vasfını oluşturduğunu iddia ettikleri ‘Slavlık’ kavramını da tenkit etmişlerdir. Avrasyacı düşüncesinde Slavlık kadar Bizans’ın da güçlü tesirinin bulunduğunu ileri sürmüşlerdir. Pan-Slavist fikirlere karşı Avrasyacı düşür Leontiyev, Bizans’a da atıfta bulunarak Rusya’nın Slav ırkına indirgenemeyeceğini savunmuştur. Avrasyacılar Rusya’yı bizans ile eşdeğer görmüşlerdir. Her şeyden önce Bizans’ta aynen Rusya gibi coğrafi olarak hem Asyalı hem de Avrupalı idi. Nikolay Berdjaev’e göre Bizans’ın Rusya üzerindeki etkisi, Rus düşünüşünü “geleneksel-muhafazakar” hale getirmesi olmuştur.

Avrasyacılar kolaylıkla felsefedeki bütünlükçü akıma dahil edilebilirler. Felsefi anlamda Avrasyacılar’ın Batıcılar’ı karşıtları olarak gördüklerini ileri sürebiliriz. batıcı rasyanalizmi ve bireyciliği eleştiren Avrasyacılar, “akılcılık nedeniyle evrende bütünlüğü ve ilişkiselliği içinde varolan unsurların dağıtılmış, çözülmüş ve kendine mahsus şeylermişcesine algılamaya başlamış olduğu” kanısındadırlar.

Avrasyacılar, dünya tarihinin Avrupa merkezli olarak açıklanmasına karşı çıkmaktadırlar. Florovskii, Batı Avrupalılar’ın global bağlamdaki hakimiyetini ortaya koyarken “tarihi ve tarihi olmayan halklar” arasındaki dikotomiye değinmiştir. Florovskii’nin düşünüşünde bu halkların ülkeleri Rusya ve ABD idi. Kısacası Avrasyacılar’a göre eski ve yeni arasında tarihsel bir zıtlaşma mevcuttur.
Batıcılar ve Slav milliyetçilerinin aksine Avrasyacılar, 13.-15. yüzyıllar arasındaki Tatar-Moğol hakimiyetinin Rusya’yı medeniyetten uzaklaştırmadığı, bilakis Rusya’nın üzerinde olumlu bazı etkilerinin bulunduğunu düşünmektedirler. Avrasyacılar, Rusya Devleti’nin temelinin Tatarlar/Moğollar üzerinde kurulduğunu ileri sürmektedirler. Hatta Savitskii daha net olarak şunu söylemiştir: “Tatarlar hakimiyeti olmasaydı Rusya’da olmazdı. Rusya Cengiz Han ve Timur gibi büyük hanların takipçisidir.” Anlaşılacağı üzere Avrasyacıların temel gayelerinden biri de Cengiz Han İmparatorluğu’nu yeniden tesis etmektir.

Vernadsky, 1925’te yazdığı ve Asya nosyonunu bariz şekilde kullandığı makalesinde 13. yüzyılda doğudan gelen Moğollar, dini açıdan çok daha büyük bir toleransa sahiplerdi. Rusya için asıl tehlike batıdan gelmiştir. Çünkü bu saldırılar doğrudan doğruya Rusya’nın maneviyatını hedeflemiştir.

Klasikler ile günümüz Avrasyacılar’ı arasında bir köprü olarak kabul edilen Lev Gumilev ise oldukça evrensel bir tarih açıklaması yapmaya çalışmıştır. Gumilev’in “etnogenesis” kuramına göre, medeniyetlerin yükseliş ve çöküşler yeni süperetnosların doğmasına bağlanabilir. Gumilev’e göre Tötanil-Latin süperetnosu uzun süredir düşüş içindedir; halbuki Slavlar’ı, Ugrik (Ural Altay) unsurları ve Türkleri içine alan büyük Rus süperetnosu ondan beş yüz yıl daha gençtir ve onun ortaya çıkma zamanı gelmek üzeredir.

Avrasyacılar ‘etnik grup’ ve ‘ulusu’ birbirinden net olarak ayırmanın önemini vurgulamaktadırlar. Avrasyacılar göre Avrasya’nın halkını bir ‘multıetnik ulus’ olarak kabul etmektedirler.

Klasik Avrasacılar Rus kimliğinin tanımlanması konusunda da aralarında tam bir uzlaşma gösterebilmiş değildirler. Bu konuda en az üç farklı tanımlama yaptıkları göze çarpmaktadır. Şöyle ki; Danilevskii-Solov’ev çizgisine yakın çoğu klasik Avrasyacı ‘birlik kimliğini’ öne çıkararak Rusları süpranasyonal bir devlet oluşturma misyonuna sahip emperyal bir halk olarak; Berdjaev çizgisini izleyen Avrasyacılar Rusları “Rusça konuşanlar topluluğu” olarak; biyolojik perspektiften bakan Gumilev gibi Avrasyacılar ise, Ruslar’ı ırk olarak tanımlamaktadırlar.

Avrasyacılara göre Rusluk iki şeyin karışımıydi: doğu Slav halklarının gelenekleri ile Tatar-Moğol halk ve gelenekleri. Bu durumu Napolyon şu ifadesi ile tespit etmiştir: “Eğer Rusluğu kazırsanız altında yatan Tatar’ı yaralarsınız.” Nitekim Avrasyacı düşünce akımının destekçileri arasında geçmişte ve günümüzde hatırı sayılır bir müslüman ya da hristiyan Tatar kitlesi bulunmaktadır. SSCB’nin dağılmasında hemen sonra bir Avrasya Birliği’nin kurulması yönünde fikrini açıklayan ilk politikacı Kazakistan Devlet Başkanı Nursultan Nazarbayev idi. Nazarbayev 1995 yılında ülkesinin vatandaşlık meselesi ile ilgili olarak da Avrasyacı bir yaklaşım benimsediğini açıklamıştır.

Ruslar bugün hala Rus’un ne yada kim olduğu konusunda emin değiller. Avrasyacılar’a göre Rusluk sürekli dış tehdit altında bulunmaktır. Avrasyacılar2a göre batı’nın rasyonalite nosyonu, devlet ve imparatorlukların çıkar ve davranışlarını açıklamakta yetersiz ve sınırlı kalmaktadır. Dolayısıla Batılı anlamda liberal demokrasi, hukuk devleti ve parlamenterizm şekline karşı çıkan Avrasyacılar bu anlamda bireye yönelik insan hakları kavramına da olumlu bakmamışlardır. Bu kavramı en çok eleştirenlerin başında ise Karsavin gelmektedir. Trubetskoi zihniyetinde Ruslar sadece kültürel bakımdan değil, antropolojik ve ırki özellikleri bakımından da Slav-Avrupalı değil Avrasyalıdır. Rusların damarlarında Türk, Ural-Altay, Fin ve Slav kanı dolaşmaktadır.

Günümüz Avrasyacı düşünürlerinden biri olan Panarin’e göre de, Rusya, Avrasya’daki tüm uluslar için yeni ve güçlü bir dünyayı yaratacak ve düzenleyecek olan bir sentezdir. Panarin, ilk kez Aksakov tarafında ifade edilen Kutsal Rusya kavramının yenden ortaya çıkacağına inanmaktadır.

Rus devletçi geleneği genel olarak Rus Ortodoks Hıristiyanlığının cemaat fikrine dayanan güçlü totaliter ve otoriter bir devlet şeklini savunmaktadır. Avrasyacılar bu geleneğe yakın olmakla birlikte, biraz da kendilerine has bir şekilde ideallerindeki devletin şekli ve niteliği ile Avrasya bölgesinin aşkın doğal yapısı arasında doğrudan bir korelasyon bulunduğuna işaret etmektedirler. Bu anlamda, tabiat şartları, Avrasya halkını tek ve otokratik bir devlet oluşturma zorunluluğu ile karşı karşıya bırakmıştır.

Dış Politik İlişkiler Üzerine Düşünceleri
Avrasyacılar ‘çoğulluğa’ prim vermeyen ve ‘tekil’ olarak doğrudan devlet tarafından şekillendirilen bir dış politikayı savunmaktadırlar. Özellikle Batı’ya karşı tek boyutlu, teslimiyetçi ve seçeneksiz bir dış politika yerine, ulusal çıkarların maksimizasyonuna dayalı ve devlet tarafından belirlenen ‘tekil’ ama ‘çok seçenekli’ bir dış politikanın olması gerektiğinden bahsetmektedirler. Avrasyacı düşünce, Sovyetler Birliği’nin yıkılması sürecinden de ders çıkarmaya çalışarak, her an Batı’dan gelebilecek komplolara hazırlıklı olmayı da ihmal etmemektedir. Anlaşılacağı üzere “dağılma psikozu” Avrasyaizmin dış politika anlayışında çok önemli bir yer tutmamaktadır.

Avrasyacılar’ın güce ve ulusal çıkara verdikleri önem onları dış politika vizyonları itibariyle Batı kökenli realist uluslararası ilişkiler teorisine yakınlaştırmaktadır. Avrasyacılar’a göre dünya politikasına hakim olan temel düşünce ve duygu, kısacası güç ve kudretelde etme dürtüsü şeklinde izah edilmektedir. Şamil Sultanov: “Bir Avrasyacının Ruhu” başlıklı makalesinde “Güçlü olmak zorundayız” demektedir.

Avrasyacılar medeniyetler tarihini, imparatorlukların doğuş, çöküş ve yeniden doğuş süreci olarak izah etmektedirler. Dolayısıyla Avrasyacı düşünüşte, medeniyet ile emperyal ulusal kimlik arasında doğrudan bir bağlantı bulunmaktadır.

BÖLÜM 2
AVRASYA COĞRAFYASINDA TÜRKLÜK VE RUSLUK ARASINDAKİ ETKİLEŞİMLER ANA TARİHSEL DÖNGÜLER

Türkler Avrasya’da devrim niteliğinde önemli tarihsel olaylar gerçekleştirmişler ve bu çerçevede tüm Avrasya’yı boydan boya Türkleştirmişlerdir. Avrasya’nın coğrafi yapısının da burada etkili olduğu ileri sürülebilir. Daha sonraları ise Ruslar da bu coğrafya da Türk deneyiminden hareketle ve ona benzer bir şekilde, tarihsel devrim yaratan gelişmelere imza atmışlardır. Bu süreçlerin sonucunda ise adı geçen bu iki millet günümüze dek Avrasya2nın iki belirleyici gücü olmuşlardır.

Avrasya Bağlamında Türk-Rus Etkileşimleri
Selçuklu – Kiev Rusyası Etkileşimi
Montesquieu, Kanunların Ruhu adlı eserinde Türkleri ve Rusları Avrupalı olmaya iki millet olarak kategorisinde değerlendirir. Bunlar, genel olarak Avrasya kavramı içinde görülmüşlerdir. Türklük ve Rusluk Avrasya coğrafyasını dolduran iki büyük değerler bütünü olagelmiştir.

Eski Rus tarihi 9. yüzyılda Vlademir’in kurduğu Kiev Knezliği’nde başlamıştır. Anadolu Türklüğü ise, Konya merkezli olarak tutunup gelmiş ve oradan da tüm ön Asya’ya yayılmıştır. Doğu Slavları ve Türklerin ilk olarak düşmanları 9. yüzyıl itibariyle İstanbul merkezli güçlü Bizans’tır. Vlademir Knez, 988 yılında Ortodoksluk inancını kabul etmiştir. Bu tarihten itibaren Ruslar genel olarak, artık dindaşları haline gelen Greklere yönelik yumuşamışlar ve bu noktada türklerin Bizans’a yönelik tutumlarından farklılık göstermişlerdir.

Rus ve Türk Avrasyasına yönelen ve eşanlı olarak kendini gösteren ikinci ortak tehdit, batıdan gelen haçlı seferleridir. Selçuklular 13. yüzyılın ikinci yarısında bu mücadeleden galip çıkmışlardır. Ruslarsa, 1240-41’de Knez Aleksander Nevski’nin önderliğinde Buz Muharebesi’ni kazanarak haçlıların baskısını geri püskürtmüşlerdir.

Bu tehlikenin atlatılmasından sonra Türkler ve Ruslar yine aynı dönemde benzer bir iç tehditle karşılaşmışlardır; bölünme tehlikesi. Dolayısıyla iki devlet de aynı dönem itibariyle zayıflamışlardır. Üstelik bu sırada doğudan gelen dördüncü ortak tehlike ile karşılaşmışlardır: Cengiz Han İmparatorluğu’nun istila girişimi. İki devlet de bu tehlike ile baş edemeyecek ölçüde zayıf durumdaydılar. Moğol fırtınası dindikten sonra da iki milletin kaderi yine aynı olmuştur. 14. yüzyıldan itibaren iki milletin genlerini geleceğe taşıyan iki komünal çekirdek, kendi çevrelerinde yeni güç merkezleri olarak ortaya çıkmışlardır: Selçuklu’ nun bir parçası olarak Osmanlı Beyliği ve Kiev Rusyası’nın halefi olarak da Moskova Knezliği.
Avrasya da Osmanlı – Moskova Etkileşimi

14. yüzyıldan itibaren bu iki yeni merkez, ulusal bütünlüklerini yeniden kurmak adına harekete geçmişlerdir. Osman Bey’in soyu, etrafındaki Anadolu ve Rumeli topraklarını; 3. İvan ‘Kalita’ ve onun soyu da civardaki Rus topraklarını bir merkez altında toplamaya çalışmışlardır.

Ama 14. yüzyılın sonlarında (1380’lerde) bu iki devlet, ulusal bütünlüklerine yönelik, yine doğudan gelen beşinci ortak tehditle karşılaşmışlardır. Semerkant hakimi Timur, ordularını Öoskova ve Osmanlı üzerine yönlendirmiştir. İki devlet de tekrar benzer sonuçlar ile karşılaşmışlardır. Bu ortak tehlike atlatıldıktan sonra 15. ve 16. yüzyıllardan başlayarak, Osmanlı ve Rusya, aynı anda genişlemeye başlamışlardır. Bu sürecin sonunda ise Wallerstein’in deyimiyle, iki dünya imparatorluğu yani Avrupa ve Asya toprakları arasında devasa iki Avrasya devleti kurulmuştur. Osmanlı güneye ve ağırlıklı olarak batıya doğru genişlerken; Rusya kuzeye ve esasen de doğuya doğru bir genişleme göstermiştir. Osmanlı esasen vuruşlarını Rusların batıdaki akrabaları Slavlar üzerine gerçekleştirmiş, Rusya ise esasen vuruşlarını Osmanlı Türklerinin akrabası olan Kazan, Astrahan, Sibir, Yakutistan gibi bölgelerdeki Türk ve Müslüman kavimlerine karşı göstermiştir. Tarihte Türk merkezli ve Rus entegrasyon modelleri birbirlerini kendilerinin antitezleri olarak görmüşler ve bu alanda çatıştırıcı önemli bir ortaklık sergilemişlerdir.

İki devletin arasında öneml bir kültürel farklılık da burada ortaya çıkmaktadır. Osmanlı bir anlamda bozkırdan çıkıp kendini bu kültürden mümkün olduğunca arındırmaya çalışırken; Rusya tam tersine bozkıra girmiş ve kendini bir yandan da bu kültürle bütünleştirmeye ve bir yandan da bu kültürü kendine göre asimile etmeye gayret etmiştir. Dolayısıyla doğal olarak Osmanlı, siyasal-kültürel olarak Bizans’ın yerini alırken; Rusya aynı çerçevede Altın Ordu’nun yerini almaya başlamış ve sonuçta bu iki devlet tarihte Avrasya coğrafyasına egemen olmuş Bizans ve Altın Ordu’nun mirasçıları ve halefleri haline gelmiştir. Tarihte Avrasya’nın bu iki yarısı birbirleriyle entegre ve sentez olmadıkları gibi, birbirleriyle çok çetin çatışma ve savaşlar içine girmişlerdir. 17. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar 11 defa savaş olmuştur. Kısacası iki devletin coğrafi yakınlığı ve siyasi-kültürel benzerliği, işbirliği yapmalarından ziyade çatışmalarına neden olmuştur.
Osmanlı ve Rusya’nın çatışmalarına neden olan önemli bir ortak özellikleri ise, birbirlerinin dahilindeki dini ve etnik gruplara hamilik yapma istenci içinde olmalarıdır. İki devleti uzun süre çatıştıran ve aralarında rekabete yol açan diğer bir husus da, ortak miras paylaşımı meseleleri olmuştur. Osmanlı ve Rusya, birbirlerinin miras aldıkları değerleri sahiplenmeye çalışmışlar ve bundan dolayı da çatışmışlardır. Her ikisi de öncelikle Bizans’ın mirasını paylaşmışlardır. İki devletin arasındaki bir diğer miras paylaşımı meselesi de Cengiz Han İmparatorluğunun mirası konusunda yaşanmıştır. Bu konuda da zaman zaman sürtüşme ve çatışmalar eksik olmamıştır. Osmanlı, Kırım Tatar Hanlığı, Rusya ise Altın Ordu devleti vasıtasıyla bu mirasın gerçek sahibi olarak kendilerini görmüşlerdir.
Tüm bunlara rağmen iki devlet ortak dış tehdit algılamaları gösterebilmişlerdir. Öeneğin 1798 yılında Mısır seferine çıkan Napolyon güçleri (iki devletin tarihteki altıncı ortak tehdit algılamasıdır) karşısında Osmanlı ve Rusya bir ittifak anlaşması imzalamışlardır.

İki devlet açısından da, tarihlerinde birbirlerine yönelik önemli kırılma noktasını oluşturan Kırım Harbi (1853-56)’dir. Avrupalı müttefikleriyle birlikte hareket eden Osmanlı’dan büyük darbe alan Rusya, Batı’ya tepki olarak resmen Pan-Slavist politika izlemeye başlamıştır. Osmanlı ise 2. Abdülhamit döneminde Rusya’ya yönelik bir karşı propaganda faaliyeti olarak Pan-İslamizm politikasını hayata geçirmiştir.

İki ülke arasında 250 yıl boyunca yaşanan 11 büyük savaş, hemen her neslin birbirlerine karşı mücadeleye girişmelerine sebep olmuş; bu da iki toplumun birbirlerini ezeli düşmanları olarak algılamalarına yol açmıştır.
İç yapısal reform süreçlerinde yaşanan aksaklıklar ve bunların sonuçları, iki ülkenin paylaştıkları ortak kaderlerden bir diğeridir. Osmanlı ve Rusya 18. ve 19. yüzyıllarda dünya kapitalist sistemine merkez olarak değil, çevre olarak eklemlenmişlerdir. Dolayısıyla, Osmanlı ve Rusya, birbirlerine benzer biçimde batılılaşma çabaları sergilemişler, batının yöntem ve tekniklerini alarak aradaki açığı gidermeye çalışmışlardır. İki devlet bünyesindeki reform çabaları yine aynı sonucu vermiştir. Üst tabaklar hızla modernleşirken, halk geleneksel normlara sıkı sıkıya bağlı kalmıştır. Bu da toplumsal gruplar arasında oluşan ve giderek de açılan farkların etkisiyle toplumsa gerginliklere neden olmuştur. İç politik durum giderek kötüleşince de, her iki imparatorluğun yöneticileri bir dış düşman aramaya girmişlerdir. Bu karşılıklı düşmanlık imajı ise Türkler ve Ruslar arasında karşılıklı olarak tepkili bir ulusal ruhun doğmasında çok etkili olmuştur. I. Dünya Harbi’nin sonunda Osmanlı ve Rusya tarihlerinde bir kez daha ortak bir trajik kaderle karşılaşmışlardır. İki imparatorluk da yıkılmış ve bunların yerine yıkıntılar üzerinde iki yeni devlet ortaya çıkmıştır.

Avrasya’da Türkiye – Sovyet Rusya Etkileşimi
I. Dünya Savaşı sonrası iki ülkenin toprakları da Batılı emperyalist ülkelerin ortaklaşa saldırı ve işgallerine maruz kalmıştır. Bu noktada Atatürk Türkiyesi ve Sovyet Rusya, ortak tehdit algılamışlardır. Antant devletlerinin diktası ve emperyalizmi. Bu anlamda anti-emperyalist tepki göstermişlerdir. Ama tabii ki Türkiye ve Sovyet Rusya, aynı amaç ve ideallere de sahip olmamışlardır. Atatürk esas olarak Batı medeniyetinin norm ve değerlerini benimserken; Lenin ve arkadaşları Batı sistemine kaşı tamamen bir alternatif oluşturacak Bolşevik dünya sistemi kurmayı amaçlıyorlardı.

Türkiye ve SSCB iki savaş arası dönemde yine paralel bir şekilde, Batı emperyalizminin bir vizyonu olan faşizm ortak tehlikesiyle (8. ortak tehlike) karşı karşıya kalmışlardır. Türkiye daha çok İtalyan faşizminden; SSCB ise daha ziyade Alman nasyonel sosyalizminden tehdit algılamıştır. II. Dünya Harbi sonunda, iki devlet arasındaki güç dengesi tekrar Rusya lehine bozulmuştur. Türkiye giderek devletçi Sovyet modelinden uzaklaşırken, daha çok ABD ve liberal güçlerle işbirliğine yönelmiş; 1952’de Kuzey Atlantik İttifakı (NATO)’na dahil olmuştur.
Türk-Sovyet ilişkilerinde 1960’ların ikinci yarısından itibaren tekrar bazı yumuşama belirtileri görülmüştür. Bu dönemdeki Türk Amerikan ilişkilerindeki gerginliğe Kıbrıs meselesi dolayısıyla gelen 1964 ve 1967 ABD itirazları tuz biber ekmiştir. Nitekim 1967 yılında meydana gelen Arap-İsrail Savaşı’nda Türkiye ilk kez ve açıkça Arapları desteklemiş bununla birlikte boğazları da Sovyet gemilerine açmıştır. Sovyetler ise Türkiye’nin yaklaşımlarına olumlu tepkiler göstermiş ve Sovyet ağır sanayi yatırımları bu dönemde Türkiye’ye akmıştır.

Türk-Sovyet ilişkilerindeki yumuşama 1970’lerin ikinci yarısında da devam etmiştir. Bunda yine 1974 Kıbrıs Barış Harekatı’ndan sonra uygulanan Amerikan silah ambargosunun (1974-78) önemli bir rolü olmuştur.

Türkiye ve SSCB’de 1980’lerin başlarında paralel olarak bir dönüşümün izleri tespit edilebilir. Türkiye’de 12 Eylül 1980 darbesi ve Sovyetlerde 1979’da Afganistan İşgali ilişkilerde geçici bir soğumanın oluşmasına yol açsa da Türkiye de Özal’ın, SSCB’de Gorbaçov’un başa gelmesi iki ülkenin de liberal politikalar izleme yönünde yine birbirlerine benzemeye başlamalarının işareti olmuştur. Bu süreç SSCB açısından Aralık 1991 İtibarıyla rejimin ve sistemin yıkılması ve aynı anda da birliğin dağılmasıyla sonuçlanmıştır.

Avrasya’da Türkiye – Rusya Federasyonu Etkileşimi
1990’lar genel itibariyle Türk-Rus ilişkilerinde; karşılıklı güven eksikliğinin giderilmesinin önünde üç önemli engelin bulunduğu görülmüştür: her iki toplumun tarihinin kötü hatıraları, tarafların çatışan dünya görüşleri ve Avrasya’daki ulusal çıkarları doğrultusunda etkili olacak şekilde iki ülke arasındaki ‘kuvvet kolerasyonu’nda göreli değişimler. SSCB 18 Aralık 1991 de Boloveshkaya Puscha Anlaşması ile resmen ortadan kalkmıştır. Bu dönemde Türkiye ise, “21. yüzyılın Türk asrı olacağı” ve “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar Türk dünyasının oluşacağı” tezini ileri sürüyor, bölgede Rusya ve İran’ın yeniden boy göstermesini pek arzu etmiyordu.

1992-94 arası dönemde devam eden Azeri-Ermeni çatışmaları da Türkiye ve Rusya arasındaki ilişkilerin gerilmesine yol açmıştır. Türkiye, çatışmalara Ermeniler üzerine baskı yaratarak müdahale etme izlenimi verdiğinde, Rusya’dan “Üçüncü Dünya Savaşı çıkar” tehdidi gelmiş ve bunun üzerine Türkiye geri adım atmıştır. Dolayısıyla dağılmadan sonraki çok kısa bir süre içinde Rus dış politikası etrafındaki bölgesel meselelerde içi dönüklükten kurtularak, yavaş yavaş dışa dönme sinyalleri vermeye başlamıştır.İki ülkenin resmi makamları arasında pek olmasa da ‘track two’ (gayri resmi diplomasi) diplomasi anlamında ilişkileri güçlendirecek önemli adımlar da atılmıştır.

1995’ten itibaren eş zamanlı olarak, Rusya’da yurtsever milliyetçi grupların (Avrasyacılık) belirginleşmesi ve güçlü devlet yanlılarının (derzhavniki) siyaset sahnesinde yeniden ortaya çıkmalarına karşılık, Türkiye’de siyasi düzlemde İslamcı muhafazakar grupların kuvvetlenmesine tanık olunmuştur. Bu manzara ise, kısa bir süre için, iki ülkenin karşılıklı işbirliği yapma temayüllerini zayıflatmıştır.
1997 yılında başbakan Çernomirdir’in Türkiye ziyareti ilişkilerde iş birliği görüntüsünü yeniden güçlendirmiştir. 1997’den 2000 yılına kadar Türkiye, dış politikada, Orta Asya’dan geri adım atarak daha çok Kafkasya üzerinde yoğunlaşmıştır.

ilişkilerde 1991-99 yılına kadar ki dönemi, genel olarak jeopolitik nüfuz alanlarında ve ikili ilişkilerde ‘kontrollü gerginlik ve rekabet evresi’ olarak ele alabiliriz. 1990’larda iki devlet de, ayrılıkçılık tehdidi ile karşılaşmışlar ve birbirlerini bu bağlamda incitici politikalar izlemişlerdir.

Türk-Rus ilişkileri 2000’li yıllarda çatışma temayülünden kurtularak biraz daha ‘ortaklık’ istikametinde gelişmeye başlamıştır. Bilhassa Avrasya’da karşılıklı işbirliği arayışları, iki ülke arasındaki ilişkilerin çok boyutlu ortaklığa geçişini sembolize etmiştir. Ancak buna rağmen iki ülke arasında karşılıklı önyargı ve endişelerin hala devam etmekte olduğu da bir gerçektir. 11 Eylül sonrası Rusya’nın Gürcistan ve Kuzey Kafkasya üzerindeki baskısının artması Türkiye tarafından hoş karşılanmazken; Türkiye’nin Bakü-Tiflis-Ceyhan gibi Amerikan destekli projelerinin kabul görmesi de açıkça Rusya2nın bölgesel menfaatleri açısından tehdit olarak algılanmıştır. Ancak ABD’nin 2003 Irak müdahalesi ve bu çerçevede bölgede ABD hegemonyasından duyulan ortak endişeler (bu iki devletçe algılanan dokuzuncu ortak tehdit olma yolundandır), yeni bir tehditkar realite olarak iki ülkeyi birbirine yakınlaştırmaktadır.

Günümüzde Türk Rus dış politikasına yön verebilme potansiyeline sahip alternatif siyasal tercihler ve dolayısıyla bunları savunan siyasal kadrolar itibarıyla da gözle görülebilir paralellikler kurmak olasıdır. Mevcut uluslararası şartlar iki ülkenin daha belirgin ve dirayetli bir duruş sergilemesini gerektirdiği için, artık son bir seçenek olarak 2000’li yıllar itibarıyla Avrasyacılık ortak bir payda görüntüsüne kavuşmuştur.

Günümüzde her iki ülkedeki Avrasyacılara göre: Türkiye ve Rusya Avrasya bölgesinin iki lokomotif unsurudur; bölgede Müslüman- Ortodoks birliğini sembolize etmektedirler; yeni dünya düzeni karşısında edimsel/süje durumdadırlar. Bu çerçevede, Avrasyacılara göre Türkiye ve Rusya, Avrasya bölgesinde, birbirlerine rağmen değil de, birlikte hareket etmelidirler; kendi aralarında siyasal bir esnekliğe kavuşmalıdırlar ve birbirleriyle üstünlük yarışına ve rekabete girmemelidirler.

BÖLÜM 3
SOĞUK SAVAŞ SONRASI DÖNEM RUSYASI’NDA YENİ AVRASYACILIK İDEOLOJİSİ

SSCB’nin dağılmasından günümüze kadar Rus dış politikasında etkili olan düşünceler Rusya’da tarihsel gelişim göstermiş olan üç klasik düşüncenin (Batıcılık, Slavofillik ve Avrasyacılık) yeni versiyonlarıdır. Literatürde bunları ‘yeni’ (neo) ile ifade etmek oldukça yaygındır.

Klasik Slav milliyetçiliğinin ve Batıcılığın zayıf ve hatalarını iyi bilen bazı çağdaş Rus aydınları, fikir adamları ve siyasetçileri Avrasyacı harekete dahil olmuşlardır. Klasik Avrasyacılığa nazaran çok daha fazla taraftar toplayan Yeni Avrasyacılık hareketi dahilinde doğal olarak çok farklı alt gruplaşmalar meydana gelmiştir. Hareketin içinde jeopolitikçiler, monarşistler, Rus Ortodoks kilisesi, aşırı milliyetçiler, Stalinciler gibi alt gruplaşmalar mevcuttur.

Günümüzdeki temel dış politik tartışma eskisinde (Batıcı-Slavcı) biraz farklı olarak, bu sefer Atlantikçiler ve Avrasyacılar arasında yaşanmaktadır. Sözü edilen tartışmalar, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra da daha değişik konular üzerinde hızla devam etmiştir.

Yeni Avrasyacı ekole göre, Rusya Federasyonu eski SSCB ve Rus İmparatorluğu toprakları üzerinde denetim kurmalıdır, Rusya bir süper güçtür.

Rusya 1990’lı yılların başlarında değişen jeopolitik pozisyonu, Yeni Avrasyacı düşünüş için önemli bir başlangıç noktası olmuştur. Rusya Federasyonu ve SSCB arsında ülkenin toprak dengesinin doğuya döndüğü yolunda, gerçeği pek yansıtmayan bir algılama meydana gelmiştir. 1990’lı yıllarda yeniden canlanan Avrasyacı düşünce akımı, XX. yüzyılın başlarında gelişerek klasik Avrasyacı akımı önemli ölçüde modifiye etmiştir.

1991 yılının sonlarında SSCB’nin dağılmasının ardından, Rusya pazar ekonomisine yönelmiş ve Avrasyacıların gözünde bazı kapitalist taşkınlıklara maruz kalmıştır. Dolayısıyla Yeni Avrasyacılar, Rusya’nın kendi kaynaklarını kullanarak, Dışarıya bağımlı olmadan kendi kendini kalkındırmasını önermektedirler. Francis Fukuyama’nın savunduğu ‘Tarihin Sonu’ fikrine karılmayan Avrasyacılar Rusya’nın globalleşen dünyada bile kendine özgü bir rolünün veya kendine has yol ve tarzının bulunacağını ileri sürmekte ve bir anlamda globalleşmeye karşı çıkmaktadırlar.

Aleksander Dugin gibi anti-mondialist (küreselleşme karşıtı) düşünürler bu mondializm tehlikesine ve Atlantikçiliğe karşı geniş destek bulmaya çalışmaktadırlar. Avrasyacılar Müslüman ülkelerin hepsini anti-mondialist kefeye koymakta ve onları Batı yanlısı/karşıtı olarak sınıflandırmaktadır. ABD ise tüm ülkeleri mondialist bir çerçeve içinde toplamaya çalışmaktadır.

Yeni Avrasyacılara göre Rusya, ABD’ye karşı radikal pozisyonda bulunan Avrupa ülkeleriyle de stratejik değerlerde görülen bir kompromise ulaşmaya çalışmalıdır. ABD’ye karşı İran Rusya’nın güneyindeki, Japonya ise doğusundaki doğal ortağı olarak görülmektedir. Örneğin Pamyat’ın eski mensuplarından biri olan Dugin’in ‘Trans-Avrasya jeopolitik sistemi’, ‘Berlin, Moskova, Tahran-Tokyo dörtgeni’ içinde oluşmalıdır. Rus dış politikasında ilk kez ‘Çok Kutuplu Dünya’ kavramını formüle eden bu kavramın Mayıs 1997’de kabul edilen ‘Yeni Ulusal Güvenlik Doktrini’ne konulmasında büyük rolü olan Primakov 1998 yılında ABD’nin jeopolitik niyetlerini dengelemek için bir ‘Moskova-Delhi-Pekin’ mihverinin oluşturulmasını önermiştir.
Yeltsin, 4 Ekim 1993 yılındaki seçimlerde güçlü Avrasyacı muhalefet karşısında galip gelerek yeniden devlet başkanı seçilmişti. Ancak Avrasyacı muhalefetin bazı temek fikirlerini kabul edip hayata geçirmek durumunda kalmıştır. “Rusya’nın büyük devlet statüsüne sahip olduğu” vurgulanmaya çalışılmıştır. Bu ortamda 1993 yılı içinde Rusya Federasyonu’nun ilk askeri doktrini ve dış politika konsepti kabul edilmiştir.

Yeni Avrasyacı Gruplar
Ilımlı Avrasyacılık
Ilımlı Avrasyacılığa göre eşiz olarak kabul edilen Rusya, her şeyden önce modernleşmek için Batılılaşmak zorunda değildir. Rusya’nın çok önem verilmesi gereken geleneksel değerleri ve kolektivist mirası Batı’nın bireyci ve otonom toplumlarıyla tezat halindedir.Demokrasiye önem veren ve Batıyla iyi ilişkilerin devamından yana olan ılımlı-pragmatist Avrasyacılar, Rusya’nın ulusal çıkarını her şeyin üstünde görmektedirler.

Ilımlı Avrasyacılığı iki alt grup altında incelemek olasıdır: Jeoekonomiciler ve İstikrarcılar.

Jeoekonomiciler, Soğuk Savaştan sonra dünyada jeoekonomik faktörlerin jeopolitik unsurların önüne geçtiğini vurgulamaktadırlar. Dünya görüşlerini liberal trans-nasyonalizm ile kritik/eleştirel coğrafi düşünüşün karışımı olarak tanımlayabileceğimiz jeoekonomiciler, dünyanın giderek karşılıklı bağımlı hale geldiğini, ekonomik açıdan Batı merkezli olduğunu, kültürel olarak da plüralist olduğunu düşünmektedirler.

İstikrarcı Avrasyacılara göre ise, Rusya’nın Avrasya’da temel güvenlik misyonu, bölgenin istikrarlı hale getirilmesidir. Ülkelerini geleneksel bir imparatorluk ya da kendi kendine yetebilen izole bir medeniyet olarak görmeyen istikrarcı Avrasyacılar, daha çok Rusya’nın organize edici rolü üzerinde durmaktadırlar. Rusya bölgede istikrar sağlayabilmek için öncelikle ‘büyük güç’ olmalıdır.
Pragmatizm Karşıtı Ilımlı bir Avrasyacı: S. Stankevich

Yeltsin’in dış politikadan sorumlu ekibinin içinde bulunmuş olan Stankevich, Rusya’daki Atlantikçi akımı “rasyonel, pragmatik ve doğal” olarak karşılamaktadır. Stankevih’in tanımıyla iyi/barışçı bir güç olan Rusya, uzlaştırır, birleştirir ve eşgüdüm sağlar. Doğu ile batıyı, kuzey ile güneyi birleştiren bu ülke eşsizdir.

Aşırılıkçı Avrasyacılık
Aşırılıkçı Avrasyacılığa göre; Avrasya ‘heartland’ı global bir batı-karşıtı hareket için adeta coğrafi bir fırlatma rampası olarak görülmektedir. Zhirinovsky ven Zyuganov’un yaklaşımları bu çerçevedeki aşırılıkçı Avrasyacılık içinde ele alınabilir. Ilımlılara göre Batıya daha düşmanca bir yaklaşım ile bakmaktadırlar. Aşırılıkçı Avrasyacılar ana hatlarıyla iki alt gruba ayrılmaktadırlar; Modernleşmeci Aşırılıkçı Avrasyacılar ve Yayılmacı Aşırılıkçı Avrasyacılar

Modernleşmeci Aşırılıkçı Avrasyacılar
SSCB dönemine güçlü bir nostalji ile bakmakta olan Modernleşmeci Aşırılıkçı Avrasyacıların SSCB’ye yönelik eleştirileri Sovyet liderlerinin niteliklerinin eleştirilerinden daha ileriye gidememiştir. Yine de onlara göre SSCB dönemine dönmek olanaksızdır. Lakin farklı türde bir imparatorluğu yeniden canlandırmak olanaksızdır. Modernleşmeci Aşırılıkçıların kurulmasını düşündükleri imparatorluk hemen hemen SSCB’nin sınırlarına sahip olmalıdır.

Modernleşmeci Avrasyacıların uluslararası politika hakkındaki temel varsayımları ise şöyle özetlenebilir:

Temel aksiyon birimi olarak kendi kendine yeten imparatorlukları görmektedirler.
Güç bir imparatorluğu yıkılmaktan koruyan en önemli araçtır.

Ilımlı bir agresif ve rasyonel davranışı tercih etmektedirler.

Modernleşmeci Aşırlıkçı Avrasyacılardan G. Zyuganov
Zyuganov, Avrasyacılığı kullanarak Komünist Partiyi yenilemeye çalışmış ve bunda da oldukça başarılı olmuştur. Komünizm tarih boyunca Rus toplumunun ana temalarından biri olmuştur. Zyuganov’a göre her geleneksel toplum bir ölçüde sosyalist bir toplumdur. 1996 başkanlık seçimlerinde Zyuganov’un bu stratejisi sonuç vermiş ve komünist lider rus olmayan toplumların yaşadığı bölgelerden bile yüksek oranda oy toplayabilmiştir. Zyuganov’a göre Rusya bir devlet değil, bir medeniyettir. Onun gibi düşünen Avrasyacı komünistler, Rusya’yı ‘Üçüncü Roma’ olarak görmektedirler. Bu sayede Zyuganov Rusya’da ‘beyazlar’ ile ‘kızıllar’ arasındaki uçurumu kapatmaya çalışmıştır.

Zyuganov, jeopolitik teorisyen, Haushofer’in “pan-bölgesel” modelini incelemiştir. Bu çerçevede, jeopolitik faktörlerin politikaya daima etki ettiğini ve Rusya’yı global meselelerden dışlama ve Rusyasız yeni bir dünya düzeni kurma fikrinin ‘kum üzerine ev yapmaya’ benzediğinin iddia etmiştir.

Zyuganov şöyle bir teklifte bulunuyor; global bir sınıf mücadelesi vrebilmek için Rusya önce Ortodoks dünyayı tek bir blok halinde güçlendirmek ve radikal İslam ile bile yakın ilişkiler kurmak durumundadır. Onun gibi düşünen çağdaş komünistlere göre, komünizm ve islam aynı eşitlikçi kavram ve özelliklere sahiptir.

Yayılmacı Aşırılıkçı Avrasyacılık
Modernleşmecilerin aksine, Yayılmacı Aşırılıkçılar, SSCB’ye pek de saygı duymamaktaydılar. Onlara göre SSCB yayılma bakımından yavaş ve hatta korkaktır.
Aleksander Dugin’in kendi ifadesiyle, gelecekteki bir Avrasya İmparatorluğu, Dublin’den Vladivostok’a kadar olan bölgeyi kapsamalıdır. Yayılmacı Aşırılıkçı Avrasyacılar:
Modernleşmecilerden farklı olarak ekonomik gelişme ile çok fazla ilgilenmemektedir.

Rusya’nın doğu ve batı yönlü yayılması için ne gerekiyorsa yapmaya hazırdırlar
ABD’yi dünyadaki tüm kötülüklerin kaynağı olarak görmektedirler.

Modernleşmecilerde görmediğimiz ölçüde güçlü bir savaş söylemine sahiptirler.
Uluslararası politika hakkındaki temel varsayımları ise maddeler halinde şöyle özetlenebilir:
Uluslararası ilişkilerin temel aksiyon birimi olarak sürekli genişleyen imparatorlukları görmektedirler.

Yayılmacılar, gücü jeopolitik ittifakları yapma ve genişlemenin bir aracı olarak görmektedirler.

Yayılmacı Aşırılıkçı Avrasyacılar, uluslararası davranışın jeopolitik ve kültürel tabanlı tanımını yapmaya çalışırken oldukça agresiftirler.

Yayılmacı Aşırılıkçı Avrasyacılık İdeoloğu Aleksander Dugin
Aleksander Dugin, Avrasyacılığı, Rus sağ ve sol kanatlarının bir araya gelme noktası haline getirmeye çalışmaktadır. Bunu da büyük ölçüde başarmıştır. Dugin’e göre Avrasyacılık, beyaz ve kızıllar arasındaki farklılıkları, geniş bir medeniyetsel proje temelinde ortadan kaldırmaya çalışmaktadır. Dugin 1997 yılında yazdığı, ‘Jeopolitiğin Temelleri: Rusya’nın Jeopolitik Geleceği’ adlı kitap ile Avrasyacı hareket içinde merkezi bir konuma gelmiştir. Dugin şöyle bir yaklaşıma sahiptir; ‘Kara ve Deniz güçleri arasında sadece jeopolitik bir karşıtlık yoktur, aynı zamanda iki dünya kültürel olarak da birbirinin karşıtıdır.’ Dugin stratejik olarak ABD’yi kıtadan atabilmek için şunu önermektedir: !Batı karşıtı bir ittifakın kurulması.’ Bu ittifak; Rusya, Almanya, Japonya ve İran arasında ve batının reddi gibi ortak bir paydaya dayanmalıdır. Dugin’in bazı önerileri pragmatik Rus dış politikasının da vektörlerindendir.

Yeni Avrasyacılar, Dünya politik sürecini ‘Atlantizm’ ile ‘Kontinentalizm’ arasında var olduğunu düşündükleri sürekli bir çatışmaya indirgemişlerdir. Onlara göre Rusya Atlantizmin tüm formlarına karşı savaş açmalı, bunun yanında globalleşme ve yeni dünya düzeni gibi tüm nosyonları da lanetlemelidir.Özellikle Yeni ‘Dünya Düzeni, ABD’ni küresel hegemonya isteğinin vücut bulmuş hali ve Amerikalıların gözünde Rusya’nın zapt edilmesi’ amacına ulaşmanın yolu olarak görülmektedir.

Demokratik Statist Olarak Putin’in Dış Politika Yaklaşımı
Putin yönetimi Rusya’nın bir dünya gücü rolünü oynamasını arzu etmektedir. Oldukça pragmatik bir yaklaşıma sahip olduğu anlaşılan Putin , maceracı politikalara sapmaktan imtina etmektedir. Putin’in izlediği dış politikada, Avrupa yönelimi anahtar konumda gözükmektedir. Ancak, öte yandan, Rusya’nın dünyada önemli bir güç olmak istemesinin en önemli göstergesi, sık sık ve aktif olarak ”Asya Kartını” kullanmasıdır. Başkan Putin, Temmuz 2000’de içinde şu ifadeler geçen Dış Politika Konsepti’ni imzalamıştır: ” Rusya büyük bir Avrasya gücüdür ve uluslararası ilişkilerde çok kutuplu bir sistemin oluşmasını kabul edecektir”. Her şeye rağmen Putin aşırılıkçı bir Avrasyacı değildir.

Putin , Rus halkını bir araya getiren ‘Rus İdeolojisi’ni geliştirmeyi amaçlamaktadır. Putin geçici de olsa , Rusya’nın bir dünya gücü olmasından çok bir Avrasya gücü olduğu imajını vermektedir. Putin’e göre, Rusya’nın jeopolitik vazifesi, öncelikle eski Sovyet Cumhuriyetleriyle sıkı bağlar kurmaktır. Tüm bunların yanında yaptığı birkaç kamuoyu açıklamasında da Putin’in bir Avrasyacı olduğu sonucuna ulaşılabilir. En azından Putin’in ”zapadniki” (batıcı) felsefesinden giderek uzaklaştığı bir gerçektir.

Primakov ve Yeni Pragmatizm Yaklaşımı
Primakov , akademik hayatında Orientalizm üzerine çalışan bir kişi olarak, aktif siyasete girdiğinde bu yöntemi kullanmıştır ve 19.yy’dan bugüne kadar Rus entelektüellerinin savundukları gibi , Rusya’yı Batılı olarak göstermeye çalışmamış; tam aksine, bahsedilen bu yöntem vasıtasıyla Rusya’nın Batı ile arasındaki gerginlikleri anlamaya çalışmıştır.

Dugin , Primakov’u açıkça Avrasyacı olarak değerlendirmektedir. Primakov, 1856 yılında Çar II. Aleksander’ın Dışişleri Bakanlığını yapmış olan Prens Gorchakov’un dış politik taktiklerine büyük değer vermiş ve kendi dış politik doktrininin temel unsurlarını Gorchakov’unkinden atıfta bulunarak şu şekilde tespit etmiştir:
Zayıf Rusya , uluslararası arenadan çekilmemeli; aksine daha aktif olmalıdır.
Rusya , tek yönlü dış politikalardan kaçınmalı ve çok taraflı diplomasiye önem vermelidir.

Politik tecrübelerini, özellikle nükleer gücünü, askeri üretimini, BM-Güvenlik Konseyi’ndeki daimi üyeliğini, buradaki veto hakkını ve gittikçe de artan ekonomik olanaklarını kullanarak dünya politikasında önemli roller oynayabilir.
Günümüz şartlarına uygun olarak dış ilişkilerde bir ” rasyonel pragmatizm” uygulanmalıdır. Çin, Japonya, Hindistan, Libya, İran , Irak, vb. ülkelerle de ”yapıcı ortaklık” kurulmalıdır.

Slavofil Avrasyacılık
A.Sergounin’e göre Avrasyacılar günümüzde birbirleriyle tezat halinde bulunan iki ana gruba ayrılmışlardır:Sözde ”demokrat” kampa ait olanlar ve Slavofil gruba ait olanlar. Slavofilzm’in günümüzdeki en önde gelen temsilcilerinden biri kuşkusuz Soljenitsy’dir.Ünlü düşünür, Rusya’nın eşsizliği fikrini vurgulamış; Rusya’yı Avrupa kültüründen ayrı bir kültür olarak değerlendirmiştir. Uluslararası İlişkiler Teorileri konusunda Rusya’da otorite konumunda bulunan Elgiz Pozdnyakov, Rusya’nın jeopolitik konumunun herhangi bir devletinki gibi olduğunu ve dolayısıyla eşsiz olmadığını belirtmiştir. Slavofil Avrasyacılara göre, Rusya’nın farklılığını sağlayan esas unsur, ülkenin iki medeniyetin tam ortasında bulunmasıdır. Bu anlamda Rusya, doğal ve manevi denge unsurudur; aynı şekilde dünyadaki güç dengesinin de sağlayıcısıdır. Ilımlı Avrasyacılardan farklı ve Aşırılıkçı Avrasyacılara da yakın olan Slavofiller, Rusya’yı bir ”imparatorluk” olarak adlandırmaktan ve bu imparatorluğu yeniden canlandırmaya çalışmaktan çekinmezler.Ilımlı Avrasyacılardan farklı olarak, Slavofiller Batı yardımına karşıdırlar.

Yeni Avrasyacı Düşünce ve Ordu
Büyük Rusya kurma eğilimlerinin güçlü olduğu Rus Genelkurmayı ve ordusu, 1990’ların ilk yarısından itibaren Avrasyacı zihniyetin öğelerine daha fazla yakınlık duymaya başlamışlardır. Kendilerini tam olarak Avrasyacı görmeseler bile bu akımın bazı yönlerine, son derece doğal olarak, sempati duymuşlardır.
O halde diyebiliriz ki; Rus siyasal hayatında neo-Avrasyacılığın giderek güçlenmesinde önemli bir unsur da ordudur.

Ordunun Bakış Açısı: Y. Mozorov Örneği
Albay Yevgeny Mozorov, yazdığı “Geopolitical Notebook” adlı kitabında ABD’nin bir dünya hakimiyeti planının bulunduğundan bahsetmektedir. Mozorov bunu “Anaconda Planı” olarak adlandırmıştır. Bahsi geçen bu plana göre, ABD kendi üslerinin bulunduğu ülkeler vasıtasıyla Rusya’yı çember içine alıp kuşatmaya çalışmaktadır. Rusya’yı koruyabilecek unsur ancak ‘Rus Emperyalizmi’dir. Eğer Rusya harekete geçmezse, zaten başta Çin olmak üzere diğer Asyalı Avrasyalı güçler bu boşluğu doldurmak üzere harekete geçeceklerdir.

Görüldüğü üzere, Yeni Avrasyacılar Mackinder ve Haushofer gibi batılı jeopolitik teorisyenlerinin fikirlerini dogmatik olarak yorumlamaya yönelmişlerdir.

Yeni Avrasyacılığın Handikapları
Baltık ülkelerinin tavırlarından dolayı, 1994’ün sonları ve 1995’in başlarında eski Sovyet coğrafyasının bütününü kapsayan bir birliğin sağlanamayacağı anlaşılmıştır.

1960’ların sonları ve 1970’lerin başlarında Ruslara arasında Kafkasya ve Orta Asya halklarına karşı duyulmaya başlanılan kızgınlık Avrasyacı birliğin gerçekleşmesini epeyce zorlaştırmaktadır.

Asya karşıtı duyguların artması, dar Slavofil düşüncenin daha da yaygınlaşmasına sebep olmuştur.

Derzhava hareketinin gelişmesi Avrasyacı fikirleri heterojenleştirip muğlaklaştırmıştır.

1993 yaz mevsiminde dönemin en ünlü muhalif grubu olan ‘Ulusal Kurtuluş Cephesi’ çok mühim bir ayrışma yaşamıştır.

BÖLÜM 4
SOVYET SONRASI DÖNEM RUS DIŞ POLİTİKASINDA AVRASYACILIĞIN ETKİSİ

Rus Siyasal Hayatında Neo-Avrasyacılığın Yükselişi
Neo-Avrasyacılığın Rus siyasal hayatındaki yükselişinde Dugin önemli bir rol oynamıştır. Dugin’in neo-Avrasyacı görüşlerinin özellikle politik ve entelektüel çevrelerde büyük bir etki yarattığı görülür. “Denizin ulusları ile karşı karşıya gelen büyük bir imparatorluk olan Avrasya” doktrini biçiminde ifade edebileceğimiz bu formül ve genel anlamda Dugin Avrasyacılığı, Kremlin’in otoriter ve Batı-karşıtı politikalarını meşrulaştırmak anlamında geleneksel milliyetçiliğin çekici bir alternatifi olmuştur.

Hemen belirtelim ki, karar alıcılar ve akademik çevreler arasında bu denli yoğun ilgi görmesine karşın Avrasyacılık, Rus kamuoyu içinde o kadar da rağbet görmemiştir. Avrasyacılık, Dugin ve Niazov’un kurduğu partiler ile siyasal hayata girmiş ancak başarısız olmuştur. bundan sonra da parti dışı bir oluşum halini almıştır. Alınan seçim başarısızlığı çok da önemli olarak görülmemiştir. Neo-Avrasyacılar, demokrasiyi ve seçimleri batıdan ithal olarak görmektedirler. Kısacası Avrasyacı hareket için önemli olan şey aktüel siyaset değil. devlet erkinin yapısına sirayet etmektir. Dugin’e göre önemli olan, politik olarak umut veren genç entelektüelleri ve siyasi-askeri kararların alındığı merkezleri etkilemektir.
Avrasyacılığın etkisi ise abartılmamalıdır. Ortodoksluk ve Slavofilizme dayanan alışılmış ‘Büyük Rusya’ şovenizm ile karıştırıldığında, Avrasyacılık halkın büyük çoğunluğu arasında sınırlı bir başarıya ulaşmıştır. Elbette bu Avrasyacılığın ölümü biçiminde değerlendirilebilecek bir şey de değildir. Hali hazırda Avrasyacı bir ideoloji için başta Rus devletinin politik yapıları olmak üzere, birçok kesimden talep vardır.

Neo-Avrasyacılık ve Dış Politika
Günümüz Avrasyacılarının kendi aralarındaki fikir ayrılıklarının dış politikaya da sirayet ettiği görülür. Neo-Avrasyacı olarak adlandırılan grupların dış politikaya bakışları oldukça farklı olabilir. Neo-Avrasyacıları en genel manada ılımlı ve aşırılıkçı olarak ikiye ayırmak mümkündür. Aşırılıkçı Avrasyacılar ise kendi aralarında ‘modernleşmeci’ ve ‘yayılmacılar’ olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Smith, bu ikili ayrıma bir üçüncü olarak da ‘demokratik statizmi’ eklemektedir.
Rusya’nın değişen jeopolitik pozisyonu, neo_avrasyacı görüşlerin dış politikadaki temel hareket noktasını oluşturmaktadır. Aslında ülke topraklarının aslında Asya ve Avrupa arasındaki dağılımının günümüzdeki oranı Sovyet dönemindekinden çok da farklı değildir. Buna karşın, Rusya’nın dengesinin doğuya doğru kaydığına dair bir algılama söz konusudur.

Dış politika açısından bakıldığında, günümüz Avrasyacıların eski Sovyet coğrafyasını Rusya’nın doğal bir uzantısı şeklinde gördükleri söylenebilir.
Avrasyacı dış politika, Asyalı komşulara verdiği özel önem nedeniyle, hem batıcılardan hem de Slavofillerden ayrılmaktadır. Bu görüş için genelde Doğu, özelde ise İslam bir tehdit unsuru olarak görülmemektedir.

Neo-Avrasyacı dış politikaya yönelik söylenebilecek bir başka önemli husus da hareketin en önemli politik hedeflerinden birinin Avrasya’daki giderek artan Amerikan etkisinin dengelenmesi olduğudur. Günümüz Avrasyacılarının en önemli ismi olan Dugin, kendince; “Trans-Avrasya Jeopolitik sistemi” olarak da adlandırdığı bölgeyi; Berlin, Moskova, Tokyo ve Tahran arasında kalan dörtgen içinde göstermektedir.

Dış Politikanın Temeli Olarak ‘Yeni Politik Düşünce’
Günümüz Rus dış politikası, genel olarak Gorbaçov’un 1980’lerib ortalarında gündeme getirdiği yeni politik düşünce denilen anlayışın bir yansıması görünümündedir. Ona göre “uluslararası ilişkilerde daha çok açıklık, daha çok aydınlık daha az taktik manevralar ve laf cambazlığı” olmalıydı. Bu gelişme tarihi Marksizm ve Leninizm’in tam tersine bir durum yaratmak anlamına gelmekteydi. Oysa ki eski düşünce Sovyetlerin alışılagelmiş uluslararası ilişkiler görüşünde Stalin’in görüşlerine göre şekillendirilmişti. Eski düşünce özü itibarıyla dünyanın kesin bir biçimde uzlaştırılamaz kamplara bölünmüş olduğu varsayımına dayanmaktaydı.

Avrupa bizim ortak evimizdir diyen Gorbaçov’un bu çıkışı, aslında Çarlık Rusya’da 19. yüzyılda görülen Batılaşmacı eğilimin zayıf bir yansıması görünümündeydi. Soğuk Savaş sonrası dönemin devlet başkanı Boris Yeltsin ve Dışişleri Bakanı Andrei Kozyrev, artık dışarıdan tehdit algılamadıklarını belirtmiş ve Batı ile işbirliği yapmaya hazır olduklarını bildirmişlerdi.

Bünyesinde yeni bir güvenlik kavramsallaştırması barındıran yeni düşüncenin pratikteki yansıması ise bu dönemde izlenen pro-Batıcı politikalar olmuştur. Önceleri kendini açık bir biçimde Batıcı/Atlantikçi olarak tanımlayan Yeltsin’in, 1992 yılının sonlarından itibaren, aşamalı bir biçimde diğer merkeze doğru kaydığı söylenebilir. Bu durum aslında ülkenin genel siyasi iklimindeki değişimi de yansıtmaktadır.

‘Yeni Konsensüs’ ve Dış Politika’da Realist-Pragmatist Yönelim
Dış politika bu yeni konsensüsün ilk ayırt edici yanı olduğu söylenebilir. Batı’yla ilişkilerde önceki döneme nazaran daha sert bir tonun kullanılması ve Sovyet ardılı diğer devletlere karşı yarı emperyal bir duruşun sergilenmesi biçiminde özetlemek mümkündür. Bu konsensüsün oluşumu, aslına bakılırsa dış politikaya ilişkin olarak Batıcılar ve Avrasyacılar arasındaki görüş farklılıkları tasdikleridir. Her iki grup mensupları da ulaşılması gereken hedef konusunda hemfikirdir. İstenilen şey, gerçekte Rusya’nın ‘büyük güç’ statüsüne yeniden ulaşmasıdır. farklı eğilimleri bir araya getiren bu konsensüsü ‘önce Rusya’ politikası olarak adlandırmak da mümkündür.

Putin’in düşüncesinde Avrasyacılığı görmek mümkündür. Bununla birlikte, onu Avrasyacı olarak tanımlamak abartılı bir tutum olacaktır. Putin, kesinlikle mekan ve coğrafyayı sorgulayan eleştirel jeopolitik okula yani Avrasyacılığa mensup birisi değildir. Aksine Rusya’nın dünyadaki rolüne dair gelenekselleşmiş, durağan, tekil ve sıfır toplamlı betimlemeleri aşmayı deneyen, yeni bir realist vizyona sahiptir. Putin dış politika alanında sağlanmış olan uzlaşmanın bilinçli bir uygulayıcısıdır.
Rusya’nın büyük güç olarak kalması gerektiğini düşünen Putin, ancak bunu alternatif bir ideoloji ya da jeopolitik bir bloğun merkezi olma iddiasıyla değil, normal yollarla yapması gerektiğine inanmaktadır. dolayısıyla büyük güç olmaya giden yolda daha realist, pragmatik bir dış politika izlemesi gerekmektedir. Yeni realizm olarak adlandırılan bu politik anlayış çerçevesinde Putin, bir yandan Rusya’nın ulusal çıkarlarını öne sürerek, diğer yandan onu dünya toplumuna entegre edecek bir siyaset geliştirme anlayışındadır. Buna göre Rusya, Global rekabet peşinde koşan, rekabetçi ve revizyonist bir güç olarak görünmekten ziyade, statükonun bir parçası olarak davranmayı tercih etmelidir.

BÖLÜM 5
AVRASYA’DA RUS-AMERİKAN REKABETİ

Sovyetlerin Yıkılması: Rusya’nın Avrasya’da Etkinlik Kaybına Uğraması
SSCB’nin aniden yıkılması, şüphesiz ki 20. yüzyılın en önemli jeopolitik hadiselerinden biri olmuştur.

Soğuk Savaş’ın ardından, iki büyük güç arasındaki rekabet de büyük ölçüde ortadan kalkmıştır. Hatta 1990’lı yılların başlarında pek çok konuda Rusya-ABD yakınlaşması gelişim göstermiştir. Bölgede nispeten azalan Stratejik gücüne rağmen, Rusya, Trans Kafkasya’yı ve Orta Asya’yı hayati çıkar alanları olarak tanımlamaya devam etmiştir.

Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri hızla ABD-NATO-AB’nin etkisi altına girerken, Rusya’nın ağırlığını hissettirmek istediği bölge, hiç şüphesiz yakın çevresi olmuştur. Bunun için de BDT gibi örgütlere ihtiyaç duymaktadır.

İki Seviyeli Rus Dış Politikası
Rus dış politikasında genel değerlendirmeler yaparken bu politikanın en az iki düzeyde yürütüldüğünü de gözden uzak tutmamalıyız:’Avrasya bağlamında eski Sovyet cumhuriyetleri’ ile daha üst seviyede olan ‘uluslararası sistem düzlemi.’ Rus dış politikasının bu iki düzlemden kaynaklanan bölgesel ve küresel gündemlerle ayrı ayrı ilgilenmesi gerekmektedir.

Rus dış politik kara vericileri, şunu da hesaplamaktadırlar; ‘Eğer Rusya uluslararası sistemde eskisi gibi söz sahibi olmak istiyorsa, eski SSCB toprakları üzerinde etki ve hakimiyet kurnayı bir dış politik öncelik olarak telakki etmelidir. Bu durumda, dış politik öncelik bölgesel konulara verilmelidir.

Rusya, 1993’te oluşturulan ‘Dış Politika Konsepti’ çerçevesinde, ekonomik sorunları her şeyin üzerinde görmeye başlamıştır. Bahsedilen bu yeni dış politika konseptine göre, Rusya’da ekonomik bir canlanma olmadan, bu ülke tekrardan dünyanın büyük güçleri arasında yer alamaz. O halde, Batının ekonomik kaynakları yanında, hazar bölgesinin olanaklarının da Rusya açısından kullanılabilir hale getirilmesi ve çevredeki ülkelerle yakın ekonomik ilişkiler kurmak gerekmektedir.

Rusya’nın Avrasya’daki Meydan Okuması: Yakın Çevre Doktrini
Rusya, yakın çevresine dayalı dış politikasını resmen 1993’ün başlarında Boris Yeltsin aracılığı ile dünyaya deklere etmiştir. Rusya kendi yakın çevresinden özellikle Türkiye ve ABD’yi uzak tutmaya çalışmaktadır.

Yeltsin bu doktrin çerçevesinde, BM’den Rusya Federasyonu ordusuna eski SSCB bölgesindeki çatışmalara “Barış Gücü” olarak müdahale etme yetkisi istemiştir. Batılı ülkeler Rusya’nın Trans Kafkasya’da askeri üstünlük kurma çıkarını de facto olarak tanımıştır. Ancak o aşamada Yakın Çevre politikasını tasvip etmemiştir.
Yakın Çevre politikası gereğince, Rusya’nın bölgedeki etkinliği ile AGİK inisiyatiflerine katılımı, birbiriyle bağlantılı hale gelmiştir. Bu aşamadan sonra AGİK, olsa ola Rusya’nın Bazı hedef ve tutumları için bir meşrulaştırma aracı olacaktı.

Rusya’nın Avrasya Politikasının Üç Temel Ayağı
1994 yılı itibarıyla, Rusya’nın Trans Kafkasya’ya ve dolayısıyla Dağlık Karabağ uyuşmazlığına yönelik genel dış politikasını üç ayrı boyutun bir kombinasyonu olarak değerlendirmek olasıdır. Bahsedilen üç boyut şu şekilde belirtilebilir:
Rusya’nın bölgeye yönelik ‘Ulusal Güvenlik Politikası’: Rusya’nın 1994 yılından itibaren geçerlilik kazanan ‘Ulusal Güvenlik Konsepti’nde belirtildiğine göre; “Rusya için ana tehdit bu ülkenin dünya toplumu içindeki konumunda ve yabancı devletlerle ilişkilerinde yaşanan köklü değişiklikler bağlamında, devlet gücünün zayıflamasıdır”

Rusya’nın bölgeye yönelik ‘Dış Ekonomik Politikası’: Rusya’nın Dış Ekonomik Politikası, bölgedeki devletleri Rusya’nın ekonomik, politik ve güvenlikle ilintili çıkarları yönünde eski SSCB dönemindeki ekonomik bağımlılık kalıplarına sokma amacına hizmet etmiştir.

Rusya’nın ‘Bölgesel İşbirliğine Yönelik Politikası’: Bölgedeki devletlerin Rusya’nın kontrolü dışında değil, bilakis Rusya’nın yönlendirmesinde çok boyutlu bir işbirliği sürecine sokulmaya çalışılması, bu ülkenin bölgede etkinlik kurmak için kullandığı araçlardan biridir.

Batılıları Avrasya’da İlk Zaferi: Hazar’da Yüzyılın Sözleşmesi
Moskova, taraflara kendi siyasal çözüm önerisini dayatmaya çalışırken, SOCAR ve uluslararası petrol konsersiyumu aralarında petrol sözleşmesine ilişkin görüşmeler başlatmışlardı. Bu, büyük ihtimalle Aliyev’in Rusya’nın tasarladığı Dağlık Karabağ barış sürecine yönelik artan hayal kırıklığının bir yansıması idi.

Petrol sözleşmesi konusunda Houston’da düzenlenen görüşme turunun ardından, Azerbaycan tarafının gayretleri neticesinde, ABD’nin projenin hazırlanması üzerindeki rolü artmış ve Kahire’de düzenlenen ikinci toplantıda Aliyev Başbakan Çiller’i ve ABD Başkan Yardımcısı Gore’u Avrupa’ya petrol taşıyacak boru hattının Dağlık Karabağ üzerinden değil de İran üzerinden geçmesi konusunda ikna etmeyi başarmıştır.

16 Eylül tarihinde Rusya Dışişleri bakanlığı Britanya’yı uyararak, Hazar’ın statüsü belirlenmeden bölgenin doğal kaynaklarının kullanılamayacağını hatırlatmıştır. Ancak Azerbaycan bu gibi yaklaşımların Hazar konusunda ortaya çıkmış geleneklere ters düştüğünü ileri sürmüştür. 1970 sonrasında ise Sovyet sektörü; Azerbaycan, Rusya, Türkmenistan ve Kazakistan arasında paylaşılmıştır.
SOCAR ve Batı petrol şirketleri arasındaki konsorsiyum Bakü’de 20 Eylül 1994 tarihinde, yaklaşık 8 milyar Amerikan Doları değerindeki doğal gaz sözleşmesinin imzalanmasını kolaylaştırmıştır. Azeri uzmanların hesaplamalarına göre, bu rakamlarla Azerbaycan kısa zamanda eski Sovyet zamanındaki ülkelerin en zenginlerinden biri olacak ve mali açıdan da Rusya’dan bağımsızlaşacaktır. Bu sözleşmenin, Azerbaycan açısında taşıdığı ekonomik getirisi yanında, çok büyük bir politik yönü de vardır. Nitekim sözleşme imzalandıktan sonra, Avrupa’nın belli başlı ülkeleri ve ABD, Azerbaycan ve çevresindeki istikrarsızlıkların giderilmesine büyük önem vermeye başlamışlardır.

26 Eylül 1994 tarihinde Clinton ve Aliyev arasında, petrol çıkarım sözleşmesinin bir an önce imzalanması konusundaki temennilerin dile getirildiği, Dağlık Karabağ uyuşmazlığının barışçıl yöntemlerle çözülmesi hususun vurgulandığı görüşmelerin ardından, Clinton ve Yeltsin arasında düzenlenen bir toplantıda, ABD-Azerbaycan ilişkileri gündemin önemli bir kısmını işgal etmiştir. İki devlet başkanı arasındaki görüşmede Dağlık Karabağ sorununa, Gürcistan ile Abhazya arasındaki veya Tacikistan’daki uyuşmazlıklardan daha büyük önem atfedilmiştir.

Rusya’nın Hayati Çıkar Alanı Olarak Avrasya
Rusya ‘yakın Çevre’ doktrininin etkisinde 1995 yılında Trans Kafkasya ve Orta Asya’yı ‘hayati çıkar alanı’ olarak gördüğünü açıkça ilan etmiştir. Rusya bu amaçla yakın çevresinin kendisi açısından hayati önemde olduğunu ileri sürerken; bir taraftan da, BDT üyesi ülkelerle etkin bir işbirliğini kendi içindeki merkezkaç kuvvetlere karşı önemli bir araç olarak görüyordu.

Rusya bu amaçlarını gerçekleştirmek için üç temel araç kullanmıştır:
BDT çerçevesinde daha sıkı bir ekonomik ve askeri entegrasyonun sağlanması
Hazar Havzası devletlerini Rusya’ya bağlamak için, askeri, ekonomik ve politik kontrolün kullanılması

Eski SSCB bölgesinde barış ve istikrarın sağlanabilmesi için Rusya idaresinde özel bir BDT barış koruma rolünün ve barışın devamlılığı açısından da garantçr sıfatıyla Rusya’nın özel yetkilerinin uluslararası olarak tanınması

Rusya her fırsatta Trans Kafkasya ve Orta Asya bölgelerindeki varlığını ve üstünlüğünü korumaya kararlı olduğu imajını vermiştir. Bunun için de dış güçlerin bölgede varlık göstermesini engellemeye çalışmış; enerji geliştirme konsorsiyumlarına güç kullanarak etkide bulunmayı denemiş; enerji boru hatları güzergahlarında ise hususi kontrol edebilmeyi arzulamıştır.

Çeçenistan Sorunu ve Bunun Somut Etkiler
Şüphesiz, birinci Çeçenistan Savaşı; Rus iç ve dış politikaları açısından önemli bir dönüm noktası olmuştur. Peki bu savaşın ve 1995 yılı içinde yavaş yavaş alınmaya başlanan sorunların Rusya üzerinde ne gibi tesirleri olmuştur?
Askerin genel anlamda siyasetteki rolü azalmıştır.

Ordunun gücü tartışmaya açılırken, diğer taraftan da İçişleri Bakanlığı’nın Federal güvenlik Servisi’nin ve Başkanlık Güvenlik Servisi’nin önemi görece artmıştır.
Yakın çevrede bulunan ülkelerin liderleri ve halklarının gözünde Rusya’nın giderek zayıflayan bölgesel bir güç olduğu imajı doğmuş ve pekişmiştir.

Rusya’da ulusal düzeyde adem-i merkeziyetçiliğin önem kazandığı gözlemlenmiştir.

Rus dış politikasının Kafkasya ve Hazar bölgesine yönelik tüm hesaplamalarında, petrol değişkeni merkezi bir önem kazanmıştır.

Putin’in İlk Adımı: Sert Hazar Politikası
Vlademir Putin Mayıs 2000’de Devlet Başkanı olduktan sonra, Hazar’ın kıyıdaş devletlerine yönelik politikasında ciddi değişiklikler yapmıştır. Yeni başkan, bölgeye ve özellikle de Azerbaycan’a pragmatik yaklaşmıştır. Pek çok analizcinin fikir birliği ettikleri üzere, Rusya ve İran arasında Hazar Denizi’nin paylaşılması ve statüsü üzerindeki anlaşmazlık, esasında Bakü-Ceyhan hattını sabote etmek için yapılmış akıllıca bir hamledir.

Putin ve Hatemi arasında Mart 2001’deki toplantıda, Rusya İran’a yeniden konvansiyonel silah satmayı kabul etmiştir. Fransız analizci Oliver Roy’un belirttiği gibi, İran bölgede ABD’nin etkisi yerine Rusya’nın etkili olmasını tercih eder.
Rusya, Hazar Denizi yüzeyinin ortak kullanıma açılmasını daha çok askeri amaçlı istiyor gibi… Bu sayede, Rusya deniz kontrolünü ele geçirecek ve bu şekilde de, Hazar kaynaklarının geliştirilmesine kökten etki edecek ve Batılı yatırımcıların endişelenmesine sebep olacaktır.

11 Eylül Sonrası Avrasya’da Değişen Dengeler
11Eylül saldırıları, bazı analizcilere göre, Amerika’nın Kafkasya ve Orta Asya’ya yönelik stratejik hesaplarını büyük ölçüde değiştirmiştir ya da değiştirecektir. Her şeyden önce, bu analizcilere göre Orta Asya’nın önemi, Kafkasların göreceli önemini aşmıştır. Bunun anlamı, bundan sonra Kafkaslarda Rusların daha etkin olacağıdır.

Yapılan analizlere göre Afganistan’da varlığını tesis eden ABD’nin Azerbaycan’ın çıkış kapısı olarak kullanılmasına duyduğu ihtiyaç bundan böyle azalabilir. Özellikle ABD’nin Kazakistan’a ait Kaşagan Petrol kaynaklarını kontrol edebilmesi kolaylaşmıştır. Ancak gözlemlediğimiz kadarıyla, Azerbaycan, Rusya ve İran’a yaklaştıkça ABD de Dağlık Karabağ meselesinin çözümlenmesine daha fazla önem verir olmuştur.

11 Eylül saldırılarında sonra, Amerika’nın AGİK-Minsk Grubu eş-başkanı Perina, yaptığı bir açıklamada şunu belirtmiştir: “Dağlık Karabağ sorununun çözülmesinde anahtar rol ne Washington’un ne de Moskova’nındır; bilakis bölgenin kendisine aittir.” Nitekim Afganistan Müdahalesi Trans Kafkasya’da unutulmaya yüz tutmuş düşmanlıkları yeniden alevlendirmiştir. Azerbaycan, Ermenistan ve Karabağ’ı “haydut devlet” olmakla ve Amerika’nın terörist örgüt listesinde yer alan, 28 örgütten biri olan PKK’ya bağlı militanları barındırmakla suçlarken, Ermeniler de Azerbaycanlıların Usame bin Ladin’i desteklediklerini iddia ediyorlar.

SİNAN AYTAŞGİRESUN ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ ULUSLARARASI İLİŞKİLER ANABİLİM DALI TEZLİ YÜKSEK LİSANS - astana nursultan kazakistan

Kazakistan ve Avrasyacılık
Nursultan Nazarbeyev, Nisan 1990’da Kazakistan’ın cumhurbaşkanı oldu. günümüzde de bu görevine devam etmektedir. Hatta Mayıs 2007’de Kazakistan Parlamentosu, Nazarbayev’in hayat boyu cumhurbaşkanı olması yönünde kara ihdas etmiştir.

1994 yılındaki ekonomik kriz ortamında Nazarbayev Avrasya birliği projesini ortaya atmıştır. Ona göre bu krizler birlik içinde aşılmalıydı. Birliğin altyapısında ise ekonomik entegrasyon fikri bulunmaktaydı. Nitekim bu birliğe önce Rusya, Kazakistan, Beyaz Rusya, Kırgızistan, Tacikistan dahil olurken, sonrasında ise Ermenistan, Özbekistan ve Ukrayna katılmıştır. Rusya ve Kazakistan’ın Avrasya yönelimleri sırasında şöyle bir tezatlık bulunmaktaydı: Rusya kendine ait bir bölge oluşturmaya çalışmaktayken; Kazakistan ve diğerleri bu projeyi AB ve NATO ile yakınlaşabilmek için bir araç olarak görmüşlerdir. Kazakistan’ın yapısı ve yaklaşımları da bu amacı kolaylaştırıcı nitelikteydi. Zira bu ülke kendi bünyesinde, bir Müslüman-Hıristiyan bütünlüğünü sembolize etmekteydi.

Nazarbayev 18 Şubat 2005’ta yapmış olduğu ulusa sesleniş konuşmasında “Dünya ekonomisinin daimi bir hammadde kaynağı olmak ve süper güçlerin etkisi altında kalmayı beklemek yerine Orta Asya bölgesini entegre etmeye çalıştığını” ifade etmiştir. Bu noktada Nazarbayev, Rusyasız bir entegrasyon projesine de yeşil ışık yakmıştır. Daha evvel Kazakistan, Özbekistan ve Kırgızistan (bunlar Avrasya Troykası olarak adlandırılıyor) arasında bir Ebedi Dostluk Anlaşmasının akdedilmesini önermişti.

Dünya ekonomik krizinin baş gösterdiği 2008-2010 yılları arasında Nazarbayev, Avrasya’da entegrasyon fikrinde ısrarcı olmuştur. Ona göre, Küresel Ekonomik Kriz Batı liberalizmi ve serbest piyasa mantığının artık insanlığın tek çözüm yolu olmadığını göstermiştir. Fukuyama’nın Soğuk Savaş sonunda belirttiği “Tarihin Sonu Tezié geçerliliğini yitirmiştir.

Nazarbayev’in Avrasya Entegrasyonu üç evreden oluşmaktadır:
Ekonomik entegrasyon
Stratejik-siyasi entegrasyon
Sosyal-kültürel entegrasyon

Nazarbayev zihniyetindeki Avrasyacılar, Türk Avrasyacılığının da zaman zaman düştükleri çekinceden kurtulamamıştır. ABD ve AB’yi de gözeterek Rusya, İran ve Çin ile yakınlaşma süreci olarak gördüler. Kazakistan’ın Avrasya stratejisinde de bunu andıran bir çelişkiye rastlanıyor. O da; Rusya merkezli işbirliği yanında Batı yönünde ilerleyip, AB ve NATO ile entegre olmak gibi amaçlar içerisindedir.
Nazarbayev’e göre, Avrasyacılık, Kazakistan’ı AB örneğinde olduğu gibi bölgeselleşme üzerinden globalleşme zeminine götürmelidir. Kazakistan 2010’da AGİT Başkanlığı yapacak olmasına rağmen, Avrasya yönlü girişimlerin de önemli bir aktörü olmaya devam etmektedir. Dolayısıyla Kazakistan Avrasyacılığı, “Medeniyetler Çatışması” tezini reddetmenin de ötesinde, buna alternatif geliştirmenin yollarını aramaktadır.

Özbekistan ve Avrasyacılık
Toplamda 26 milyonun üzerinde bulunan Özbek nüfusu, Orta Asya’nın en temel etnik faktörlerinden biridir. Çevre ülkelerde 3-5 milyonluk etkili bir Özbek diasporası da bunmaktadır.Üstelik Özbekistan’ın coğrafi lokasyonu da tam Orta Asya’nın merkezidir. Amerikalı jeopolitikçi Brzezinsky’e göre Avrasya’nın merkezidir. ABD açısından kaybedilebilecek bir ülke değildir. Dolayısıyla her kim Özbekistan üzerinde etkinlik kurarsa, tüm komşu ülke ve bölgeler üzerinde de etkinlik kurabilecektir. Üstelik bölgede komünistlere karşı ilk pan-Türkist hareket ve İslami direnç Özbekistan topraklarında bulunan Buhara’da baş göstermiştir. Yani bölgede olası bir Türk Birliği ancak Özbekistan üzerinden gerçekleştirilebilecektir. Herhalde bundan dolayı olsa gerek 1920’ler ve 1930’larda SSCB’nin iç sınırları tespit edilirken Özbeklerin önemli bir bölümü sınırlar dışında bırakılmıştır. Bu gibi tarihsel tecrübelerden dolayı Özbek halkı, genelde Rusları tehdit olarak algılamaktadır. Bu da ABD’nin bölgede tutunabilmek için Özbekistan ile yakınlık kurmasına sebep olmuştur.

Bağımsızlıktan sonra Özbekistan’ın dış politikasının temeline yatan 3 ana sacayağı şunlardır:
Ülkede Özbek egemenliğinin kurulması ve korunması
İç politik istikrarın oluşturulması
Ekonomik reformlar konusunda aşamalı bir yaklaşım sergilenerek, hızlı ekonomik liberalizasyondan kaynaklanabilecek istikrarsızlaştırıcı kısa vadeli ekonomik dengesizliklerden sakınılması.

Özbekistan yönetimi, egemenlik politikası kapsamında 3 önemli politik aksiyon sergiler:
Rus etkisinden mümkün olduğunca kurtulmaya çalışılmasıdır.
Dünya ile ilişkilerini çeşitlendirmeye çalışmaktadır. (çok vektörlülük)
Güvenlik ve savunma amacıyla güçlü bir askeri yapı oluşturmaya çalışmaktadır.
Bağımsızlık sonrasında Kerimov, başta, bölgedeki tüm mekanizmaların, Rus etkisini bir şekilde sürdürmek için tasarlanmış olduğunu düşünüp rahatsız oldu. Dolayısıyla Özbekistan en baştan itibaren BDT içindeki entegrasyon çabalarına açıkça direnç gösterdi ve bölgede liderlik yaparak Merkezi Asya Topluluğunu (MAT) kurmaya çalıştı. GUAM’a katıldı.

ABD, esasen 11 Eylülden sonra, Özbekistan’ı hem İslami fundamentalizme karşı, hem de Rus hegemonyasına karşı bir siper olarak görmüştür. Taşkent yönetimi ülkede ABD’ye üs verirken Rusya’ya bu denli bir ayrıcalık tanımamıştır. Böylece nispeten Rusya’dan bağımsızlaşmıştır. Ancak tamamen dışlayıcı olmamak için de Rusya ile stratejik ortaklık ilişkisi geliştirmeye çalışmıştır.

Öte taraftan Özbekistan, Avrasya Ekonomik Topluluğu’na da girmiş ve bölgedeki Rus liderliğinden kendisini tamamen soyutlamamıştır. 2005 Andican olayları sırasında ABD’nin tavrı karşısında Özbek yönetimi Rusya ile sıkı bağlar kurmak istencini dile getirmiştir.

Kerimov en başta ABD ile iyi ilişkiler kurmaya çalıştı, ABD ise bu ülkeyi bilhassa 11 Eylül sonrasında, Rus hegemonya arayışına, hem de İslami radikalizm hareketlerine karşı desteklemiştir. Özbekistan’daki insan hakları kimi zaman ABD Özbekistan ilişkilerinde kimi zaman gerilmelere sebep olabiliyordu. Lakin Afganistan’daki Radikal Taliban hareketi yükselişe geçtiğinde Kerimov’un sert söylemleri Batılıların gözünde nispeten haklı bulunmaya başlandı. Hatta dönemin ABD savunma bakanı William Perry bu ülkeyi: “Sorunlu bir bölgedeki istikrar adası” olarak niteledi. Bundan sonra ABD ve kontrolündeki uluslararası kuruluşları bu ülkeye büyük destek vermeye başladılar. Kerimov ise bütün bunlara karşılık ABD’ye kendi topraklarında bir üs verdi.

Andican Olayları sırasında ABD’den istediği desteği göremeyen Özbekistan, Soros Vakfı’na ait Açık Toplum Örgütü gibi kuruluşlarını kendi rejimi için tehdit olarak algılamaya başladı. Kendi ülkesinde de Kırgızistan, Ukrayna, Gürcistan tipi renkli devrimlerin hazırlanmakta olduğu hissine kapıldı. Neticede ise ABD’ye karşı ilk uluslararası tepki Şangay İşbirliği Örgütün (ŞTİ)’nün Temmuz 2005’teki Astana zirvesinden geldi. ABD’ye karşı ilk tepki ironik bir şekilde, renkli devrim yaşayan Kırgızistan’dan geldi. Yeni başa gelen Kırgız lider Bakıyev ABD’den ülkesindeki askeri üssü (Manas) kapatmasını istedi. ABD’nin Orta Asya’daki tüm askerlerinin geri çekilmesi gerektiğini de sözlerine ekledi. Bu aşamada Kerimov’da Karşi üssünün kapatılacağını duyurdu.

Kırgızistan ve Avrasya
Kırgızistan dünya politikası açısından son derece yüksek bir jeopolitik öneme sahiptir. Bu jeopolitik önem ABD karşısında oluşturulması muhtemel bir “Rusya, Çin, Hindistan üçgeninin tam ortasında yer almasından kaynaklanmaktadır. Kırgızistan’ın bağımsızlıktan itibaren diğer Orta Asya ülkelerine nazaran liberal demokrasiye karşı çok daha fazla açık ve yatkın bir ülkedir.

Aksar Aksayev döneminde, Kırgızistan, dış politikasında kendince bir İpek Yolu Stratejisi takip etmeye çalışmıştır. Oldukça zayıf bir ülke olduğundan dolayı da BDT dışında bir oluşuma da pek sıcak bakmamıştır.

Aksayev her şeye rağmen bir Türkiye yanlısı idi. Ona göre, Rusya, Kırgızistan’ın anasıydı,; Türkiye ise uzakta olmasına rağmen yolunu aydınlatan Çoban Yıldızıydı. Kırgızistan için Kazakistan’ın rolü çok büyüktür. Çünkü Kırgızistan ancak bu ülke yoluyla Rusya ve dolayısıyla da BDT ile iletişim kurabilmekteydi.

Komşusu Çin’den zaman zaman Doğu Türkistan meselesi yüzünden tehditler algılayan Kırgızistan için, Rusya-Çin yakınlaşası son derede faydalı ve önemlidir. Çünkü ancak bu durumda, Kırgızistan, iki taraftan birini tutmak zorunda kalmayacak ve her ikisiyle de ilişkiler kurabilecektir.

Mart 2005’te Kırgızistan’da yaşanan Sarı Devrim sürecinde ülkede, bilhassa, başkentte yaşayan etnik Ruslar Akayev’i desteklemişlerdir. bu süreçte ABD’nin iki önemli sivil toplum kuruluşundan biri olan Soros Vakfı-Açık Toplum Enstitüsü ve Freedom House muhaliflere destek vermek konusunda öncülük etmiştir. Aslında Kırgızistan’daki devrim ülkedeki klanlar arasındaki bir iktidar mücadelesiydi. Bu sebeple muhalefet beklentisindeki zanlar ve beklentiler yanlış çıkmıştır. Çünkü ilk başlarda Kurmanbek Bakiyev’in ABD yanlısı olduğu zannediliyordu. Devrimden sonra Kırgızistan Rusya’ya daha fazla yakınlaştı ve beklentilerin ötesinde bir durum ortaya çıkmıştır.

10 Temmuz 2005 yılında yapılan başkanlık seçimlerinde iktidara resmen seçim yoluyla gelerek meşruluk problemini aşan Bakiyev, Akayev’in çok yönlü dış politikasının aksine daha ziyade Rus yanlısı bir çizgiye oturmuştur.

SİNAN AYTAŞGİRESUN ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ ULUSLARARASI İLİŞKİLER ANABİLİM DALI TEZLİ YÜKSEK LİSANS - rusya cin

BÖLÜM 6
RUSYA VE ÇİN: AVRASYA BÖLGESİNDE İŞBİRLİĞİ Mİ, YOKDA REKABET Mİ?

Rusya ve Çin’in Avrasya’ya Bakış Açıları ve Stratejileri
SSCB’nin yıkılması ve post-Sovyet alanda 15 bağımsız cumhuriyetin kurulması çin için tam bir ‘wei-ji’ oldu. Derin Çin kültüründe çok akılcı bir şekilde kriz için bu terim kullanılmaktadır. Çince’de Kriz terimi iki kelimeden mürekkeptir. Bir anlamı ‘tehdit’, diğer anlamı ‘fırsat’ olan kriz Çin’in bu sırada karşılaştığı genel manzarayı çok iyi tasvir etmektedir.

Rusya’nın Avrasya’ya daha çok ideolojik, kültürel, romantik duygularla ve stratejik olarak baktığı ileri sürülebilir. Çin için ise, Avrasya daha sınırlı, stratejik v ekonomik bir bölgedir. Çin’in gözünde asli nüfuz alanı Asya-Pasifik olmasına rağmen, pekin yönetimi arka bahçesi olan Avrasya’yı güvenlik altına almak istemektedir.
Çin’in 2000 yılında deklare ettiği geleceğe yönelik üç aşamalı bir planı vardır. Buna göre Çin kısa vadede (10 yıl) ekonomisini güçlendirmek ve bu arada Hong Kong ve Macao’yu sorunsuz bir şekilde anakaraya tam anlamıyla entegre etmek (barış içinde birleştirme stratejisi) istemektedir. Çin orta vadede (50 yıl) ise, enerji ve strateji anlamında önem verdiği Güneydoğu Asya bölgesindeki çıkarlarını güçlendirmek ve ne pahasına olursa olsun Tayvan’ı anavatana bağlamak istemektedir. Uzun vadeli hedeflere gelince, Çin, yüzyılın sonlarına kadar, elde ettiği askeri ve ekonomik gücüne dayanarak dünyanın bir süper gücü olmayı tasarlamaktadır. Bu stratejik yaklaşımdan da anlaşılacağı üzere Çin eninde sonunda ABD ile karşılaşmak zorunda kalacaktır.

Çin, Avrasya koridorunu tek yönlü bir yol olarak görmek istemektedir. Bu yol; doğudan batıya ulaşan bir yol olmalıdır.; aksi yönde Batıdan Doğuya doğru hareket etmeyi sağlayacak bir hat olamamalıdır. Yani, Pekin yönetimi, Türkiye, ABD ve Avrupa ülkelerinin bu hattı kullanarak doğuya gelmelerini istememektedir. Bu halde, Moskova ve Pekin, bilhassa Türkiye ve Azerbaycan arasında doğrudan bir bağlantı kurulmasını asla istememişlerdir.

Çin ve Rusya, Türkiye’nin iç ve dış politik sorunlarında da, genelde Ankara’nın politikasının aksine davranış göstermektedir. Kıbrıs Meselesi, Kürt sorunu buna örnek olarak verilebilir.

Öte yandan Çin ve Rusya, İran’ı ise her bakımdan koruyup kollamaktadır. Çünkü İran aracılığıyla Orta Doğu Şii ekseni üzerinde etkinlik kurmayı arzularlar. İran’ı atlama taş gibi gören bu iki ülke, bu hususta tatlı bir rekabet içinde de görülmektedirler.

Ancak tüm bu ortak noktalara rağmen, Çin Avrasya’yı daha ziyade bir arka bahçesi veya tamponu gibi görmekte olmasına rağmen, Rusya için Avrasya bir ‘lebensraum’dur.

Rusya-Çin İlişkiler ve Avrasya’ya Etkileri
Rusya-Çin ikili ilişkilerinin gelişmesi, Avrasya bölgesi üzerinde doğrudan sonuçlar doğurmuştur. İki ülkenin yakınlaşması 1994 yılından itibaren somutlaşmıştır. Bunun en temel sebebi, ABD’nin dünyada tek hakim pozisyonuna gelmesinden duyulan rahatsızlıktır. ABD’nin Avrasya bölgesinde varlığını tesis etmeye çalışması, iki ülkenin arasındaki tarihsel husumetleri ve rekabeti bir tarafa bırakmalarına yardımcı olmuştur. Ayrıca iki ülke de ABD’ye karşı tek başına mücadele edebilecek durumda değildir.

Orta Asya konusunda tarihi emelleri olan, burada zaman zaman birbirlerine karşı hakimiyet kurmuş olan Rusya ve Çin artık bu bölgede ortak istençlerini daha kolay dile getirip uzlaşmayı bugün temel çıkar olarak görüyorlar. Avrasyalı müttefiklerinin istikrarlı olarak yönetilmelerini istiyorlar. ABD’nin aksine demokrasi yönünde körü körüne vurgu yapmanın gerekmediğini düşünüyorlar.İki ülkenin bölge hakkında anlaşabildikleri önemli bir husus da Orta Asya’nın öncelikle Rusya’nın siyasi ve askeri nüfuz alanı olduğunda göze çarpmaktadır. Çin, Orta Asya ile, güvenlik bağlamından ilgilenmek ister; ancak bu aşamada Rusya’yı karşısına almaya tahammül edemez. Bundan dolayı, bölgeyle daha ziyade ekonomik pazar boyutu ve enerji ihtiyacı bağlamında ilgilenir gözükmektedir.
Rusya, Çin’in Doğu Türkistan meselsinden dolayı bölgede askeri müdahale ve tek taraflı angajmanda bulunmasını hiç istememektedir. Rusya’nın endişelendiği bir diğer husus da ekonomik olarak Çin’e göre oldukça geri kalmış olarak görünmesidir. SSCB’nin çöküşü Çin’in iştahını kabartan bölgesel bir boşluk yaratmıştır. Rusya bundan dolayı Avrasya bölgesinde ekonomik konulardan ziyade bölgesel güvenlikle ilgili ve stratejik konuların üzerinde, terörizm ve sınır sorunlarına karşı işbirliği yapılmasını tercih etmektedir.

Rusya’yı bölgede Çin karşısında endişeye sevk eden bir diğer husus da, zengin enerji kaynaklarına sahip olan Rus Uzak Doğusu ve komşusu Çin toprakları arasında gözle görünür biçimde belirgim olan demografik dengesizliktir. Rus Uzak Doğusunda 8 milyon Rus yaşamakta olmasına karşın komşu topraklardaki Çin nüfusu 120 milyon civarındadır. Moskova’da zaman zaman girilen “eyvah Çinliler geliyor” psikozu, bu bakımdan doğal karşılanmalıdır.

Rusya’nın bu endişelerini giderebilmek için Çin, Avrasya bölgesinde genelde ‘Russia First’ stratejisi izleme dikkat etmiştir. bu bağlamda Rusya’nın içinde bulunduğu durumdan istifade etmeye çalışmamaktadır; Çin kısa ve orta vadede Avrasya stratejisinde hızlı ve maceracı politikalar izlememeye gayret etmektedir. daha çok uzun vadeli stratejisi ile bölgede nüfuzunu arttırmayı deneyecektir. Rusya ve Çin mevcut güç ve söylemleri ile geçmiş hatıralarına dayanarak, gizliden gizliye ABD karşısında hakim ikinci kutup olmayı doğal olarak tercih edeceklerdir. Bu söylem, Rusya için, Çin’e nazaran daha bariz olarak tespit edilebilir.

Ortak İradenin Avrasya’daki Sonuçları
Çin’in görünürde Rusya ile uyumlu olarak izlemeye çalıştığı grand stratejisinin sonuçlarını değerlendirecek olursak, Çin en somut şekilde Rusya ile iş birliği halinde Orta Asya enerji kaynaklarına yakınlaşabilmektedir. Bu noktada Rusya’ya rağmen ve açıkça Rusya’ya karşı hareket etmemeye çalışmaktadır. Öte yandan iki ülkenin bu bölgedeki işbirliği zeminin ve ortak iradesini ŞİÖ sembolize etmiştir. İki ülke arasındaki bölgesel siyasal istikrarın tesisi ise bölgede ekonomik kalkınmaya daha fazla eğilme fırsatı verilmiştir. Bu aynı zamanda tam da Çin’in istediği bir gelişme olmuştur. Zira askeri-siyasal sorunlar varlığını korudukça Rusya güçlü ordusu vasıtasıyla her an bunlara dahil olmak ve müdahalede bulunmak isteyebilirdi. İşte ŞİÖ vasıtasıyla Rusya’nın bölgeye olası müdahale olasılıkları ortadan kaldırılacaktı.

2001 yılından başlayarak ŞİÖ, daha küresel hedeflere yönelme sinyalleri vermeye başladı. Ancak tam da bu sırada, 11 Eylül saldırılarının ardından ABD’nin düzenlediği Afganistan Operasyonu ve Taliban Rejiminin iktidardan uzaklaştırılması hadisesi meydana geldi. Afganistan’daki dengeler tamamen değişti. Dolayısıyla bu süreç, Çin’in Avrasya Projesini bariz bir şekilde sekteye uğrattı Ardından 2003-Irak Operasyonu, Çin’in tüm küresel projesini altüst etti. Bu ortamda Çin telaşa kapılmadan, süreci derhal baştan ele aldı ve yeni bir açılım ortaya koydu. Bu yeni açılımın temel kilit ülkesi ise İran idi.

5 Temmuz 2005 tarihindeki, ŞİÖ Astana Zirvesi’nde ise, bu söylem oldukça belirginleşmiş ve her ne kadar Rusya, kapalı kapılar ardında örgüt ile Washington arasında şiddetli bir gerginliğin olmasına karşı cıksa da neticede ABD’ye karşı bir blok havası estirmiştir.

Öte yandan ABD tarafından çevreleme girişimine karşın, Çin ve kısmen de Rusya, ABD’nin bölgesel menfaatlerine yönelik bir takım karşı çevreleme gayretleri sergilemeye çalışmaktadırlar. Bu bağlamda Çin’in Güneydoğu Asya ülkeleriyle ilişkilerini geliştirmeye çalıştığı görülüyor. Çin Amerikan karşıtlığı ile bilinen bazı Latin Amerika ülkeleriyle yakınlaşmış ve Küba’da bir radar istasyonu kurmuştur. Ayrıca Çin Pakistan ile de yakınlaşmıştır. Avrasya coğrafyasındaki İslami gruplar üzerinde oldukça etkisi bulunan Pakistan’ın bu gücünden de yararlanmak istemiştir.

Avrasya’da güç dengesinin değişmesine neden olan önemli bir olay da, Mart 2006’da Rus Devlet Başkanı Putin’in beraberinde 1000 kişilik bir heyetle Çin’e yaptığı ziyarettir. Rusya, Çin’e daha fazla petrol, doğalgaz ve elektrik enerjisi satacaktır. Çin alacağı bu ürünler için dünya fiyatlarından daha fazla ödeme yapmayı kabul etmiştir. Ayrıca Rusya, Çin’de 15 yıl içinde 30 yeni nükleer santral imal etme konusunda taahhütte bulunmuştur. Nisan 2003’te iki ülke arasında Angarsk-Danking hattını öngören yeni bir petrol anlaşması imzalandı. Ama bu anlaşma da boru hattı sorununu halledemedi. Rusya Demiryoluyla daha fazla petrol göndermeyi teklif etti. Moskova bu konuda Çin ve Japonya arasında tercih yapamadı. Çin bu durumdan rahatsız oldu. Rusya’nın tavrından tatmin olmadığı için alternatif arz kaynağı arayışlarına girdi. 1997 yılında, Çin ile Kazakistan arasında yılda 50 milyon ton petrol transferi için 3000 kilometrelik bir boru hattı inşa edilmesi konusunda anlaşmaya varılmıştır. Yani bu anlamda Çin’i Hazar havzasına adeta Rusya’nın pragmatik tavrı itmiştir.

Putin’in bu ziyaretine karşılık olarak Çin Devlet Başkanı Hu Jintaoi 26 Mart 2007 tarihinde Rusya’ya resmi bir ziyaret yapmıştır. Bu ziyaret iki ülke arasındaki stratejik ortaklığın derinleşmesinde etkile olmuştur. Kısacası iki ülke arasındaki ilişkiler daha da kuvvetlenmiş ve hatta Rusya 2007 yılını ‘Çin Yılı’ ilan etmiştir.

BÖLÜM 7
ABD’NİN AVRASYA STRATEJİLERİ: RUS ABD ORTAK YOLU MU?


Stratejik Benzerlikler
Rusya güneye inme yollarından biri olarak Kafkasya’yı işgal etme sürecine başlamıştı. Hatta bunun için güneydeki İran ile Osmanlı’ya karşı bir ittifak kurmuştu. Bugün ABD’nin Batı-Doğu eksenli nüfuz alanı oluşturma stratejisinde Osmanlı’nın yerine Avrasya’daki İslam ülkeleri konulabilir. Bu durumda benzer şekilde ABD İslami tendenslere karşı Avrasyalı güçlerle (Çin, Hindistan, Rusya) birlikte hem batıda hem de doğuda sıkıştırma taktikleri izlemeye çalışıyor.
Rusya bu geçici yön değişikliğine rağmen güneyde bu sefer dolaylı yollardan etkinlik kurmaya çalışmıştır. Hatta bu amaçla kendi istekleri ile Rusya’ya intisap etmeye çalışan Gürcüleri araç olarak görmüştür. Bugün itibarıyla da ilginç bir tesadüf eseri olarak Gürcistan yine, ABD’nin aynı manada bölgede güvenebildiği tek ülke konumuna indirgenmiştir.

Öte yandan Rusya, Kafkasya’da sürekli olarak Osmanlı-İran sürtüşmesini tahrik etmeye çalışmıştı. Günümüzde ABD’de nüfuz alanı oluşturmak istediği Avrasya Bölgesi’nde Rusya ve Çin veya Çin ile Hindistan arasındaki sürtüşmeleri tahrik etmeye çalışıyor mu?

I. Petro’nun Mirası ve ABD
Rusya açısında 1695’te I. Petro’nun Çar olması bu ülkenin güneye yönelik yayılma stratejilerini sabitleyip, belirginleştiren önemli bir dönüm noktası olarak kabul edilebilir. ABD’nin Avrasya açılımı ile ilgili olarak ise, George W. Bush’un başkan olması (2000) ve dolayısıyla yönetimde neo-con etkisinin belirginleşmesi, aynı etkide bulunmuştur.

I. Petro’nun Evamiri Aşere’si (10 Emir), Rusya açısından bölgeye inme politikasının genel esaslarını, toplam 14 bent içinde, gelecek hükümdarlara bir tavsiye niteliğinde vasiyet bırakmıştır. Petro’nun vasiyetine göre:

Devlet süresiz olarak savaş ortamında tutulmalıdır. ABD’de bugün kendini sürekli savaş durumunda kabul ediyor.

Ordu sürekli teyakkuz halinde tutulmalıdır. ABD açısından ise, Önleyici Savaş ve Önceden Vurma felsefesi kapsamında güç politikasının ön plana çıkarılıyor olmasının temel gerekçesi Avrasya’nın teröristlerden ve bunları destekleyen Radikal İslami örgüt ve rejimlerden arındırılmasıdır.

Rusya ideallerini geliştirinceye kadar güney istikametinde sürekli olarak yayılmalıdır. ABD’li kimi stratejistler de kendi devletleri açısından böyle bir aşırı yayılmayı desteklemektedirler.

Rusya güney politikasında İngiltere ile işbirliği yapmalıydı. ABD’de İngiltere ile işbirliği yapmanın çeşitli yollarını aramaktadır.

Güneye giden yol üzerinde bulunan İran çökertilmeliydi. İran günümüzde de ABD için bir “rogue state” olarak görülmekte olup aynı yıkım hedefi ile karşı karşıyadır.
Güney stratejisinde; Rusya tarafından Anadolu’daki dinsel/etnik çatışmalar maniple edilmeliydi. Bugün Anadolu coğrafyasında ABD değişik etnik ve dinsel gruplar arasında aynı sonucu doğuracak bir ortam kurulmasını açıkça planlamıyor mu? Bu eksende Orta Doğu’da İsrail dışında tüm ülkeler güçsüz bırakılmalıdır.
Petro’nun stratejisi gereğince Anadolu’dakilerin yanı sıra Polonya ve Macaristan’da bulunan tüm Ortodokslar da Rusya iradesinde bir araya getirilmeliydi. ABD günümüzde ise Ortodoks dünyasını Rusya’dan uzaklaştırmaya çalışmaktadır.
Rusya, esaret altında bulunan Ortodoksların bir nev’i kurtarıcısı ve koruyucusu yolunda görülmeye çalışılmış ve bunun neticesinde ise hiç istemeden de olsa Osmanlı’da liberalleşme ve reform sürecine yönelik katalizör rolünü yerine getirmişti. ABD ise aynı şekilde toplumları özgürleştirmeye çalıştığı yolunda bir imaj yaratmaya çalışmıştır.

Çıkarlar gerektirdiğinde, kimi savaşlarda Rusya, savaşan tarafların tümünü destekleyerek olası düşman ve rakiplerini birbirlerine kırdırmalıydı. ABD de günümüzde Irak’ta Şii-Sünni-Kürt çatışmalarını açıkça desteklemektedir.
Günümüzde ABD’nin ve tarihte Rusya’nın Ermeni politikaları da birbirlerini andırmaktadır. Öte yandan ABD’nin Kuzey Irak’ta bir Kürt devletinin kurulmasını desteklemesi ile paralellik göstermektedir.

Rusya, güneye doğru yayılabilmek için sırtını dayayacağı güvenli bir stratejik kazanım olarak Kuzeydeki İsveç üzerinde 1724 yılında dikte ettiği Nystad Anlaşması’nı görmüştür. ABD için günümüzde bu durumun izdüşümü, olası Avrasya yayılımı için dayanak nokrası olarak Klasik Orta Doğu bölgesi üzerinde tesis edilmek durumunda olan Amerikan hakimiyetinin görülmesidir.

Bu Mirasın Günümüzdeki İzdüşümsel Neticeleri
Rusya’nın güneye yönelik yayılma stratejisinin gözettiği faktörlerden en önemlilerden biri, komşu ülkelerin içsel dinamiklerinin istikrarsızlaştırılması olmuştur. ABD’nin ise günümüzde, bundan ancak derece farkı oluşturacak şekilde yayılmayı düşündüğü bölgede önce dışarıdan bir tazyikle lale-gül-portakal devrimi gibi şekillerde merkezi otoriteleri zayıflatmaya çalıştı.

İlginç benzerliklerden biri de, Rusların güneye harekat düzenleyebilmek için göstermelik bir sebep arayıp, bu doğrultu da bir bahane olarak Kafkas Dağlarının Rus tüccarlarının mallarının yağmalanmasını kullandıklarını görüyoruz. Benzer bir şekilde, ABD de gereken Afganistan, gerekse Irak operasyonunda tehdit edilen petrol-petrol güzergahı çıkarlarının yönlendirmesinde hareket etmiştir.
Ancak bütün bu benzerliklerin yanında iki ülkenin güney-doğu istikametlerinde yayılımları itibarıyla temel bir farklılıklarının olduğundan bahsedilebilir. Rusya bu teşebbüsünde Osmanlı’nın ve kısmen de İran’ın askeri mukavemeti ile karşılaştı. Lakin ABD bir mukavemetle karşılaşmamıştır.

O günün şartlarında Rusların Kafkasya’da hakimiyet kurması Gürcüler ve Ermeniler tarafından olumlu bir gelişme olarak değerlendirilmiş ve desteklenmiştir. Bugün ise aynı durum ABD’nin Orta Doğu hakimiyetinin Iraklı Kürtler tarafından algılanması itibarıyla ileri sürülebilir.

Rusya için tarihte, birliklerini çok geniş bir coğrafyada dağıtmanın sağladığı dezavantajlar, günümüzde şüphesiz ABD için de bahis konusu edilebilir. Bölgede mağdur duruma düşen insanlar, yüzlerini Osmanlı’ya bugün de yüzlerini Türkiye’ye doğrultmuş ve ondan bir şeyler bekler vaziyette bulunmaktadırlar. Ama buna karşın, tarihte Rusya gibi, ABD’de Türkiye’ye “Avrupa’nın hasta adamı” muamelesi yapmaktadır.

BÖLÜM 8
TÜRKİYE’NİN AVRASYA YAKLAŞIMI

Türkiye ve Türk Dünyası: Avrasya’ya Yönelik Statükocular ve Değişim Baskıları
Türkiye’de günümüze dek gelişen dört tip Avrasya yönelişini tespit etmek mümkün olmuştur.Bunlar; Turanist/Pan-Türkist yaklaşımlar; Yeni Dünya Düzeni fikri ile bağdaşık pragmatist yaklaşım; Yeni Dünya Düzeni fikrine karşın izolasyonist Türk Tezi yaklaşımı.

Klasik Olarak Klasik Türk Milliyetçiliğinin Gelişimi
Anadolu-Osmanlı coğrafyasında Pan-Türkizm, yani Türk kökenli toplulukların birleştirilmesi amacı ilk kez, 19. yüzyılın sonlarına doğru, Rusya Türklerinin başlattıkları Türkçü hareket için ortaya çıkmıştır. Bu özü itibariye, etnik özelleriklere dayalı bir milliyetçiliktir. Ziya Gökalp’e göre, Pan-İslamizm ve Pan-Türkizm, suni ideolojilerdir. Bu tür ideolojileri icat etmeye gerek yoktur. Zira Türklük zaten doğal ve kendiliğinden bir bütünlük sağlayabilecek güçtedir.

Dil birliği ve ortak tarihi köken fikirleri gibi kültürel temalar, Osmanlı Türkçülüğünün kısa zamanda gelişmesine de tol açmıştır. Bahsi geçen yaklaşımın Osmanlı’da siyasi bir platform olarak önem kazanması, fiilen, İttihat ve Terakkinin iktidara gelmesi ile, yani Jön Türk hareketi vasıtasıyla mümkün olmuştur.
Zaman içinde, Balkanlarda alınan yenilgiler ve toprak kayıpları yanında, nüfus yapısında gerçekleşen önemli değişiklikler nedeniyle Osmanlı’nın küçülmesi, siyasi düzlemde de Osmanlıcılık ve İslamcılığa karşı, Türkçülüğün ciddi bir alternatif olarak düşünülmesine yol açtı. Pan-Türkist yaklaşımın dış politikada somut sonuçlar doğurması, I, Dünya Harbi sırasında olmuştur. Esasen, Harbiye Nazırı Enver Paşa, Alman Genelkurmayının da etkisiyle Osmanlı topraklarının kuzeyde Hazar Denizine, Güneyde ise Afganistan’a kadar uzanmasını hedeflemiştir.Enver Paşa 1917 Sovyet Devrimi sonrasında, kardeşi Nuri Paşa’yı görevlendirdi. Nuri Paşa komutasındaki İslam ordusu Bakü’ye kadar uzandı. İslam Ordusu Bakü’ye ulaştıktan sonra, Azeriler arasından toplanacak gönüllüler ile Juzey Kafkasya ve Dağıstan’a yönelme emrini almıştır. Ama tam bu sırada, 1918 BrersT Litovsk ve ardından da Mondros mütarekesi Osmanlı’nın Kafkasya’daki varlığına son noktayı koymuştur.

Türkiye Cumhuriyeti’nin İlanı ve Türk Dünyası
Türkiye Cumhuriyetinin kurulması, pan-Türkist resmi politikaların tamamen tasviye edilmesini de beraberinde getirmiştir. Halkı Tebaalıktan kurtarıp, ulus inşası sürecini başlatan, Türk ulusçuluğunun Trakya ve Anadolu topraklarında Türk vatandaşlığı kavramıyla temellendirmek isteyen ve tüm bunları yaparken de SSCB’den yardım ve destek gören Kemalist kadrolar, böyle bir tedbir almayı uygun görmüşlerdir. yani, cumhuriyet ile birlikte, Jön Türk zihniyetinin tam tersine gelişme göstermiştir. Bu arada, Türk Dünyası ise kısmen ihmal edilmiş oldu. 1917 İhtilali sonrası Bolşeviklere karşı mücadele etmiş ve Türkiye’ye sığınmış olan Azeri, Tatar, Türkistanlı Türkçü liderlerin siyasi faaliyet içine girmelerine izin verilmedi. Yani kısacası pan-Türkizm ideolojisi, bazı gruplar için önemini yitirmese de, resmi ideolojinin ve hükümet politikalarının dışında bırakılmıştır. Öncelikle kendi kabuğuna çekilmiş bu ideoloji savunmacı ve tekçi bir siyasal programa dönüştü ve tamamen Türkiye sınırları içine tecrit oldu.

İkinci Dünya Savaşı ve Türkçülük Akımı
1930lar ve 40’larda resmi ideolojiye (Kemalist ideoloji ve CHP iktidarına) ve dar bir coğrafyaya dayalı aidiyet tanımına, muhalif olarak karşı çıkan Osmanlı Türkçülüğü çizgisinde bir kesim vardı. Bunlar kendilerini Türkçü olarak tanımlıyorlardı. Yaklaşımları, Türkiye Cumhuriyeti dışında özellikle de SSCB yönetimi altında yaşayan Türk kökenli halklarla siyasi ve kültürel ilişkilerin sürdürülmesi ve güçlendirilmesinden yana olmalarıydı. Muhalif aşırı sağdan Nihal Atsız’ın çevresinde bir araya gelmişlerdir.

Cumhuriyetin yeni söylemlerine açıkça muhalefet eden bu milliyetçi Türkçülük hareketi, aynı zamanda anti-komünizm, anti-sosyalizm ve anti-sosyal demokrasi yüklü bir görüntüdeydi.

İlinici dünya harbi yıllarında, bu görüş üzerindeki hükümet baskıları, harp içinde sürekli değişen Alman SSCB dengelerine göre, ya artmış ya da azalmıştır. Neticede SSCB galibiyeti kesinleşince de Türkçüler içeri atılmıştır.

Soğuk Savaş Sonrası Türkçülük ve Avrasya’nın Yeniden Keşfi
1991 yılında SSCB dağılınca Türkiye’de Türkçü cereyan teni bir aşamaya ulaşmış oldu. Bu bağlamda Türkçü akım öncekilere ilaveten iki amaç daha kazanmıştır: Türk dünyasını keşfetmek ve bu dünyaya kendi modelini sunmak. Öte yandan uluslararası ortam da Türkiye’ye bu açılımında yardımcı oludu. Başta ABD Türkiye’yi söz konusu bölge için model ülke olarak gösterdi ve hatta kısmen de olsa “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Türk Dünyası” söylemini destekledi. Bu noktada Türkçülük yeni koşullar altında, dil. din ve kültürel yaşam biçimi benzerliklerinin teşvik ettiği bölgesel ve kültürel bir çalışma alanı olarak ortaya çıkmıştır.
Ancak, Turgut Özal dönemiyle birlikte Türk cumhuriyetlerine zaman zaman verilen ‘biz sizin ağabeyiniziz’ ve ‘biz size yol gösteririz’ gibi abartılı yaklaşımlardan dolayı bölge ile ilişkilerinde bazı sorunlar ile karşılaştı. Her şeyden önce o zamana kadar Türkiye’de bu bölgeye yönelik olarak yapılan ilmi/kültürel çalışmalar yetersiz kalmıştı. Dolayısıyla, Türkiye bölgeye ilişkin kendi bakış açısını geliştirmekte zorlandı. Bölgeye daha çok Batılı ülkeler gibi ve Anti-komünist dürtülerle yaklaşıldı. Nadiren de olsa Türkiye, bölgeye batı Avrupa tipi emperyalist gayelerle yaklaştığına dair yanlış imajlar vermekten de kaçınamadı.

Yeni Dünya Düzeniyle Uyumlu Pragmatik Bir Avrasya Yönelimi
Soğuk Savaş koşullarında, Türkiye doğu bloğuna karşı Batı Bloğu içinde aktif olarak bulunmuş ve dolayısıyla Avrasya Bölgesi ile ilgilenme fırsatı bulamamıştır. Soğuk Savaş sonrası ile birlikte, Türkiye Batıya verdiği önemi muhafaza etmekle birlikte Batı ile problemler yaşadığında, Avrasya seçeneğini kullanmak istemiş ve dolayısıyla bu bölgeye Pragmatik tarzda eğilim gösterebilmiştir.

Türkiye’nin 1990’lardan beri takip ettiği resmi Avrasya yönelimi; pragmatik, süreklilik göstermeyen, parçalı ve hepsinden önemlisi de Yeni Dünya Düzeni şartlarının karşısında olmayan, hatta tam tersine yanında ve dolaylı destekçisi olan bir konumda tecelli etmiştir.

Türkiye’de Soğuk Savaş Sonrası Gelişen Elitist Eleştirel Avrasyacılık Yaklaşımı
Avrasya bölgesindeki resmi devlet politikaları Türkiye’de bir grup seçkin tarafından Yeni Dünya Düzeni’ne paralel olduğu gerekçesiyle sert bir biçimde eleştirilmiştir. Bunlar bölgeye siyasi olduğu kadar, kültürel zeminden de bakmaya özen göstermektedirler.

Yeni Dünya Düzeni’nin hakim güçlerinin, en başta da ABD’nin karşısında, bu iki ülke benzer bir edimsellik içindedirler. Ama bu hareketlenmenin Avrasyacı bir çıkış olduğunu düşünmek saflık olur. Çünkü bu şekilde blokları birbirine karşı oynama stratejisi, Osmanlı döneminden itibaren, en çok da cumhuriyetin ilanından sonra Atatürk’ün yönlendirdiği Türk dış politikasının temel özelliklerinden biri olmuştur.

BÖLÜM 9
KAFKASLARDA BÖLGESEL BÜTÜNLEŞME ARAYIŞLARI

Tarihten Günümüze Kafkasya’daki İşbirliği ve Entegrasyon Girişimleri
Kafkasya birliği meselesine Osmanlı İmparatorluğu döneminde yöneticiler tarafından çok önem verilmekteydi. Osmanlılar kurulacak bir birliğe bölgede Türk hakimiyetinin aracı olarak bakıyorlardı.

Rusya’da Romanov hanedanının yıkılmasından sonra ise Rusya Kurucu Meclisi’ndeki Kafkasyalı delegeler bir araya gelerek, bir Trans Kafkasya Seym’i oluşturmuşlardır. 23 Şubat-26 Mayıs 1918 tarihleri arasında varlığını sürdürebilmiş olan bu Asamble, Kafkasya’daki ulusların ilk entegrasyon denemesi idi.
Kafkasya birliği düşüncesi bugün olduğu gibi o dönem de Azeri aydınların zihniyetinde önemli bir yere sahipti. Etnik kargaşadan kaynaklanan düzensizlik ve zafiyet, Müsavat Partisi lideri Mehmet Emin Resulzade mantığında ancak bir “Ortak Kafkasya Evi”nin kurulmasıyla aşılabilirdi.

Şartlı olarak Trans Kafkasya fikrini destekleyen Lenin’in direktifiyle bölgede 1922 yılında, Bolşevikler tarafından “Transkafkasya Sovyet Federe Sosyalist Cumhuriyeti” kurulmuş ve bu yapı 1936 yılına kadar da varlığını sürdürmüştür. Dolayısıyla hür ve bağımsız ülkelerden oluşacak Kafkasya birliğini savunanlar bu gelişmelerden hiç de hoşnut olmadılar. Bu Kafkasyalı göçmenler yoğun çabalar harcayarak 14-23 Şubat 1935 tarihleri arasında Kafkasya Federasyonu Konseyini oluşturdular.
Kafkasya birliğinin sağlanması yönündeki bu projeler 1990’ların başlarında bağımsızlıkla birlikte şiddetle etnik çatışmaların yeniden başlamasıyla adeta bir can simidi gibi görülerek yeniden canlandırılmaya çalışılmıştır. 4-5 Eylül 1992 tarihleri arasında Dudayev’in girişimleriyle Grozni’de Ortak Kafkasya Evi örgütü üyeleri bir yuvarlak masa toplantısı düzenlemişlerdir. Azerbaycan ve Gürcistan arasında imzalanan Kafkasya Bölgesinde Barış, Güvenlik ve İşbirliği üzerine Tiflis Deklarasyonu Ortak Kafkasya Evi fikri için teorik bir temel oluşturmuştur. Bu deklarasyon 8 Nisan 1996’da Haydar Aliyev’in Gürcistan’a yaptığı resmi ziyaret esnasında imzalanmıştır.

Bu girişimlere yönelik karşı atağa geçen Rusya Tiflis Deklarasyonuna alternatif olarak değerlendirilen Kislovodsk Deklarasyonunun hazırlanmasına önayak olmuştur.

Trans Kafkasya Birliğinin Kurulmasının Önündeki Bazı Engeller
Bölge ülkelerinin kendi içlerinde ve kendi aralarında yaşadıkları etnik ve/veya toprak uyuşmazlıkları ve bundan kaynaklanan düşmanlıkları

Tarafların tezlerinin sıfır toplamlılığı

Bölge ülkelerinin kendi ayakları üzerinde durup dış politikada bağımsız hareket edemiyor oluşları

Yapısal ahenk eksikliği

Üç ülkede de bölgesel işbirliği ve entegrasyona yönelik olarak farklı model tercihlerine ve farklı düşüncelere sahiptirler

Bölge dışı iki büyük devlet olan ABD ve Rusya arasında bölgeye yönelik bir işbirliğinden çok bir rekabet havasının olması

Kendini Trans Kafkasya’ya ait hissetmemek

Bölge ülkeleri ortak dış ve iç tehdit algılamalarında büyük eksikliklere sahiptirler

Bölgenin illegal silah akışına açık ve müsait olması

Bölgedeki üç ülke arasında karşılıklı bağımlılığın geliştirilememesi

Etnik unsurların birbirleri ile iç içe girmiş vaziyette yaşamaları

SİNAN AYTAŞGİRESUN ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ ULUSLARARASI İLİŞKİLER ANABİLİM DALI TEZLİ YÜKSEK LİSANS - avrasya putin

Yorumlar

  1.  avatarı
    Anonim

    girdiği takıma uyum sağlayamayıp giziliden kaybetmesine çalışan bebeler gibiyiz

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir