2000’Lİ YILLARDA TÜRKİYE-RUSYA İLİŞKİLERİ
Mürselin ÖZER
T.C.
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi
İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı
LİSANS TEZİ
Tez Danışmanı
Doç. Dr. Ramazan ERDAĞ
Eskişehir,2019
İÇİNDEKİLER
GİRİŞ……………………………………………………………………………………………………….3
1. BÖLÜM
2000’Lİ YILLARDA TÜRKİYE ve RUSYA’DAKİ İKTİDAR DEĞİŞİMLERİ
1.1. 2000’Lİ YILLARDA TÜRK DIŞ POLİTİKASI……………………………………….5
1.1.1. Cumhuriyet’ten 2000’li Yıllara Türk Dış Politikası……………………………5
1.1.2. 2002-2009 Yılları’nda Türk Dış Politikası………………………………………..7
1.1.3. Arap Baharı’nın Türkiye’ye Yansımaları…………………………………………10
1.1.4. 15 Temmuz FETÖ Darbe Girişimi ve Sonrası…………………………………11
1.2. 2000’Lİ YILLARDA RUS DIŞ POLİTİKASI…………………………………………18
2. BÖLÜM
2000 – 2015 YILLARI ARASINDA TÜRKİYE – RUSYA İLİŞKİLERİ
2.1. VİZE MUAFİYETİ………………………………………………………………………………..22
2.2. ÜST DÜZEY İŞ BİRLİĞİ KONSEYİ……………………………………………………..23
2.3. TURİZM ANTLAŞMALARI………………………………………………………………….27
2.4. SURİYE KRİZİ BAĞLAMINDA TÜRKİYE – RUSYA İLİŞKİLERİ………………………………………………………………………………………………..28
2.5. RUSYA’NIN KIRIM’I İLHAKI KONUSUNDA TÜRKİYE’NİN TUTUMU……………………………………………………………………………………………………31
3. BÖLÜM
2015 – 2018 YILLARI ARASINDA TÜRKİYE – RUSYA İLİŞKİLERİ
3.1 TÜRK AKIMI PROJESİ………………………………………………………………………….32
3.2 UÇAK KRİZİ ve SONRASI İLİŞKİLERİN GERGİNLEŞMESİ………………….34
3.3. FETÖ DARBE GİRİŞİMİ VE RUSYA’NIN TUTUMU………………………………37
3.4. BÜYÜKELÇİ SUİKASTİ……………………………………………………………………….38
3.5. TÜRKİYE ve RUSYA’NIN SURİYE’DEKİ BÖLGESEL İŞ BİRLİĞİ…………39
3.6. ASTANA SÜRECİ…………………………………………………………………………………41
3.7. İSTANBUL’DA 4’LÜ ZİRVE………………………………………………………………….43
SONUÇ……………………………………………………………………………………………….45
KAYNAKÇA………………………………………………………….…………………………..47
GİRİŞ
Türkiye ile Rusya ilişkileri tarihsel açıdan bakıldığında diplomatik krizlerden dolayı gergin geçmiştir. Yüzyıllardır süren bu gerginlikte iki ülkenin de jeopolitik anlamda rekabet halinde oldukları alanlar bu ilişkileri etkilemiştir. Özellikle Sovyetler Birliği dönemine gelindiğinde ilişkilerde ciddi bir gerileme yaşanmıştır. Soğuk Savaş döneminde ise Türkiye ile Sovyetler Birliği’nin zıt kutuplarda yer almalarından dolayı ilişkilerde küresel siyaset alanında neredeyse hiçbir konuda gelişme gösterememiştir. Ancak Soğuk Savaş bitiminden sonra özellikle 2000’li yıllara gelindiğinde iki ülke arasında “Rekabetten İş Birliğine” doğru bir canlanma olmuştur. Bu yıllarda ilişkilerde görülen olumlu havanın oluşmasında iki ülkede de gerçekleşen iktidar değişiminin etkili olduğunu söylemek mümkündür.
Görevde geçirdikleri süreler de göz önünde bulundurulduğunda hem Vladimir PUTİN hem de Recep Tayyip ERDOĞAN dünyanın en tecrübeli devlet başkanları olarak karşımızda durmaktadır. Bu uzun süre zarfında birbirlerini yakından tanıma fırsatı bulan ERDOĞAN ve PUTİN’in birçok uluslararası meselede aynı görüşü paylaştıkları görülse de ihtilafa düştükleri noktalarda mevcuttur. Enerji, bölgesel ve uluslararası güvenlik, vize muafiyeti ve ticari konularda ortak noktada buluşabilen iki lider, Suriye meselesi başta olmak üzere, Kıbrıs ve sözde Ermeni Soykırımı gibi Türkiye için hayati önem taşıyan başlıklarda henüz bir çıkar yol belirleyebilmiş değillerdir. 2000’li yıllardan beri ihtilafa düştükleri konularla iş birliği konuları bu şekilde ayırabilen iki lider ilişkilerde büyük bir yol kat etmişlerdir.
Bu çalışmanın birinci bölümünde 2000’li yıllarda Türkiye ve Rusya’daki iktidar değişimlerinin ardından her iki ülkenin dış politika yaklaşımları ele alınmaktadır.
İkinci bölümde ise 2000’li yıllardan 2015 Uçak Krizine kadar olan dönem değerlendirilmektedir. Bu dönemde Türkiye ve Rusya arasında Vize Muafiyeti, Üst Düzey İş Birliği Konseyi gibi gelişmelerle olumlu bir seyir izlerken; Türkiye – Suriye ilişkileri konusundaki yakınlaşma müzakerede sorunlar oluşturmuştur. Ayrıca Rusya’nın Kırım’ı ilhakı hususuna Türkiye karşı çıkmakla birlikte ikili ilişkilerde Rusya’yı karşısına alacak bir tutumda bulunmamıştır.
Üçüncü bölümde ise 2015-2018 yılları arasındaki süreç ele alınmaktadır. Öncelikle Türk Akımı Projesiyle ilişkiler gelişirken 24 Kasım 2015’te Suriye sınırında Rus uçağının Türk uçağıyla düşürülmesiyle birlikte başlayan ve ilişkileri sıfır noktasına getiren süreç incelenecektir. 15 Temmuz 2016 FETÖ’nün başarısız darbe girişiminde ise Rusya, Türkiye’nin yanında olduğunu en net şekilde ifade ederek destek açıklamasında bulunmuştur. Ardından Aralık 2016’da Rusya’nın Ankara Büyükelçisi Andrev KARLOV’un ölümü ile neticelenen suikast sonrasında da iki lider de başarılı bir sınav vererek Suriye konusundaki iş birliği süreci devam etmiş ve ilişkiler zarar görmeden devam etmiştir. Suriye krizinin çözülmesi noktasında da birlikte hareket etmeye gayret eden iki ülkenin öncülüğünde Ocak 2017’de Astana Süreci başlatılmıştır. Son olarak 27 Ekim 2018’de İstanbul’da yapılan 4’lü Zirve (Türkiye, Rusya, Fransa ve Almanya) ve sonucunda yayınlanan ortak bildiri değerlendirilmektedir.
Bu tezin yazılma amacı Rusya’nın küresel bir güç olması ve Türkiye’yi de yakından etkilemesidir. Türkiye ve Rusya’nın son 18 yılda gelişen politik süreçleri siyasi ve ekonomik perspektifte ele alınmaktadır.
1.BÖLÜM
2000’Lİ YILLARDA TÜRKİYE ve RUSYA’DAKİ İKTİDAR DEĞİŞİMLERİ
1.1. 2000’Lİ YILLARDA TÜRK DIŞ POLİTİKASI
1.1.1.Cumhuriyet’ten 2000’li Yıllara Türk Dış Politikası
1923’ten itibaren Türk Dış Politikası için kabul edilen genel düşünce dış politika ilkelerindeki devamlılık olmuştur. Bu unsurlardan ilki olan “batıya yönelme” ilkesini o dönemdeki bürokratlar benimseyerek Türkiye’nin muasır medeniyetler seviyesinde Avrupalı bir devlet olmasını istemişlerdir. Daha sonraları bu ilkeye karşılık ülkede farklı görüşler çıkmış olsa da Batılılaşma baskın bir ifade olarak kalmaya devam etmiştir. İkinci unsur ise tarihin rolüdür. Osmanlı Devleti’nin dağılışından Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna kadar geçen süredeki gelişmeler Türk dış politikasını derinden etkilemiştir. Üçüncü unsur olarak da güvenlik kaygısı ve güvenlik odaklı dış politika gösterilebilir. İki kutuplu sistem Türkiye’yi kimi komşularıyla karşı karşıya getirince bazı farklılıklardan dolayı güvenlik ortamı oluşmasına yol açmıştır. 20. yy. süresince Türkiye’de dış politika ve güvenlik politikalarının neredeyse ayrılmaz bir bütün olduğu açıkça görülmüştür.
Soğuk Savaş’ın bitmesi ve çok kutuplu uluslararası sisteme geçilmesiyle birlikte başlayan değişim, Türk dış politikası ilkelerinin temelinden sarsılmasına yol açmış ve Türkiye bu değişimin gerisinde kalmıştır. Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile Merkez ve Doğu Avrupa ülkeleri liberal sisteme geçiş yaparken, Türkiye çevresindeki bölgelere ise savaşlar ve çatışmalar gelmiştir. Türkiye bu yüzden Avrupalı müttefiklerinin Soğuk Savaş sonrası yararlandığı barıştan yararlanamamıştır.
Soğuk Savaş sonrası yeni dönemde, Sovyetler Birliği tehdidi yok olurken, onun yerini Ortadoğu’daki -Suriye, Irak ve İran’daki- tehditler almıştır. 1992’de Milli Güvenlik Stratejisi Belgesi yenilenerek Suriye, Irak ve İran’ı PKK’ya yaptığı yardımlar sebebiyle bu tehdidin önemli kaynakları olarak kabul edilmiştir. PKK sorunu ve güney komşulardan artan sınır ötesi saldırılar nedeniyle Türk dış politikasındaki güvenlik yönelimi ve Hobbesçu yöntemlerin yaygın kullanımı devam etti. Böylelikle, Türkiye bir “baskıcı bölgesel güç”e dönüştü.
Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Türkiye’nin Avrupalı kimliği sorgulanmaya başlamıştır. NATO’ya üye olmak Batılı olmak değildi ve Türkiye’nin 1989’da Avrupa Topluluğu’na yaptığı başvurunun reddiyle birlikte bu kimliğin sorgusu daha da pekişmiştir. Demokrasi yetersizliği ve ekonomik istikrarsızlık Türkiye’nin Avrupalı olmasını engelliyordu.
Balkanlar, Orta Asya ve Kafkasya’daki değişimler Türkiye’ye yeni bölgesel kimlik fırsatı sunmuş, Turgut ÖZAL ile birlikte kendisini -Balkanlar, Karadeniz, Akdeniz ve Hazar’ı da içine alan- bir Avrasya Devleti olarak tanımlamaya başlamıştır. Orta Asya ve Kafkaslar’da aktif rol üstlenerek büyük ağabey olmak istemiş fakat bu bölgelerdeki ülkeler bağımsızlıklarını yeni kazandığından bunu kabul etmemişlerdir.
1990’ların sonuna gelindiğinde, PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Yunanistan’da yakalanması, 1998’de Suriye’nin PKK’yı terör örgütü ilan ederek Adana Mutabakatı’nı imzalaması ve 1999’da Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından PKK’nın yenilgisinin deklare etmesiyle birlikte Türk dış politikasında değişim yaşanmıştır. Diğer bir değişle Türkiye’nin bu dönemden sonra komşularıyla ilişkileri normalleşmiştir.
2002 sonrası dönemde ise iktidarın değişmesiyle birlikte Türkiye proaktif ve çok boyutlu dış politika izlemeye başlamıştır.
1.1.2. 2002-2009 Yılları’nda Türk Dış Politikası
Bu dönem aslında 11 Eylül saldırılarıyla başlayıp Arap Baharı’nın ortaya çıktığı döneme kadar devam eder. Bu dönemde Ahmet Davutoğlu’nun dış politikayı şekillendirmedeki rolü büyüktür. Davutoğlu’nun dış politika konusunda temellendirilmesi gerektiğini savunduğu 5 esas vardır. Bunlar:
⦁ Güvenlik ve özgürlük arasında kurulacak bağlantı: 11 Eylül sonrasında ABD başta olmak üzere, küresel aktörler, hükümet dışı kuruluşlar ve akademisyenler güvenlik konusuna ağırlık vermişlerdir; fakat burada tek istisna Türkiye’dir. Bu dönemde, güvenliğini riske atmadan devamlı demokratikleşerek özgürlük alanlarını geliştiren tek ülke Türkiye’dir. Bu gerçekleştirildiğinde Türkiye diğer ülkelere model olacaktır. Ülkemiz bu bağlamda coğrafi ve tarihi açıdan kendi bölgesinde merkez ülke konumundadır. Bunu harekete geçirebilirsek, kendi bölgemizde ciddi dönüşümlerin önünü açabiliriz.
⦁ Komşularla sıfır sorun ilişkisi: Bu nokta aynı zamanda birinci esasla birlikte bir noktaya ulaşmayı sağlayacaktır. Bu esas Türkiye’nin etrafının sürekli düşmanlarla çevrili olması psikolojisinden kurtararak tüm komşularıyla ilişkilerini iyi tutan ülke olması üstüne kurulmuştur. İlişkilerimizin sıkıntılı olduğu iki komşu ülke vardır: Ermenistan ve GKRY. Bu hususta açılımlara ön ayak olacak şekilde, Türkiye’nin stratejik çıkarları, Azerbaycan’ın toprak bütünlüğü ve Kıbrıs Türk halkının kültürel, siyasi ve ekonomik varlığı gözetilerek, değişkenlerini bizim belirleyip oluşturacağımız Kafkas ve Kıbrıs politikası ile bu alanların da sorunlarını ortadan kaldırmak ve komşularla sıfır sorun noktası, ülkemize dış politika yapımında manevra yetenekleri kazandıracaktır.
⦁ Çok boyutlu-çok kulvarlı dış politika: Türkiye’nin uluslararası ilişkilerin bu dinamik şartlarında statik bir politika yürütmesi imkansızdır. Irak’ta su yüzüne çıkan, hem Atlantik İttifakı içindeki bölgesel, hem de Transatlantik’le Avrasya arasındaki küresel parçalanma ve Asya-Avrupa, İslam-Batı, Güney-Kuzey kutuplaşmaları içinde Türkiye, kendisi problem kaynağı olmayan, aksine problem çözücü, küresel ve bölgesel barışa katkı sağlama yönünde inisiyatif kullanan ve çekim alanı oluşturan bir ülke olmalıdır. Rusya ve AB ile ortak çıkar alanları geliştirebilmeli, komşularla yakın iş birliği içinde olmalı ve ABD ile stratejik ilişkiyi sürdürmeyi esas almalıdır. Türkiye bu yapıya başarıyla uyum sağlamıştır.
⦁ Yeni bir diplomatik üslup: Türkiye’nin uluslararası ilişkilerde tanımlanan rolü bir köprü olma idi fakat Türkiye’nin yeni dönemde köprü değil merkez ülke olarak tanımlanması gerekir. Doğu platformlarında Doğulu kimliğiyle ve bu kimlik etrafında çözümler üretebilen, Batı platformlarında ise bir Avrupalı gibi Avrupa geleceğini tartışabilen bir ülke olmalıdır.
⦁ Ritmik diplomasiye geçiş: Statik diplomasiden dinamik şartlara uyum sağlayacağımız ritmik diplomasiye geçiştir. 2003 yılına bakıldığında krize rağmen, başbakan ve dışişleri bakanı düzeyinde 40’ı aşkın ülke ziyareti edilmiştir.
Türk dış politikasının çerçevesi yumuşak güç ve aktif küreselleşme üzerine idi. Bu dönem Türkiye’nin proaktivitesi için uygundu. Zira İslam’ı, demokrasiyi ve laikliği dengeleyebilmesi küresel ve bölgesel olarak ilgi artışına neden olmuştur. Proaktivite ekonomi, kültür, diplomasi, kimlik vb. alanlarda uygulandı. Laik, demokratik bir hükümet, büyük ölçüde Müslüman nüfus, dinamik ekonomi ve oldukça hareketli, genç ve girişimci bir nüfus olan Türkiye, Ortadoğu ve genel olarak Müslüman dünyasında demokrasi, istikrar ve barış geleceği için örnek bir ülke veya ilham kaynağıydı.
AB ile ilişkilerin derinleşmesi ve 2000-2005 yılları arasında tam katılım müzakerelerinin başlaması ise olumlu bir algı yaratmıştır. Stratejik açıdan bu dönemde aktif küreselleşme stratejisi, güvenlik ittifaklarının kurulumuyla azalmıştır. Türkiye’nin AB üyelik süreci “demokratikleşme” ve “istikrar sağlama” tanımlarıyla ele alınabilir. Türkiye’nin, azınlık hakları, ifade, basın ve örgütlenme özgürlüğü, sosyal ve kültürel hakların geliştirilmesi gibi AB kriterlerini yerine getirme çabası Türk siyasal kültüründe, korku politikasından daha açık, özgür ve çoğulcu bir kültüre doğru bir dönüşüm yaratmıştır. Bu dönüşümün olumlu etkileri özellikle sivil-asker ilişkilerinde ve dış politikada görülmüştür.
Bu dönemde Türkiye Ermenistan’la da ilişkilerini normalleştirme yolunda ilerlerken, Ermeni soykırımı ABD Temsilciler Meclisi’nde kabul edilmesinden iki gün önce Ermenistan’ın Türkiye ile ilişkilerini askıya aldığını açıklamasıyla ilişkiler kesintiye uğramıştır. Başbakan Erdoğan bu durumu Karabağ sorunuyla ilişkilendirerek soykırım kabulüne tepki göstermiş, Ermenistan ise her seferinde bu kabulün ön koşul olduğunu sunarak Karabağ konusunda taviz vermek istememiştir. Türkiye bunlara rağmen Ermenistan ile normalleşme sürecini önemsemiştir.
Türk dış politikası aktifliği Kafkasya’da da görülmüştür. Gürcistan – Rusya krizi başlamadan önce Türkiye’nin, Rusya, Ermenistan, Azerbaycan, Gürcistan ve Türkiye’nin de içinde bulunduğu çok taraflı diplomasisi, Kafkasya İstikrar ve İş Birliği Platformunu oluşturmuştur. Platform, üyelerin bölgeye olan bakış açısını geliştirmeyi, bölgesel barış ve güvenlik, enerji güvenliği ve ekonomik iş birliği konularında kullanılabilecek araçlar oluşturmayı hedeflemiştir.
Türkiye-Rusya ilişkilerinde ise bu dönemde büyük gelişmeler görüldü. Rusya Başbakanı Putin 2009’da Türkiye’yi ziyaret ettiğinde enerji boru hatları, nükleer santraller, gümrük problemleri gibi birçok alanda iş birliği anlaşmaları imzalanmıştır.
1.1.3. Arap Baharı’nın Türkiye’ye Yansımaları
Arap Baharı, 18 Aralık 2010’da üniversite mezunu ve işsiz olan Mohammed Bouazizi’nin kendisini yakmasıyla Tunus’ta başlayan daha sonra kısa sürede Kuzey Afrika’ya ve Ortadoğu’ya sıçrayan halk ayaklanmalarıdır. İsyanlar protesto ve mitinglerle başlayarak zamanla Suriye’deki gibi çatışma ve iç savaşa dönüşmüştür.
Bu ayaklanmalarla birlikte bölgede bir değişim süreci başlayınca Türkiye’nin 2002’de ele aldığı “komşularla sıfır sorun” politikası” işleyemez duruma gelmiştir. Suriye ile olan ilişkilerde Türkiye’nin muhalifleri desteklemesi, Esad’a görevi bırakma çağrısında bulunması ve Esad’ın bu uyarıları ciddiye almamasıyla son bulmuştur. Tunus ve Mısır’da ise olaylar başladığında muhalifleri desteklerken, Libya ve Suriye’de önce “bekle-gör” politikası izlemiş daha sonrasında hükümetlerin halkın talebini yerine getirmeme ve muhaliflere karşı aşırı güç kullanması nedeniyle burada da muhaliflerden yana tavır takınmıştır. Olaylar Tunus’tan Libya’ya sıçradığında, Türkiye önce NATO’nun Libya’ya karşı yaptığı askeri operasyonlara karşı çıkmış olsa da, Kaddafi’nin şiddeti tırmandırması ve iktidardan çekilmek istememesiyle NATO’nun uluslararası insani müdahale gücüne katılmıştır.
Türkiye ile İsrail arasındaki kriz de giderek derinleşmiştir. Arap Baharı, iki ülke arasındaki krizde doğrudan sebep değildi fakat bu süreçteki olayların yorumlarından Türkiye İsrail ilişkilerinin eskiye dönmesi zorlaşmıştır.
Arap Baharı önce bölgeye umut getirmişti fakat daha sonra iç savaşlar arttı. Hem Mısır’daki askeri darbe hem de Suriye iç savaşı bölgedeki dönüşüm ihtimalini bitirdi. 2010-2014 yılları arası proaktif dış politika etkilendi ve bunu yenileme gereği duyuldu.
1.1.4. 15 Temmuz FETÖ Darbe Girişimi ve Sonrası
Türkiye’de 15 Temmuz 2016 Cuma akşamı saat 22.00 civarında Ankara ve İstanbul’da FETÖ merkezli bir darbe girişimi olmuştur. Ankara ve İstanbul’un önemli kurumlarının bir bölümünü ele geçiren bu girişim Türk halkının tepkisi ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip ERDOĞAN’ın liderliğiyle püskürtülmüştür. Darbe girişiminin Türkiye’nin dış politikasında da etkileri olmuştur.
ABD ve AB’nin 15 Temmuz yaklaşımı sebebiyle Türkiye müttefikleriyle ilişkilerini tekrar gözden geçirmek zorunda kalmıştır. Darbe öncesinde Rusya ve İsrail’le olan ilişkilerde normalleşme sürecine giren Türkiye, Batı başkentlerinin darbe gecesindeki kararsız tavrından rahatsızlık duymuştur.
ABD Dışişleri Bakanı darbe girişimiyle alakalı yaptığı açıklamada “istikrar ve süreklilik” ten bahsetmiştir. Başkan Obama’nın Türkiye’de seçilmişlere verdiği destek ise ABD’nin tavrının kısmen değiştiğini göstermiştir. Buna karşın FETÖ liderini iade etmemesi ve 15 Temmuz’da İncirlik üssünü kullanması Türk kamuoyunda ABD’nin darbeyle bağlantısı olup olmaması konusunda şüphe uyandırmıştır. Yine OHAL uygulamaları ve darbecilerin temizlenmesi hususunda ABD’lilerin açıklamaları ilişkilerdeki gerginlikleri artırmıştır.
Avrupa başkentleri de ABD ile aynı tutumu sergilemiştir. AB’ye üyelik için müzakereler yapan demokratik bir ülkenin maruz kaldığı darbe tehdidiyle Cumhurbaşkanı’nın daha da otoriterleşeceğini düşünmüşlerdir. Ayrıca Avrupa’da yaşayan Türklerin darbe direnişine destek vermesine tepki göstermişlerdir.
16 Nisan halk oylaması için Türk siyasetçilerin Avrupa’da “evet” lehine propaganda yapması yasaklanmış ve Avrupa ülkelerinin “hayır” taraftarı olması Türkiye Avrupa Birliği ilişkilerini yeni bir gerilmeye sürüklemiştir. Almanya’nın bu propagandaları farklı bahanelerle engellemeye çalışması Avusturya, İsveç ve Danimarka tarafından taklit edilmiştir. Fransa engellemediyse de cumhurbaşkanı adayları görüşleri yasaklama yönünde olmuştur. Hollanda da ise bu konuda diplomatik bir kriz yaşanmıştır. Dışişleri Bakanı’nın uçağına iniş izin verilmemiş ayrıca Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı persona non grata (istenmeyen kişi) ilan edilmiştir.
Aslında Avrupa’nın aşırı sağ ve yabancı düşmanlığına savrulması 2008 ekonomik krizine kadar götürülebilir. Arap isyanlarının iç savaşlara dönmesi ile Avrupa mülteci dalgası ve DEAŞ terörü ile yüzleşmek zorunda kalmıştır. Britanya’nın AB’den ayrılma kararı (Brexit) ve Trump’ın iktidara gelişi ile Batı demokrasilerinin krizi iyice belirginleşmiştir. Söz konusu krizi derinleştiren olgu ise Avrupa merkez siyasetçilerinin aşırı sağın siyasi gündemine giderek teslim olmasıdır.
Bunlarla birlikte Avrupa başkentleri Suriye’deki iç savaşın olumsuz sonuçlarında Türkiye’yi yalnız bırakmaları ilişkilerin bozulmasında etkili olmuştur. Avrupa’nın, terörle mücadele ve mülteciler hususundaki yaklaşımı Türkiye ile müttefikliği sorgulatmıştır. Bunun temel sebebi, Avrupa’nın 15 Temmuz darbe girişimi karşısında aldığı tavırdır. Bu da “Avrupa Birliği’nden ayrılma” fikrini tartışmaya açmıştır.
15 Temmuz darbe girişiminin Türk dış politikasına yaptığı en önemli etkilerden birisi kendi başının çaresine bakma duygusunu güçlendirmesidir. 2015’te Rusya ile yaşanan gerginlikte Batılı müttefikleri tarafından yalnız bırakıldığını gören Türkiye bu hissi 16 Temmuz 2016 sabahı daha derinden hissetmiştir. İşte Suriye denklemine Türkiye’nin aktif müdahalesi anlamına gelen Fırat Kalkanı Operasyonu böylesi bir ortamda gerçekleşmiştir.
Fırat Kalkanı Operasyonu, Türk dış politikasını “yeni ulusal güvenlik anlayışı” etrafında şekillendirmiştir. Bu çerçevede terör örgütleri (PKK, DEAŞ ve FETÖ) ile mücadelede “önleyici ve ön alıcı tedbirler” ile mücadele öngörülmüştür. Cumhurbaşkanı ERDOĞAN ise Türkiye’nin yanlış güvenlik anlayışını terk ettiğini, sorunların kapımızı çalmasının beklenmeyeceğini ve sorunların üstüne gidileceğini, terör örgütlerinin bize saldırmasını beklemeyeceğimizi ve nerede faaliyetleri varsa orada tepelerine bineceğimizi açıklamıştır.
Türkiye’nin bu anlayışı sadece terörle mücadelede reformlarla sınırlı kalmamış aynı zamanda dış politikasında da ne yapması gerektiğini tekrar düşünür ve tartışır hale getirmiştir.
Türkiye yeni güvenlik anlayışını gündeminde ilk sıralara alarak, Suriye ve Irak’ta Fırat Kalkanı Operasyonu, Zeytin Dalı Harekatı ve İdlib’de 12 çatışmasızlık noktasının tesisi söz konusu yeni yaklaşım sonucunda 3 askeri operasyon düzenlemiştir.
24 Ağustos 2016’da Fırat Kalkanı Operasyonuyla Türkiye, Azez ve Cerablus’ta güvenli bölge oluşturarak Suriye’deki rolünü sağlama almıştır. Rusya ile normalleşmeden sonra gerçekleşen bu operasyonun diğer hedefleri sınır güvenliğini sağlamak, muhalifleri desteklemek ve PYD-YPG koridorunun tamamlanmasını önlemektir.
YPG’nin Menbiç’ten sonra Cerablus’u da hedeflemesi ve DEAŞ’ın Gaziantep saldırısı ile Türk ordusu harekete geçmiştir. Ordunun FETÖ’den temizlenmesiyle de operasyon kararının alınması daha kolay olmuştur.
ABD’nin Suriye’de YPG aracılığıyla DEAŞ’ı temizlemek istemesi Türkiye’ye pahalıya patlamıştır. Hem YPG Suriye’nin kuzeyindeki denetimini genişletmiş hem de Türk toprakları DEAŞ tarafından vurulmuştur.
Türkiye, Suriye iç savaşından ilk etkilenen ülke olmasına karşın doğrudan müdahale etmeyi uzun süre ertelemiştir. Bu yüzden iç ve dış sorunlarla baş ettiği söylenilebilir. PKK ve DEAŞ ile mücadele iç sorunlara örnek olarak gösterilebilir. Bununla birlikte Türkiye, ABD ve Rusya gibi ülkelerle ilişkilerini çok da kolay yönetememiştir. Hatta ABD Başkanı Obama’nın “büyük ordu”sunu Suriye’de kullanmamasından dolayı Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan “ciddi” rahatsızlık duyduğu bilinmektedir. Hatta bunun 2013’te bozulmaya başlayan Türkiye – ABD ilişkilerinde etkili olduğu söylenebilir. Ayrıca Kasım 2015’te Rus uçağının düşürülmesiyle oluşan krizden sonra Rusya ile ilişkiler 8-9 ay sonra normalleşmiştir.
Türkiye’nin bunlara rağmen 15 Temmuz darbe girişimini bastırdıktan sonra Fırat Kalkanı Operasyonu’nu gerçekleştirmesinin sebepleri :
⦁ Suriye iç savaşında ABD, Rusya ve İran sahaya doğrudan müdahale edip sınırları gördükten sonra sahaya giren Türkiye bu anlamda özel birlikleriyle doğrudan müdahalede bulunan en son ülke olmuştur.
⦁ Türkiye kendi ulusal güvenliği ve bütünlüğü için son raddeye kadar beklemiş ve istediği anda müdahil olmuştur. Ayrıca Esed’in tasfiyesi ve DEAŞ’ın temizlenmesi gibi seçenekleri reddetmiştir.
⦁ Türkiye’nin beklemedeki en büyük zararı PYD ve YPG’nin alanlarını genişletmek olsa da bu alanların birleşimini engellemiştir.
BM Sözleşmesi 51. maddesindeki “meşru müdafaa” hakkından yararlanan Türkiye Ağustos 2016’da başlatılan Fırat Kalkanı Operasyonu’nda hem ulusal güvenliğini korumuş hem de DEAŞ ile mücadeleyi aktif bir şekilde ele almayı da sağlamıştır. Mart 2017’deki MGK toplantısından sonra operasyonun başarılı olduğu söylenildiğinde DEAŞ Türkiye sınırından takriben 50 km ileriye püskürtülmüş, 3 binden fazla DEAŞ’lı etkisiz hale getirilmiş ve 2 bin 15 kmlik alanın temizlenmiş olduğu belgelenmişti. Bu operasyon ile Türkiye hem DEAŞ’ı sınır hattından temizlemiş hem de Suriye’nin kuzeyindeki terör örgütlerinin varlığına izin vermemedeki kararını askeri boyuta taşımıştı. Fırat Kalkanı Operasyonu, Türkiye’nin caydırıcılığını artırmakla kalmamış aynı zamanda çalışan bir model sunmuştur. Bunun diğer örneği ise YPG-PYD’ye karşı Afrin’deki Zeytin Dalı Harekatıdır.
Türkiye’nin Suriye’deki askeri operasyonlarından ikincisi olan Afrin’deki Zeytin Dalı Harekatı 20 Ocak-18 Mart 2018 arasında YPG-PYD varlığına karşı yapılan bir operasyon olmakla birlikte, Fırat Kalkanı Operasyonu’ndan elde edilen tecrübeyle hızlı bir şekilde Afrin’in kontrolünün ele geçirilmesiyle sonuçlanmıştır. TSK bu harekatı ÖSO ile yürüterek 2 ayda bitirmiş ve PKK-YPG ağır kayıplar vermiştir. Hatta YPG başarısının arkasında ABD desteğinin sağlandığı ve ÖSO desteklendiğinde eğit-donat yönteminin etkisi görülmüştür. Afrin merkezi korunarak yapılan Zeytin Dalı Harekatı, PKK-YPG’nin ABD’nin koruması olmaksızın Türkiye karşısında başarılı olamayacağını göstermiştir.
Bu operasyonun yapılma sebebi Suriye kuzeyinde PKK varlığını engelleyerek bunun bir devlet olmasını önlemeye çalışmaktır. Operasyondan bir hafta önce ABD’nin YPG’den ordu kurarak onlara binlerce uçak ve tır dolusu silah desteği sağlanması, DEAŞ ile mücadele etmek değil de ABD’nin YPG eliyle Suriye’yi şekillendirmek istiyor olması yorumunu ortaya çıkarmıştır.
Zeytin Dalı Harekatı, ABD’yi önemsemeyerek YPG’yi sınırdan temizleme hedefi ve aynı zamanda Rusya’nın Türkiye ile yaptığı anlaşmayla Afrin’den çekilmesi ve Suriye hava sahasının Türk uçaklarına açılmasıyla yapılan bir operasyondur. Rusya’ya göre bu anlaşma ABD ve Türkiye arasındaki güvensizliği derinleştirecektir. Zeytin Dalı Harekatı’na destek veren Rusya ayrıca Türkiye ve ABD’yi YPG’nin Menbiç ve Fırat’ın doğusundaki varlığı hususunda da karşı karşıya gelmelerine sebep olmuştur. Harekatın başında Batılı devletler Türkiye’nin güvenlik kaygılarını anladıklarını deklare etmiş fakat bir süre sonra bu kapsamın sınırlı tutulması ve sivillerin korunması için Türkiye’nin Afrin merkezine girmesi taraftarı olmamışlardır.
Harekatın ileriki aşamalarında Afrin’in merkezine girilmemesi konusunda kampanya yapan Batı medyası Türkiye’nin Rusya ile iş birliği yaparak S-400 almasını NATO müttefikliğine aykırı olduğunu belirtmiştir. Batıya göre, Türkiye bu harekatla aslında ABD destekli YPG’yi hedefleyerek dolaylı yoldan NATO müttefikine saldırıyordu.
Zeytin Dalı Harekatı’nın Türkiye, ABD ve AB arasındaki gerilimli ilişkilerinde yeni bir aşama olduğu söylenebilir. ABD ile gerilimde NATO müttefikliğine aykırı olarak ABD’nin DEAŞ ile mücadelede YPG’yi desteklemesi vardır. Bu konudan dolayı Türkiye-ABD ilişkilerinde hala kopma yaşanmaması güçlü tarihi geçmişe ve NATO’nun önemine dayanmaktadır.
ABD’nin küresel sorumluluklarını bırakmış ve uluslararası sistemdeki meşruluğunun azalmış olduğu bir döneme tanıklık edilmektedir. 1964-1974 krizlerinin aksine bu seferki kriz Soğuk Savaş denkleminin dışında olmakta ve Irak kriziyle farkına bakıldığında Türkiye Suriye sahasındadır. Ayrıca Türkiye bir yandan ABD’nin düşman olarak gördüğü İran ve Rusya ile iş birliğini sürdürürken diğer yandan SSCB’den hissettiği tehdidi Rusya’dan da hissetmektedir.
Zeytin Dalı Harekatı’nın başarısı Türkiye-AB ilişkilerinde de gerilim yaratmıştır. Operasyon başladığı zaman Avrupa başkentleri tarafından Afrin Türkiye için “Vietnam” olması beklenmiştir. Daha sonraları ise Avrupa Basını ve Parlamentosu operasyonun durdurularak Türkiye’nin Afrin’den çekilmesi çağrısında bulunmuştur. Almanya ve Fransa ise Kuzey Suriye’nin sömürgeleştirilmesi ve Kürtlerin bütün coğrafyadan silinmesi gibi ithamlarda bulunmuşlardır. Cumhurbaşkanı ERDOĞAN ise bu konuda Avrupa Parlamentosuna sert mesajlar vermiştir. Ayrıca Cumhurbaşkanı’nın verdiği mesajlar Avrupa’nın terörle mücadelede Türkiye’yi yalnız bırakmasına tepki olarak da söylenmiştir.
Zeytin Dalı Harekatı ile PKK-YPG’nin Afrin’deki egemenliğine son verilmiştir. Bu da Fırat’ın doğusundaki ve batısındaki kentlerde varlığı bulunan PKK’yı sorunlaştıracak bir etkisi olmuştur. Türkiye’nin PKK ile tümden mücadelesi, Suriye ve Irak politikasını yeni bir aşamaya getirmiş ayrıca ABD’nin Türkiye’nin ulusal güvenliğini tehdit edebilecek sonuçlar üreten Suriye politikasını etkili bir yanıt olmuştur. Bölgede karışıklıklar devam ederken ABD Suudi Arabistan, İsrail ve Birleşik Arap Emirlikleriyle İran’a karşı bölgesel politikalar uygulamaktadır.
Son olarak, AB ve ABD ile olan gerilim, Fırat Kalkanı Operasyonu ve Zeytin Dalı Harekatı’ndaki yeni dış politika ve bölgesel hamlelere itiraz edilmesinin sebebi 15 Temmuz darbe direnişinin oluşturduğu milli bilinçtir.
1.2. 2000’Lİ YILLARDA RUS DIŞ POLİTİKASI
Rusya, Soğuk Savaş döneminden sonra Vladimir Putin ile yeniden küresel bir güç olmuştur. 2000 yılında Putin’in iktidara gelmesiyle birlikte Rusya’nın uluslararası alanda etkinliği artmış aynı zamanda Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üyeliğinin avantajlarını sonuna kadar kullanmış ve dünyanın farklı bölgelerindeki birçok ülkeyle geliştirdiği ilişkilerle nüfuz alanını genişletmiştir.
2000 yılında Putin iktidara geldiğinde Ortadoğu tekrardan Rusya için önemli bir bölge hale gelmiş ve baskın olmak için bölgeyi siyasi gündemine oturtmuştur. Ortadoğu ülkeleriyle ilişkileri güçlü tutmaya çalışan Putin, bölgede ABD’yi kendine rakip olarak gördüğünden, mümkün olduğunca dostlarını arttırma, düşmanlarını azaltma yönünde bir siyaset izlemiştir. Örneğin: Eski müttefiki Suriye ile olan ilişkileri tekrardan eski stratejik boyutuna getirmek amacıyla iş birliğini güçlendirme yoluna gitmiştir ama aynı zamanda İsrail – ABD gerginliğinin artmaması için Suriye’ye gelişmiş füze sistemleri ve silah tedarik etmemiştir.
AB, Rusya’nın en önemli ekonomik partnerlerinden biri ve önemli bir komşusudur. Soğuk Savaş döneminde farklı bloklarda yer alıp zaman zaman gerginlik yaşamalarına rağmen AB ülkeleri ve Rusya birbirlerine bağımlıdırlar. Soğuk Savaş dönemi sonrasında Rusya’nın siyasi ve ekonomik hayatını daha da liberalleştirmeye başlaması , Moskova ile AB arasındaki iş birliğini teşvik etmiştir. Rusya’nın karmaşık bir süreçten geçmesi ve Avrupa’nın içinde gerçekleşen dönüşüm, belirsizliklere rağmen tarafların birbirine yakınlaşmasını sağlamıştır. Özellikle NATO çerçevesinde gelişen Avrupa ile Rusya arasındaki ilişki hiç olmazsa güvenlik konusundaki krizin aşılmasını sağlamıştır. 2003’te taraflar ilişkilerini güçlendirmek için ekonomi, güvenlik, kültürel ve bilimsel alanlarda iş birliğini geliştirmiştir. Bunların aksine 2000’li yılların ilk yarısında taraflar arasında ortaya çıkan en büyük sorun, AB’nin doğuya yani Rusya’ya doğru genişlemesi olmuştur. AB’nin izlediği politika Rusya’nın çıkarlarına ters düştüğü için ikili ilişkilerde tansiyon birden bire artmıştır.
ABD ve Rusya ilişkileri, iş birliği yerine neredeyse son bir asırdır tamamen rekabet içinde geçmiştir. Putin iktidarıyla birlikte ilişkiler daha da gerginleşmiş ve ABD Rusya’yı tümüyle tehdit olarak algılamaya başlamıştır. İki ülke arasında Çeçenistan savaşına sebep olan anlaşmazlık daha çözümlenememişken, ABD’nin Irak’a koyduğu ambargoyu Rusya’nın tanımaması ve Irak petrolünü nakletmeye çalışması ilişkilerin hepten gerilmesine sebep olmuştur. Bu gerilime bağlı olarak Irak petrollerini taşıyan Rus tankerleri ABD savaş gemileri tarafından engellenmiş, Putin ise Fars Körfezi’ne keşif amacıyla askerî gemiler göndermiştir. Bunlarla birlikte yine bu dönemlerde iki ülke ilişkilerini toparlamak için yeni adımlar da atmıştır. Buradaki en önemli faktör, 11 Eylül saldırılarında Rusya’nın terörle mücadele konusunda ABD’ye destek vermesidir. Bu kapsamda Rusya 24 Eylül 2001’de beş maddelik plan açıklamıştır. Terörle mücadelede Rusya, kendisiyle Orta Asya ülkelerinin hava sahasını açması ve aynı zamanda istihbarat bilgilerini paylaşması, taraflar arasındaki ilişkileri olumlu yönde etkilemiştir.
Moskova’nın Washington ile yakınlaşmak istemesinin nedenlerinden biri, Rusya’nın Batı ile entegrasyonu ve ABD ile dinamik iş birliği halinde olmasının ülke statüsü ve refahı için iyi bir fırsat olacağı düşüncesidir. 2002’de George Bush Moskova’yı ziyaret ettiğinde iki ülke yeni stratejik iş birliği anlaşması imzalamıştır. Bu dönemde ABD Rusya arasındaki temel konu silahsızlanma olmuş ve bu kapsamda 2008 yılında iki ülke liderinin görüşmesiyle Soçi Deklarasyonu imzalanmıştır. Fakat aynı yılda Gürcistan krizinin ortaya çıkmasıyla ilişkiler yeniden gerilimli bir döneme girmiştir. ABD bu konuda Gürcistan’a tam destek vermiş, Rusya ise Kafkas sorununa sert bir şekilde müdahale etmiştir. Dönemin devlet başkanları Medvedyev ve Obama, 2009’da stratejik silahlar hususunda anlaşma; 2010’da ise SNV-3 Anlaşması’nı imzalamışlardır. 2014’e gelindiğinde ise Rusya’nın Kırım’ı ilhakıyla taraflar karşılıklı olarak birbirlerine askeri malzeme ihracını yasaklamıştır. ABD Moskova’ya savunma alanında Rus teknolojisinin ithali konusunda yaptırımlar uygulamış ve böylece Rusya ekonomisi zarara uğramıştır.
Çin ve Rusya ise, Putin iktidarı ile birlikte yakınlaşmaya başlamıştır. Putin iktidara geldikten bir ay sonra Çin ile askerî iş birliğinin geliştirilmesi için “Mutabakat Zaptı” imzalamıştır. Rusya’nın bu anlaşmayı yapmadaki amacı, NATO ve ABD rekabeti durumunda bölgede kendi gücünü arttırmaktır. Rusya’nın Çin’e yakınlarda destroyer (savaş gemileri) satmasıyla birlikte Rusya’nın bu politikası, Tayvan Boğazında anlaşmazlıkları olan ABD-Çin ilişkilerinde oyun değiştirici bir adım olarak düşünülmüş ve ABD bu durumdan rahatsızlık duymuştur. ABD’nin bu husustaki kaygılarına rağmen Rusya, Çin ile askerî iş birliğini sürdürmüştür. Kısa bir süre sonra, bu iki ülke aralarındaki ilişkiyi güçlü tutmak için 2001’de “Komşuluk, Dostluk ve Ortaklık Anlaşması”na imza atmıştır. Ayrıca aynı sene içinde Çin, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan ve Özbekistan ile birlikte “Şangay İş Birliği Teşkilatı” nın kurulması ilişkilerdeki en önemli gelişmedir. 2003 yılında Hu Jintao Rusya’ya resmî ziyaretini gerçekleştirmiş, 16 Ekim 2004’te ise Putin, Rusya Çin ilişkilerinin 55. yılı olmasından dolayı Çin’e iade-i ziyarette bulunmuştur. Bu ziyaretlerle iki ülke ortak bildiriler imzalamış ve yüksek düzeyde stratejik iş birliği esas alınmıştır. 2008’de iktidarın değişmesiyle başa geçen Medvedyev, ilişkilerin güçlenmesi amacıyla ilk ziyaretini Çin’e yapmıştır.
Rusya ve Çin stratejik iş birliğini güçlendirmek için Çin’de “Rus Dünyası” lobisi faaliyet göstermektedir.Lobi, Çin’de Rus dilinin halk arasında yaygınlaştırılması ve Çin’de Rus merkezlerinin açılması için faaliyetler yürütmektedir. Ayrıca 2009 yılı Çin’de “Rusça” yılı, 2010 yılı da Rusya’da “Çince” yılı ilan edilmiştir. 2014’te Putin’in Çin’e beşinci resmi ziyaretinin olması , Şi Jinping’in ise Soçi Kış Oyunları’na bizzat katılımı, iki ülke arasındaki ilişkilerin sıcak tutulmaya çalışılmasının açıkça göstergeleridir. Bunlarla rağmen iki ülke arasında sorunlar da bulunmaktadır. Rusya, Çin’in Orta Asya ülkeleri ile iş birliği yapması ve ekonomik bağlarını güçlendirmesinden rahatsızlık duymaktadır. Ayrıca Çin’in, Sibirya’da da ekonomik nüfuz alanları vardır. Buna rağmen Rusya, Orta Asya’daki nüfuzunu korumaya ve hatta geliştirmeye çalışmaktadır. Bu iki ülkenin rekabet halinde olduğu diğer yerler: Latin Amerika, Afrika ve Ortadoğu’dur.
Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkilerde 2000’li yılların başından itibaren dönüşüme uğramıştır. Bazı yazarlar Türk-Rus yakınlaşmasını tarafların ABD’nin politikalarından duydukları rahatsızlığa bağlamaktadır. İki ülke arasındaki ilişkiler 2003 Irak Krizi sonrasında Batı’nın dışlamasıyla iki devletin birbirine yakınlaşmalarını sağlamıştır. İkili ilişkilerde yeni dönemin şekillenmesini sağlayan ve Avrasya’da iş birliğini amaçlayan temel metin, 2001’de imzalanan “Avrasya’da İş Birliği Eylem Planı: İkili İş Birliği’nden Çok Boyutlu Ortaklığa” başlıklı belgedir. Bu plan, Türkiye Rusya ilişkilerinin kâğıt üzerinde ve söylem düzeyinde, “Güçlendirilmiş Yapıcı Ortaklık” düzeyine çıkartıldığını vurgulayan ilk belgedir. Eylem Planı’nı sonra 2002’de iki ülkenin askerî iş birliği anlaşması imzalaması, NATO üyesi Türkiye ile tarihi rakibi Rusya arasında Karadeniz’den Avrasya’nın tümüne yayılabilecek yeni bir iş birliği demekti. Gelişmelere bakıldığında Aralık 2004’te Putin’in resmi ziyareti, 32 yıl aranın sonunda Rusya’dan Türkiye’ye devlet başkanı düzeyindeki ilk ziyaret olmuştur. 2006-2009 dönemi ise resmi ziyaretler ve imzalanan anlaşmalar kapsamında kurumsallaşan mekanizmaların oluştuğu bir süreç olmuştur.
Bunlarla birlikte 2008’de Rusya’nın Gürcistan’ı işgal etmesi daha sonra Abhazya ve Güney Osetya’nın bağımsızlığını tanımasıyla Türkiye Rusya ilişkilerinde kırılgan bir hava olduğu görülmüştür. Şubat 2009’da Cumhurbaşkanı Gül’ün Moskova ziyareti ise iş birliği söylemlerinin yaşanan kırılganlıklardan etkilenmeden devam ettiğini gösterir. 2011’de ilişkilerin gerilmesine yol açan konu ise Suriye krizinde iki ülkenin farklı politikalar izlemesidir. Türkiye Esad’ın devrilmesini savunurken, Rusya statükoyu savunuyordu. Eylül 2015’te Rusya Suriye’ye asker göndererek savaşa girmesiyle Türkiye’nin desteklediği muhaliflerle Türkmenleri hedeflemesi Türk kamuoyunu rahatsız etmiştir. Rus uçakları tarafından Türkmen köylerini bombalanırken Türk hava sahası ihlal edilmiş ve 24 Kasım 2015’te bu sebeple bir Rus uçağı Türk uçakları tarafından düşürüldüğünden iki ülke arasındaki ilişkilerde uzun süreli kriz yaşanmıştır. Ancak 15 Temmuz FETÖ darbe girişimiyle Rusya Türkiye’yi destekleyince ilişkiler tekrardan gelişmeye başlamıştır.
2.BÖLÜM
2000-2015 YILLARI ARASINDA TÜRKİYE – RUSYA İLİŞKİLERİ
2.1. VİZE MUAFİYETİ
Çok boyutlu ilişkilerin gelişmesi için atılan en somut adım, iki ülke arasında vize uygulamasının kaldırılması kararı olmuştur. “Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Rusya Federasyonu Hükümeti Arasında Türkiye Cumhuriyeti ile Rusya Federasyonu Vatandaşlarının Karşılıklı Seyahatleri’nde Usullere Dair Anlaşma” Ahmet Davutoğlu ve Sergey Lavrov tarafından Ankara’da 12 Mayıs 2010’da imzalanmıştır.
Bu anlaşma çerçevesinde, hususi, hizmet ve umuma mahsus pasaport sahibi Türk vatandaşları ile hizmet ve umuma mahsus pasaport sahibi Rus vatandaşları birbirlerinin ülkelerinde 30 günden fazla kalmayarak vizesiz olarak seyahat edebileceklerdi. Vize muafiyeti ise 180 gün içerisinde 90 günü aşmayacak şekilde geçerli olacaktı.
İki ülke arasında vizesiz seyahat uygulaması, dost Türk ve Rus halkları arasında kültürel ve sosyal bağların daha ileriye götürülmesini sağlamanın yanısıra, iki ülke işadamları arasındaki temasların artmasına vesile olmak suretiyle, ekonomik ve ticari ilişkilerimize katkıda bulunacaktı.
Anlaşma ise 2011’de yürürlülüğe girmiştir fakat Kasım 2015’te iki ülke arasında çıkan uçak kriziyle birlikte askıya alınmıştır.
2.2. ÜST DÜZEY İŞ BİRLİĞİ KONSEYİ
2008’de yaşanan Gürcistan krizi sonrasında Türkiye-Rusya ilişkileri tekrardan belli bir ivme kazanmıştır. Bu ivme Ağustos 2009’da Putin’in Ankara’yı ziyarette bulunarak iki ülke arasında farklı alanlarda yirmi anlaşma imzalanmasıyla başlamış ve 12 Mayıs 2010’da Rusya Devlet Başkanı Medvedev’in Türkiye’yi ziyaret etmesi sonucu kurulan Üst Düzey Stratejik İş Birliği Konseyi’nin kurulmasıyla devam etmiştir. Konsey’in altında, dışişleri bakanları başkanlığında uluslararası konularının görüşüleceği bir ‘Ortak Stratejik Planlama Grubu’, ekonomik ilişkilerin gözden geçirileceği bir ‘Karma Ekonomik Komisyonu’ ve iki ülke halkları arasındaki etkileşimi güçlendirmeye yönelik sivil toplum temsilcilerinin katılacağı bir ‘Türk-Rus Toplumsal Forumu’ yer almaktadır.
Konsey’in ilk toplantısı, Türkiye-Rusya ilişkilerinin kurumsallaştırılması açısından oldukça büyük önem arz etmektedir. Bu toplantı 12 Mayıs 2010’da Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Devlet Başkanı Dmitriy Medvedev tarafından Ankara’da gerçekleştirilmiştir. Toplantı’da görüşülen konular ise iki ülke arasındaki ticaret hacminin 2015 hedefinin 100 milyar dolar olması, İran’ın nükleer faaliyetleri, Orta Doğu’daki diğer meseleler ve Afganistan sorunu, Karadeniz Bölgesi’nin güvenliği, Karabağ, Ermenistan ve Kıbrıs’tır. Toplantıdan sonra 16 farklı belge ve anlaşma imzalanmıştır. Bunlardan en önemlileri, vize muafiyeti ile Mersin Akkuyu’da Nükleer Güç Santrali inşası anlaşmaları ve “Samsun-Ceyhan” petrol boru hattı projesi üzerindeki iş birliği olmuştur.
Konsey’in ikinci toplantısı, 15-17 Mart 2011’de Moskova’da gerçekleştirilmiştir. Toplantıda Akkuyu santralinin güvenliği açısından Rusya Türkiye’ye güvence vermiş, “Türkiye Cumhuriyeti ile Rusya Federasyonu Vatandaşlarının Karşılıklı Seyahatlerine İlişkin Usullere Dair Anlaşma” ve “Geri Kabul Anlaşması”nın 16 Nisan 2011’den itibaren yürürlüğe gireceği de ilan edilmiştir. 2015’te iki ülke arasındaki ticaret hacminin 100 milyar dolar olarak belirlenen hedefi yinelenerek “Samsun-Ceyhan” petrol boru hattı konusu da tekrar ele alınmıştır. Görüşmelerde ele alınan diğer konular ise Balkanlar, Güney Kafkasya ve Arap dünyasındaki gelişmelerdir. İkinci konsey toplantısının önemi ise Libya’ya müdahale tartışmalarının yaşandığı bir dönemde gerçekleştirilmesidir.
Konsey’in üçüncü toplantısı, İstanbul’da 15 Ekim 2012’de yapılacaktı fakat iki ülke arasında uçak krizinin çıkmasıyla toplantı 3 Aralık 2012 tarihine ertelendi. Fakat Ankara ve Moskova, kriz sebebiyle ortaya çıkan görüş farklılıklarının ve gerilimlere bağlı olan gelişmelerin toplantıyı gölgelemesini istemediler. Suriye krizi kapsamında Türkiye’ye Patriot füze sisteminin mevzilenmesi planında farklı görüşleri vardı ancak gelişen ticari ve ekonomik ilişkiler daha çok vurgulandı. Suriye krizi konusunda iki ülke temsilcileri, bu ülkedeki iç savaşın biran önce bitmesinin gerektiği konusunda aynı fikirde olduklarını fakat bunun sağlanması için hangi yollara başvurulması gerektiği hususunda anlaşmaya varamadıklarını ifade ettiler. Bölgesel meseleler bakıldığında ise İran’a yönelik yaptırımlar ve BM’nin Filistin’i tanıması konuları da ele alındı. Taraflar başta ekonomi ve ticaret olmak üzere nükleer enerji, diplomasi eğitimi, bilim ve kültür gibi birçok alanı kapsayan 11 ayrı anlaşmaya imza attılar.
2012 yılında Türkiye – Rusya ilişkilerine bakıldığında Suriye krizi çerçevesinde gerilimler yaşanmasına rağmen böyle bir ortamda üçüncü konsey toplantısının gerçekleşmesiyle iki devlet arasında ne kadar görüş ayrılıkları olsa da gerilimleri krizlere dönüştürmeyeceklerini ve ilişkilerin gelişmesi için tarafların ortak karar alabileceklerini göstermişlerdir.
Konsey’in dördüncü toplantısı, 22 Kasım 2013’da St. Petersburg’da gerçekleştirilmiştir. 2013’teki verilere göre, iki ülke arasındaki ticaret hacmi 35 milyar dolara ulaştığından, 2015’te 100 milyar dolara çıkartılması hedefi beş yıl ertelenerek 2020 olarak belirlenmiştir. Enerji, gümrük ve enformasyon gibi alanlarda 5 ayrı anlaşması imzalanmıştır. Toplantıda, devam etmekte olan Suriye iç savaşı ele alındı. Erdoğan, Suriye krizinin çözümünde etkili adımlar atılmadığından BM Güvenlik Konseyi’ni eleştirerek, üstü kapalı bir şekilde Rusya’yı da tenkit etmiştir. Toplantıda en ilgi çeken açıklama ise Erdoğan’ın Şangay İş Birliği Örgütü’ne üyelik talebi olmuştur.
Orta Doğu’da Suriye iç savaşı ve Karadeniz bölgesinde Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesiyle krizler Türk-Rus ilişkilerini etkileyen olaylar olmuştur. Rusya’nın BM Güvenlik Konseyi daimi üyesi olması, Türkiye’yi zor durumda bırakan Suriye ve IŞİD krizlerinin çözümünde engel oluşturmuştur. Ayrıca 2008’de Gürcistan savaşı ve 2014’te Kırım’ın ilhak edilmesiyle ile Karadeniz’de güvenlik anlayışının sıkıntıya düşmesi ve Kırım Tatar Türk’lerini egemenlik altına alması açısından Türkiye Rusya’yı tehdit olarak görmüştür.
Başka bir açıdan bakıldığında ise bölgesel krizler Türk – Rus ilişkilerini olumlu da etkilemiştir. Bunlar: Rusya’nın Batı yaptırımlarına karşılık Batı’dan bazı gıda ürünlerinin ithalini durdurması ve Güney Akım projesindeki tıkanıklıktır. Bu iki durum Türkiye – Rusya ilişkilerine ekonomi ve enerji alanlarında pozitif şekilde yansımıştır.
Yukarıda belirtilen küresel ve bölgesel gelişmelerle birlikte konseyin beşinci toplantısı 1 Aralık 2014’de Erdoğan ile Putin’in eş başkanlıklarında Ankara’da gerçekleştirildi. Toplantıda 8 memorandum imzalandı.
Toplantı öncesinde Akkuyu’da inşa edilecek olan Türkiye’nin ilk nükleer santrali için hazırlanan ÇED raporu Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından onaylandı. Hedef ise nükleer santralin 2019 yılında başlamasıydı.
ÇED raporu müjdesiyle birlikte toplantıda Mavi Akım üzerinden sevkiyat artırımı, doğal gaz fiyatında %6 indirim ve son olarak Güney Akım projesinin iptali ile Türkiye üzerinden yeni bir projenin hazırlanması yönündeki mutabakatlar önemli gündem maddeleri olmuştur.
Konsey’in beşinci toplantısı, Rus basınında Güney Akım projesinin iptal edilmesiyle Türkiye güzergâhlı yeni bir projeye yönelim kararıyla ön plandaydı. Toplantıda ele alınan diğer konular ise serbest ticaret bölgelerinin oluşturulması, milli paralarla ticaretin arttırılmasıydı. İki ülkenin ticaret hacminin 100 milyar dolara çıkarılmasında hedef 2023 olarak belirlendi.
2.3. TURİZM ANLAŞMALARI
Türkiye-Rusya ilişkilerinde önemli konulardan biri de turizmdir. Rusya, Türkiye turizminin hızla büyüdüğü 2000’lerde en önemli pazarlarından biri olmuştur. Rusya’ya hem coğrafi olarak daha yakın hem de yaz turizmi için daha çok imkanı olan Türkiye, Rus turistler için en fazla tercih edilen yerlerden biri olma özelliğini kazanmıştır.
TÜİK verilerine bakıldığında Almanya’dan sonra Türkiye’ye en fazla turist Rusya’dan gelmektedir. Her yıl Mart ayından Ekim ayına kadar Türkiye’nin Akdeniz ve Ege Bölgeleri’ne yaz turizmi için gelen turistlerin dışında özellikle İstanbul da Ruslar için önemli bir yer haline gelmiştir. Soğuk Savaş döneminden sonra önemli miktarda Rus turist Türkiye’yi ticaret ve dinlenme amaçlı ziyaret etmiştir.
Kaynak: TÜİK
2000’li yıllarda artmaya başlayan turist sayısı, 2008’deki ekonomik krize rağmen bir sonraki yıl 2.7 milyona yaklaşmıştır. Ayrıca iki ülke arasında turizm alanında iş birliğini artırmak için ise Medvedev’in 12 Mayıs 2010 tarihli Ankara ziyaretiyle birlikte “2010-2011 Yılları için Ortak Turizm Eylem Planı” imzalanmıştır. 2010 yılında, Türkiye’ye gelen Rus turist sayısı üç milyonu geçmiş, 2014’te ise bu sayı yılında dört milyon beş yüz bini bulmuştur. Fakat 2015’te Rusya’nın ekonomik durumundan kaynaklanan yüzde 20 oranında bir düşüş yaşanmıştır. Bu düşüş Türkiye ile Rusya arasındaki Uçak Krizi sonrasında ivme kazanmıştır. Rusya Aralık 2015-Haziran 2016 arasındaki sürede ülkedeki tur şirketlerinin Türkiye’ye tur yapılmasını engellemek amacıyla hukuki düzenlemeler getirmiştir. Bu düzenlemelerle Türk turizminde ciddi kayıplar oluşmuştur. 2016’da Türkiye’ye Rusya’dan gelen turist sayısı bir milyonun altına inmiştir. Ayrıca Rusya, Türkiye’ye yapılan turistik gezileri engelleyerek iç turizmini hareketlendirmek istemiştir.
İki ülke arasındaki ilişkilerin normalleşmesiyle Rusya’dan Türkiye’ye gelen turist sayısında artış olmuştur. Rus turistlerin Türkiye ekonomisine yaptığı katkıyla birlikte turizm iki ülke arasındaki kültürel etkileşimi de pozitif yönde etkilemiş ve ikili ilişkilerin ileriye taşınmasında büyük rol oynamıştır.
2.4. SURİYE KRİZİ BAĞLAMINDA TÜRKİYE – RUSYA İLİŞKİLERİ
Ekonomik ve siyasi alanda yeniden ivme kazanan iş birliğine rağmen Türkiye ve Rusya arasındaki ilişkilerin stratejik bir ortaklığa dönüşmesinin pek de kolay olmadığı, 2010’un sonundan itibaren Orta Doğu ve Kuzey Afrika’yı etkisi altına almaya başlayan halk ayaklanmaları sürecinde iki ülke arasında giderek daha fazla belirginleşen görüş ayrılıkları vesilesiyle, bir kez daha ortaya çıkmıştır.
Arap Baharı’nın Suriye’de de etkili olması sonucunda ayaklanmalar çıkmıştı. Bu ayaklanmalara yanıt olarak Esed’in sert politikalarına karşılık Türkiye öncelikli olarak Suriye’nin bölünmeden barışçıl bir şekilde demokratikleşmesini desteklemişti. Bu bağlamda Türkiye, Esed’in demokratikleşme yolunda adımlar atmasını sağlamak için çeşitli girişimlerle Arap Birliği ve Birleşmiş Milletlerin devrede olmasını isteyip inisiyatif kullanmış fakat bu girişimler sonuçsuz kalınca benimsediği politikayı değiştirmeye yönelmiştir. Böylece 2012’den itibaren Baas rejiminin değişimi için girişimlerde bulunmuş ve amacı ise uluslararası aktörlerin harekete geçirerek can kayıplarını önlemek, Suriyeli mültecilerin durumlarını düzeltmek ve ülkede barışı tesis etmek olmuştur.
Türkiye ve Rusya bu dönemde, Suriye krizi konusunda farklı politikalar izlemişlerdir. Türkiye öncelikli olarak demokratikleşmenin tesisini daha sonra da Esed yönetiminin değişimini desteklerken, Rusya ise kararlı bir şekilde Esed rejimini destekleyip sorunların barışçıl yollarla çözülerek dışarıdan müdahale olmaması gerektiğini dile getirmiştir. Rusya, hem söylemleri hem de BM Güvenlik Konseyi’nde Esed hakkındaki kararların veto edilmesiyle desteğini sunmuş sonrasında ise Esed rejiminin ayakta kalması için Suriye’ye askeri yardımlarla birlikte hava desteği temin etmiştir. 30 Eylül 2015 tarihine kadar aktif bir şekilde Suriye iç savaşına katılmayan Rusya, bu tarihten sonra Suriye harekatlarına başlamıştır. Bu harekâtlar Esed rejiminin yorgun düşmeye başladığı bir zamana denk gelmiş ve rejim için önemli olan şehirlerin geri alınması sonucunu doğurmuştur. Suriye krizinde her ne kadar görüş ayrılıkları olsa da Putin’in uçak krizinden 10 gün önce yaptığı bir konuşmada iki ülkenin ortak önceliklerinin olduğu ve bu krizin ilişkilerin önünde engel oluşturmadığını belirtmesi ilgi çekici olmuştur.
Türkiye’nin Rusya’nın Suriye’deki hava harekâtlarına yönelik tutumunda iki faktör öne çıkmıştır. Öncelikle Rusya harekâtlarının IŞİD hedefinden çok içlerinde Türkiye’nin de bulunduğu bir grup ülkenin desteklediği diğer muhalif gruplara yöneltilmiş olmasıdır. Türkiye, ABD, Fransa, İngiltere, Almanya, Katar ve Suudi Arabistan’ın bu konuda yaptığı ortak açıklamada Rusya’nın Suriye muhalefetiyle sivilleri bombalaması kınanmıştır. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Rusya’nın Suriye ile bir sınırı olmamasına rağmen bu ülkeye müdahale etmesine anlam veremediğini belirterek bu konudaki tepkisini dile getirmiştir.
Sürece bakıldığında Suriye’deki Kürtlerin durumu da Türkiye ve Rusya’yı karşı karşıya getiren diğer bir konudur. Temmuz 2015’te IŞİD’in Suruç’ta gerçekleştirdiği bombalı saldırıda 34 kişinin hayatını kaybetmesi ve sonrasında PKK’nın üç senedir devam eden ateşkese son vermesiyle tekrardan Türk güvenlik güçleriyle çatışması bir dönüm noktası sayılabilir. Çatışmaların yeniden başlamasıyla beraber Türkiye, PYD ve YPG’yi PKK’nın Suriye’deki uzantısı olarak gördüğü düşüncesini uluslararası platformda ısrarlı bir şekilde savunmuştur. Bölgede ABD yardımlarıyla IŞİD’le de mücadele eden PYD/YPG’nin Fırat’ın batısına geçmesinin Türkiye’nin kırmızı çizgisi olduğunu belirtmiştir. Rusya ise Putin’in Eylül 2015’te BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada da açıkça vurguladığı gibi Esed rejimi kadar Suriyeli Kürt grupları da teröre karşı mücadelede önemli bir ortak olarak değerlendirmiştir.
2011-2015 yılları arasında dolaylı yollarla karşı karşıya gelen Türkiye ve Rusya, 24 Kasım 2015 tarihinde Türk jetlerinin Rus savaş uçağını düşürmesi üzerine ciddi bir krizin eşiğine gelmiştir. “Rus uçağının Türkiye hava sahasını ihlal etmesi ve bu nedenle angajman kuralları gereği Türk jetleri tarafından düşürülmesi, Türkiye-Rusya ilişkilerini hem derinden sarsmış hem de bölgesel ve küresel etkiler doğurmuştur”. Rusya’nın Türkiye’ye yaptırım uygulamak istemesiyle ilişkilerin bozulması süreci daha da hızlanmış, 2016 yılı, 2015’ten kalan krizin etkilerinin nasıl olacağı tartışmalarıyla başlamıştır. Fakat kriz sonrası yeni yılda iki ülke arasındaki ilişkiler Türkiye’nin girişimleriyle çözülme sürecine girmiştir.
2.5. RUSYA’NIN KIRIMI İLHAKI KONUSUNDA TÜRKİYE’NİN TUTUMU
Ukrayna’da Yanukoviç iktidarı Rusya ile ilişkileri AB ile entegrasyona tercih ettiği için ülkede protestolar başlamış ve sonrasında Yanukoviç iktidardan ayrılmak zorunda kalınca yerine Batılı ülkelerle ilişkilerin olması gerektiğini düşünen Yatsenyuk iktidara gelmiştir. Rusya, Ukrayna’nın AB’nin etki alanına girmesini önlemeye ve Sivastopol’daki deniz üssünü korumaya çalışmış, Yanukoviç iktidarının devrilmesine ise tepki göstererek Kırım üzerinde hak iddia etmeye başlamış ve bu durumu kısa sürede uluslararası bir krize dönüştürmüştür. Ukrayna’daki AB yanlısı gösterilere karşı ülkenin doğu ve güney bölgelerinde Kremlin tarafından Rusya yanlısı gösteriler yapılması sağlanmış, Sivastopol Havalimanı, Devlet Televizyonu Binası, Kırım Tatar Milli Meclisi ve Bakanlar Kurulu binaları Rus askerleri tarafından işgal edilmiştir. Putin, Ukrayna sınırında askeri tatbikat yapmaya başlamış, parlamentodan Ukrayna’yı işgal etmek için yetki almış, Kırım Tatar Milli Meclisi’nin bağımsızlığını ilan etmesi ve Rusya’ya katılmayı istemesi için gerekli şartları hazırlamıştır. Bu girişimler, uluslararası alanda tepkilere yol açmış ve Kırım’da yerli Ruslar ile Tatarlar arasında gerginlikler ortaya çıkmasıyla birlikte taraflar gösteriler düzenlemiştir.
Türkiye’de farklı nedenlerle gündeme gelen Rusya’da ve etkin olduğu coğrafyada yaşayan Kırım Tatar Türkleri Türk-Rus ilişkileri açısından önem arz etmektedir. Türkiye, ABD ve AB düzeyinde sert olmamakla birlikte Rusya’nın Kırım’ı işgalini eleştirmiş, Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü savunmuş ve Kırım Tatar Türklerinin geleceğiyle ilgili endişelerini açıkça dile getirmiştir. Türkiye’de Dışişleri Bakanlığı ise Kırım Tatar Türklerinin isteklerini barışçıl bir şekilde dile getirdiklerini işaret etmiş, referandum sürecinde üzerlerinde kurulan baskının ve can güvenliğinden mahrum kalmalarının kabul edilmemesi gereken bir durum olduğunu nitelendirmiştir. Türkiye, Kırım Tatar Türklerinin oturdukları yerlerden çıkarılabileceği yönündeki haberlerin endişelendirdiğini ayrıca Tatar Türklerinin hem huzuru hem de can güvenliği için takipte olmayı sürdüreceğini belirtmiştir.
Karadeniz’de yeni bir çatışma alanının oluşmasıyla Türkiye’nin bu durumdan rahatsız olduğu görülmektedir. Türkiye, Kırım Tatar Türkleri için fiilen garantör ülke konumunda olmakla birlikte Türk hükümeti, Kırım krizinin diplomatik yollarla çözülmesi için çeşitli girişimlerde bulunmuştur. Ankara, Kırım Tatar Türklerinin tutumlarını destekleyerek Moskova ile ilişkilerine zarar vermeden bu konuda diyalogun başlatılmasını istemektedir.
Türkiye, Karadeniz’de barış ve istikrarı, Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü desteklemeyi sürdürmeli ve Kırım’ın Ukrayna toprağı olarak kabulü yönündeki düşüncesinden taviz vermemelidir. Ankara, Moskova ile ters düşmemeli, mümkün mertebe Moskova ile anlaşma yapılabilecek seçenekleri de göz önüne almalıdır.
3. BÖLÜM
2015 – 2018 YILLARI ARASINDA TÜRKİYE – RUSYA İLİŞKİLERİ
3.1. TÜRK AKIMI PROJESİ
Kasım 2013’te Ukrayna hükümetinin AB Ortaklık Anlaşması’nı imzalamaması ve Rusya yanlısı politikasını sürdürmesiyle birlikte başlayan protestolar, kısa sürede Kiev’den ülkenin geri kalanına yayılarak Ukrayna hükümetinin devrilmesine sebep olmuş ve bu olaylar ülkede, Rus yanlılarıyla AB yanlıları arasındaki bir iç savaşa dönüşmüştür. İç savaşın sürdüğü sırada bir referandum gerçekleştirilmiş, sonrasında ise Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesi ABD ve AB üyeleri olmak üzere birçok ülke tepki göstermiştir. ABD ve AB Kırım’ın ilhak edilmesini tepki göstermekle yetinmemiş, Rusya’ya karşı ekonomik ve siyasi konularda yaptırım kararı almıştır.
Rusya, bu ekonomik yaptırımlar sonucunda büyük kayıplar vermeye başlamış ve elindeki en önemli güç olan doğalgaz enerjisiyle, ambargolara karşılık vermeye çalışmıştır. İlk adımı ise Güney Akım Projesi’ni iptal etmek olmuştur. Putin’in Aralık 2014’te gerçekleştirdiği Türkiye ziyaretinde Güney Akım projesinin iptalini ve bunun yerine yine aynı miktarda doğalgazı Avrupa’ya iletecek olan, Türk Akımı olarak adlandırılan yeni projeyi duyurması Avrupa basınında geniş yer tutmuştur. 931 km’lik kısmının Karadeniz’in altından, 1455 km’lik kısmının ise Avrupa kıtasından geçmesi planlanan Güney Akım’ın iptal sebepleriyle bunun yerine, dört hattan oluşacak Türk Akımı’nın tercih sebebi merak konusu olmuştur. Mevcutta Türkiye’nin Rusya’dan doğalgaz aldığı iki hattın -Mavi Akım ve Batı Hattı- fonksiyonları devam etmektedir. Proje güzergahının henüz belli olmamasına rağmen Batu Hattı’ndan her yıl alınan 14 milyar metreküplük doğalgazın Türk Akımı’na aktarılacağı belirtilmiştir.
ABD ve AB’nin yaptırımlarına karşı alternatifler geliştiren Rusya’nın enerji politikasının da değişmeye başlamasıyla bu durum Rusya’yı yeni enerji güzergahları aramaya yöneltmiştir. Bunların en önemlilerinden biri, Rusya’dan Avrupa’ya iletilecek olan doğalgazın 2019 yılı itibariyle Ukrayna üzerinden gönderilmeyeceğine yönelik yapılan açıklamadır. Rusya’nın kara parçası olarak Türkiye’ye güveniyle ortaya çıkan Türk Akımı projesinin, enerji transferinde yeni bir yol olması ve iki ülke ilişkilerini olumlu etkilemesi bakımından önemlidir.
Enerjinin dış politikada stratejik bir silah olarak kullanılmasıyla iki ülkeye sağladığı maddi kazanç, yapılan anlaşmaların temel sebepleri arasındadır. Türk Akımı’nın tercih edilme sebeplerinin başında projenin düşük maliyetli olması etkili olmuştur. Karadeniz’in altından geçecek olan hattın Türk Akımıyla beraber kısalarak projeden maddi tasarruf elde edilecek olması, ekonomik anlamda sıkıntı çeken Rusya için önemli bir fırsat olmuştur.
Projenin ana detaylarında, Gazprom ve BOTAŞ’ın imzaladığı anlaşma metnine göre, Türkiye’de 15 milyar metreküp, Yunanistan’da ise yaklaşık 48 milyar metreküp doğalgaz depolanacak şekilde toplamda 63 milyar metreküp doğalgazın Avrupa’ya iletilimi beklenmektedir. Mevcutta Rusya’dan Türkiye’ye Mavi Akım ile 16 milyar metreküp doğalgaz akışı sağlanmaktadır. Bu hususta yıllık 63 milyar metreküp doğalgaz akışını sağlayacak olan proje, Rusya, Türkiye ve AB ülkeleri için enerji arz güvenliği kapsamında kritik bir öneme sahip olacaktır.
Türkiye bu dönemde ekonomik göstergelerdeki istikrarlı duruşuyla, enerji alanında da bu durumu avantaja çevirerek Türk Akımı gibi projelerle küresel enerji bağlamında önemli bir konuma sahip olmaya başlamıştır. İki ülke arasındaki anlaşmalara bağlı olarak Mayıs 2015’te inşaatı başlayan proje, 24 Kasım 2015 ‘Uçak Krizi’ sebebiyle rafa kaldırılmıştır. Ancak krizin üzerinden dokuz ay geçmeden Türkiye-Rusya arasındaki normalleşme süreciyle birlikte projenin gerçekleştirilme süreci hızlandırıldı.
Ekim 2016’da Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Berat Albayrak ile Rusya Enerji Bakanı Aleksandr Novak’ın imzaladığı Türk Akımı Doğalgaz Boru Hattı Projesi’nin 19 Kasım 2018’de deniz kısmı tamamlanmıştır.
3.2. UÇAK KRİZİ ve SONRASI İLİŞKİLERİN GERGİNLEŞMESİ
24 Kasım 2015 tarihinde Türk jetlerinin Rus savaş uçağını düşürmesi üzerine ciddi bir krizin eşiğine gelmiştir. “Rus uçağının Türkiye hava sahasını ihlal etmesi ve bu nedenle angajman kuralları gereği Türk jetleri tarafından düşürülmesi, Türkiye-Rusya ilişkilerini hem derinden sarsmış hem de bölgesel ve küresel etkiler doğurmuştur.”
Öncelikle krizin sebepleri açısından bakıldığında, Türkiye’nin ve Rusya’nın açıklamaları birbirinden tamamen farklıdır. İki ülke de krizden dolayı birbirini sorumlu tutmaktadır. Türkiye’ye göre, bu kriz Ekim 2015’ten beri Suriye’de faaliyet gösteren Rus askeri uçaklarının Türk hava sahasını ihlalinden kaynaklanmaktadır. Türkiye bu konuyu öncesinde NATO gündemine taşımış ve prensipte de olsa müttefiklerden destek almıştır. Ankara’ya göre, uçağın düşürülmesi Türkiye’nin kendi egemenliğini koruma iradesidir ve bu durum tamamen uluslararası hukuka uygundur. Burada Türkiye egemenliğini koruma konusunda taviz vermediğini göstermek istemiştir. Ayrıca Türkiye bu tutumuyla Rusya’ya karşı düşmanca bir düşüncede değildir. Aslında Rusya’nın hem Türk hava sahasını ihlali hem de Suriye’deki Türkmenler gibi Türkiye’ye yakın olan unsurları bombalaması düşmanca bir davranış görüntüsü sergilemiştir.
Rusya’ya göre ise, kendi bombardıman uçağı Türk hava sahasını düşmanca bir niyetle geçmemiş ve olay Suriye sınırları içinde gerçekleşmiştir. Uçak enkazının Suriye sınırları içinde bir noktaya düşmesi uçak vurulduğu anda Türk hava sahası içinde bulunmadığı anlamına gelmemekle birlikte, uçağın kara kutusunun okunamayacak hale gelmesiyle bu iddia ispatlanamamıştır. Diğer iddia ise, düşen uçaktan atlayan pilotlardan biri diğer pilot gibi Suriye’de sağ olarak kurtulabilecekken, bu pilotun o bölgede muhtemelen Türkiye’nin desteklediği muhalif silahlı gruplar tarafından öldürülmüş olması Rus hükümetinin kızgınlığını en üst seviyeye getirmiştir.
Krizin ardından Rusya Türkiye’ye karşı birçok alanda yaptırımlar uygulamaya koymuştur. Bu alanlar askeri ve diplomatik, ekonomik – ticaret ve turizmdir.
İki ülke arasındaki askeri ve diplomatik ilişkilere baktığımızda en sorunlu alanın askeri konular olduğu söylenilebilir. Krizin ortaya çıkmasıyla beraber Rusya Türkiye ile olan askeri iş birliğini askıya almıştır. Rusya, Suriye hava sahasının tamamının kontrolünü de ele geçirdiği için Rusya’nın Türkiye’ye karşı askeri caydırıcılığı daha da artmıştır. Rusya Türkiye’nin askeri hareketliliğini gözetim altında tutarken Türkiye ise Rusya’yı dengelemek adına NATO iş birliğini harekete geçirmiştir. “NATO değişik bağlamlarda Türkiye’nin Rusya’dan kaynaklı olabilecek nükleer yada konvansiyonel saldırı risklerine karşı müttefikini koruma kabiliyetine ve iradesine sahip olduğunu teyit etmiştir.”
Türkiye ile Rusya ilişkilerinin diplomasi boyutuna bakıldığında da Moskova, ilişkileri neredeyse tamamen askıya almıştır. Rusya Türkiye’den gelen, konu hakkında görüşme ve konuyu çözümleme çağrılarına cevap vermemiş ve bu temaslarla ilerleme sağlanamamıştır. İki ülke arasındaki en etkili iletişim kanalı büyükelçiliklerdir. Bu dönemde büyükelçilerin geri çekilmemesi en olumlu unsur olmuştur.
Ekonomik ve ticari yaptırımlar ise, 1 Aralık’tan itibaren Türkiye’den beyaz et alımının durdurulması kararı alındı ve piyasa düzenleyicisi kamu kuruluşu Rosselkhoznadzor, bu kararın siyasi olmadığını belirterek nedenin Türkiye’den alınan ürünlerin gıda güvenliği standartlarına uyumlu olmaması şeklinde bir açıklamada bulundu. 25 Kasım’dan itibaren Rusya’daki gümrüklerde ihraç ürünleri geçişine gerekçe olmadan engeller çıkarıldı. Ayrıca Türkiye’den ihraç edilen ürünler ise gümrüklerden geri gönderildi.
Son olarak turizm yaptırımlarında, Belek, Kemer, Manavgat ve Alanya gibi yerlerde kış kampı yapan Rusya’nın spor takımları rezervasyonlarını iptal ettirdi. Putin ve Lavrov tarafından, Rus vatandaşları için güvenli olmayan Türkiye’ye gidilmemesi gerektiği belirtildi. Bu çağrıyla birlikte Rusya tur acenteleri, 26 Kasım’da Türkiye tatil paketlerini iptal ettirdi. 1 gün sonra Rus Dışişleri Bakanlığı, Türkiye – Rusya arasındaki vize serbestisinin 1 Ocak’tan itibaren iptal edileceği açıklamasını yaptı.
3.3. FETÖ DARBE GİRİŞİMİ VE RUSYA’NIN TUTUMU
15 Temmuz 2016’da Türkiye’de gerçekleştirilen başarısız darbe girişimi ikili ilişkilerin normalleşmesi açından önemli olmuştur. FETÖ’nün tarafından gerçekleştirmeye çalışılan darbe girişiminin başarısız olması sonrasında ise Türkiye’nin, darbe girişiminin arkasında olması sebebiyle ABD hükümetinden Fethullah Gülen’in iadesi taleplerinin sonuçsuz kalması ve daha sonraki günlerde dönemin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Süleyman Soylu’nun, “Darbenin arkasında ABD var” açıklamasıyla Ankara-Washington ilişkilerindeki gerginlik daha da ileriye gitmiştir. ABD’nin, darbe girişiminden önce Suriye iç savaşında Türkiye’nin istediği adımları atmaması, PYD/YPG’ye verdiği desteği artırmasıyla ilişkilerin normalleşmesini önleyen unsurlardır. Bunlarla birlikte ABD’nin FETÖ ile ilişkilendirilmesiyle Türkiye-ABD ilişkilerindeki huzursuzluğun varlığı açıkça görülmüştür. Ayrıca AB’den de başarısız darbe girişimine karşı tepki gelmemesi tersine Türkiye’nin bu konuda fazlasıyla eleştirilmesi Türkiye-AB ilişkilerinde de gerginliğe neden olmuştur. Böylelikle Türkiye’nin Batı ile ilişkilerindeki gerginlik Rusya’nın sürece doğrudan katılımı için ortam hazırlamıştır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan darbe girişimi sonrasında ilk yurt dışı gezisini 9 Ağustos 2016’da Rusya’ya gerçekleştirerek Putin ile St. Petersburg’daki Konstantin Sarayı’nda iki saatlik bir görüşme yapmıştır. Görüşme sonrasında Putin, “Burada bizim ilkesel tutumumuzu tekrar hatırlatmak istiyorum. Biz anayasaya aykırı olan her türlü girişimin karşısındayız. Sizin yönetiminizde Türk halkının bu sorunun üstesinden geleceğini umut ediyorum. Bugün Türkiye’nin iç siyasetinde yaşanan zor duruma rağmen buraya gelmeniz hepimizin ikili ilişkilerin normalleşmesini istediğinin bir göstergesidir. Bu da her iki ülke halklarının yararına olacaktır” demiştir. Erdoğan ise “Çünkü Türkiye-Rusya ilişkileri çok farklı bir olumlu sürecin içerisine girmiştir. İnanıyorum ki şimdi attığımız ve atacağımız bu adımlarla çok daha farklı bir sürecin içerisine gireceğiz. 15 Temmuz darbe girişiminde, ertesi gün sizlerin lider noktasında bizi arayışı hem tüm heyetimizi hem de tüm halkımızı mutlu etmiştir” açıklamasıyla dokuz ay önceki krizin atlatılarak Türkiye-Rusya ilişkilerinin normalleşme yolunda olduğunu göstermiştir.
3.4. BÜYÜKELÇİ SUİKASTİ
Uçak krizinden sonra ilişkilerin normalleşmesi için verilen uğraşlar sonucunda iki tarafın da daha rahat iletişim kurduğu şartların oluşmasıyla Erdoğan ve Putin’in devamlı telefonla görüşmeleri normalleşmeye katkı sağlamıştır. Fakat 19 Aralık 2016 tarihinde gerçekleştirilen suikast iki ülke kamuoyunda ve uluslararası arenada “2015 sonunda ilişkileri donduran uçak kriziyle aynı etkiye sahip yeni bir kriz mi doğacak?” sorusuna sebep olmuştur.
Rusya’nın Türkiye Büyükelçisi Andrey Gennadyeviç Karlov, Çankaya’da “Gezgin Gözüyle Kaliningrad’dan Kamçatka’ya Rusya” adlı fotoğraf sergisinde yaptığı açılış konuşması sırasında Mevlüt Mert Altıntaş isimli polis memuru tarafından suikasta uğramıştır. Suikast sonrasında hem Türkiye’nin hem de Rusya’nın ılımlı yaklaşımları uçak krizinden sonra oluşan ortamın tekrarını engelleyerek 20 Aralık 2016’da yapılacak olan Türkiye, Rusya, İran Dışişleri Bakanları toplantısı planlandığı gibi gerçekleştirilmiştir. Erdoğan daha sonra televizyon kanallarında açıklama yaparak, suikastın normalleşme sürecini bozmaya yönelik bir provokasyon olduğunu söyledi. Putin ise şu şekilde açıklamada bulunmuştur: “Karlov’un öldürülmesi Rusya-Türkiye ilişkilerini bozmaya yönelik bir eylemdi… Açık konuşmak gerekirse uçağımızın Türk liderliğinin emri olmadan, Rusya-Türkiye ilişkilerine zarar vermek isteyen insanlar tarafından düşürüldüğü tezine şüpheyle bakıyordum. Fakat büyükelçimize bir polis tarafından düzenlenen saldırı ardından fikrimi değiştirmeye başlıyorum… Bana göre her şey mümkün. Yıkıcı unsurların, emniyet ve istihbarat teşkilatları ve ordu da dahil olmak üzere Türk devlet organlarına derin bir biçimde nüfuz etmiş olması mümkün. Fakat kendimde birilerini bir şeyle suçlama hakkını görmüyorum. Karlov’un öldürülmesi Rusya-Türkiye ilişkilerine zarar vermeyecek.”
3.5. TÜRKİYE ve RUSYA’NIN SURİYE’DEKİ BÖLGESEL İŞ BİRLİĞİ
Türkiye-Rusya arasında yaşanan uçak krizinin bitimiyle ilişkilerdeki normalleşmenin olumlu etkisi Ankara ve Moskova’nın Suriye krizine yaklaşımında görülmüştür. 2016’nın sonuna doğru Halep’e yönelik operasyonlar önceden kararlaştırılarak gerçekleştirilmiş; Türkiye, Esed rejimi/Rusya’nın Halep’teki katliamlarını eleştirmekten vazgeçip taraflar arasında arabuluculuk yaparak sivillerin ve rejim karşıtlarının Halep’ten çıkmasını sağlamıştır.
Türkiye’nin iç ve dış terör tehlikesini doğuran güvenlik önlemleri Suriye politikasında değişikliğe gitmesine sebep olmuştur. Suriye’nin kuzeyinde askeri varlığını sürdürerek sorunun çözümünde aktif rol oynamak istediğini açıkça ortaya koymuştur. Türkiye’nin yaptığı operasyonlarda en önemli amacının DEAŞ terör örgütüyle mücadele olduğu gibi; Batı, Rus ve İran medyası, bu amacın Suriye-Türkiye sınırındaki PYD güçleri tarafından yeni bir özerk bölge oluşturmasının önlenmesi şeklinde göstermektedir. Türkiye’nin Suriye krizi politikasına bakıldığında Esed’in iktidardan gitmesi öncelikli olmuş; fakat, Suriye sınırından DEAŞ, PKK ve PYD/YPG ile gelen tehlike, Esed’in iktidarda olması sorununun arka planda kalmasına sebep olmuştur. Bu nedenle krizin çözümünde Rusya ile ortak hareket edilmeye başlanmıştır.
Türkiye, krizin başından beri Moskova ve Tahran’ın terörist olarak nitelendirdiği Suriye muhaliflerine yardım etmiş fakat sonradan Rusya ve İran’la ortak politikalar izlemiştir. Türkiye’nin Suriye politikasında değişime gitmesinin nedenlerinden biri, hükümetin Batılı koalisyon güçlerinin DEAŞ’la ortak mücadelede pasif politika izlediği eleştirisinden kaynaklanmıştır. Bununla birlikte, Batılı devletlerin Türkiye’nin kendi güvenliğine tehdit unsuru olarak gördüğü PYD/YPG güçlerine destek sağlaması da nedenlerden biridir. ABD, Türkiye’nin Fırat Kalkanı Harekatı’nın Suriye’deki Kürtleri hedef aldığını gerekçe göstererek Türk askerlerine hava desteği vermekten vazgeçmiş ve bu durum Türkiye’nin Rusya ile yakınlaşmasına sebep olmuştur.
Krizin çözümünde bölgede Türkiye ile ortak hareket etmek Rusya için büyük önem arz etmekte ve Türkiye’nin El-Bab’daki operasyonlarının asıl hedefinin Esed rejim güçleri değil de DEAŞ ve PYD/YPG olması Rusya için herhangi bir tehlike ifade etmemektedir. Ayrıca, Suriye krizi ekseninde NATO üyesi bir ülkeyle anlaşma yapmak Kremlin için stratejik açıdan önemlidir. Batı ile sorun yaşayan Rusya’nın Orta Doğu’da Türkiye ile müttefik olması Esed karşıtı Batılı koalisyon gücünün zayıflaması açısından Moskova’nın işine gelmektedir.
Türkiye-Rusya arasındaki görüşmelere bakıldığında tarafların sorunun çözümüyle ilgili tavırları olumlu sonuçlanmıştır. 27-28 Aralık tarihinde Türkiye’nin arabuluculuğunda Rus yetkilileri ve Esed karşıtı muhaliflerin bazılarıyla görüşme yapılmıştır. Türkiye ve Rusya garantörlüğünde ateşkes kararı bu görüşmeden sonra verilmiştir.
29 Aralık 2016’da Rusya Dışişleri ve Savunma Bakanlarıyla görüşmesinde Putin, anlaşmaya ilişkin 3 belge imzalandığını açıklamıştır. İlk belge, Esed rejimi ve silahlı muhalifler arasında Suriye Arap Cumhuriyeti sınırlarının tamamını kapsayacak şekilde ateşkes ilan edilmesini içermektedir. İkinci belge, ateşkese riayet edilmesi konusundaki önlemleri kapsamaktadır. En son belge ise, Suriye krizinin barışçıl yollarla çözümü için uluslararası müzakerelere başlanılmasına dairdir.
3.6. ASTANA SÜRECİ
Türkiye ve Rusya’nın girişimleriyle Suriye görüşmeleri 23 Ocak 2017’de Astana’da başlamıştır. Görüşmelerin Astana’da yapılmasının sebebi, o dönemin Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev’in kendisini uzlaştırıcı bir lider olarak konumlandırması ve ülkesinin etki alanını genişletmek istemesidir.
İlk tur görüşmelerinde, Suriye hükümeti ile Suriye’deki muhalifler ilk kez karşı karşıya gelmişlerdir. Toplantının sonucunda ise, Suriye’de ilan edilen ateşkesin denetlenebilmesi için üçlü mekanizma kurulması kararlaştırılarak siyasi çözüm vurgusu yapılmıştır. Garantör ülkelerin, Suriye krizine yaklaşımları farklı olsa da, iç savaşın sonlandırılması ve Suriye’nin toprak bütünlüğünün sağlanması konusunda birlikte hareket etmektedirler. Çünkü terör, mülteci sorunu ve sınırlarında güvenlik sorunları bu üç ülkenin güvenliğini tehdit etmektedir.
İkinci tur Şubat 2017, üçüncü tur da Mart 2017’de yapılmıştır. İkinci tur sonunda, Rusya ve Türkiye ile birlikte ateşkeste İran’ın üçüncü garantör ülke olarak katılması, üçüncü turun sonunda ise, ateşkesin denetlenmesi için kurulan mekanizmayı güçlendirme kararı alınmıştır.
Dördüncü tur görüşmeler Mayıs 2017’de yapılmıştır. Bu görüşmede çatışmasızlık bölgeleri konuşulmuş fakat İran’ın bu anlaşmada garantör ülke olmasından rahatsız olan muhalefet anlaşmaya tepki göstermiştir. Çatışmasızlık bölgeleri ise, İdlib’in tamamı, Lazkiye, Halep ve Hama’nın belli bölümleri, Şam’ın Doğu Guta bölgesi, Dera ve Kuneytra’nın belli bölümleridir.
Beşinci tur görüşmeler Temmuz 2017’de yapılmıştır. Burada dördüncü turda kararlaştırılan çatışmasızlık bölgelerinin sınırlarının kesinleştirilmesi için ortak çalışma grubu oluşturulması kararlaştırılmıştır.
Altıncı tur görüşmeler Eylül 2017’de yapılmış ve burada İdlib’teki çatışmasızlık bölgelerinin sınırları ön plana çıkartılmış ve 2. Astana görüşmesinde konuşulan Esed’in elindeki tutukluların ve esir tutulanların karşılıklı serbest bırakılarak cenazelerin teslim edilmesi konuları da ele alındı.. Bu görüşmelere Türkiye, Rusya ve İran’dan başka ABD, Birleşmiş Milletler, Ürdün, Esed rejimi ve muhalefet de katılmıştır. Görüşmelerin sonucunda ise, Astana sürecinin gittikçe iyileştirildiği, İdlib’teki Heyet’ut Tahrir’uş Şam’ın 6. görüşmeyi tanımadıkları ve İdlib’e müdahale edilirse karşılık verileceği açıklandı.
Yedinci tur görüşmeler 30 Ekim 2017’de başlamış ve ana başlıklar olarak; Esed rejiminin cezaevlerindeki tutuklu ve esirleri serbest bırakması, rejimin yaptığı ateşkes ihlalleri, tarihi bölgelerde bulunan mayınların temizlenmesi, Doğu Guta başta olmak üzere abluka altındaki bölgelere insani yardım ulaştırılması konuları ele alınmıştır.
Sekizinci tur görüşmeler Aralık 2017’de başlamıştır. Suriye Heyeti Başkanı Beşar Caferi, Türkiye ve ABD askerlerinin ülkeden ayrılmalarını istedi ve PYD konusu ele alındı. 20 Ocak 2018’de ise Türk Ordusu tarafından Afrin Operasyonu’na başlandı.
Dokuzuncu Astana görüşmeleri 14-15 Mayıs 2018’de gerçekleşti. Görüşmelerde Türkiye, Rusya ve İran’ın Gerginliği Azaltma Bölgeleriyle ateşkes rejiminin korunması konusunda anlaşıldı.
Son olarak Onuncu tur görüşme 30-31 Temmuz 2018’de gerçekleşti ve sahadaki gelişmelerle Suriye krizine çözüm bulunması yönündeki çabalar konuşuldu.
3.7. İSTANBUL’DA 4’LÜ ZİRVE
İdlib’de varılan antlaşmanın ardından Suriye’nin geleceğine yönelik siyasi arayışlar daha da artmış ve bu kapsamda 27 Ekim 2018 tarihinde İstanbul’da Türkiye, Fransa, Almanya ve Rusya hükümet başkanlarının katılımıyla bir zirve gerçekleştirilmiştir. Zirve, Suriye’deki sorunun çözümü için Fransa ve Almanya’nın da katılması bakımından değerlidir. Cumhurbaşkanı Erdoğan İstanbul Zirvesi’nde bu konuyla ilgili şu açıklamayı yapmıştır: “Bugün, Fransa ve Almanya’nın da katılımıyla Astana’da yakalanan sinerjiyi daha da ileriye taşıyabileceğimizi gördük.”Tartışma konuları ise, Suriye’de güncel durum, İdlib mutabakatı ve siyasi çözümün parametreleridir.
İstanbul Zirvesi Türkiye’nin ev sahipliğiyle birlikte İran ve ABD gibi ülkelerin katılmaması açısından da bazı anlamlar içermektedir. ABD’nin Suriye politikasını sağlam bir yere oturtamamış olması, İran’ın ise vekil örgütleriyle bölgedeki devlet yapılarını sarsması bölgesel ve küresel aktörlerin tepkisine yol açmıştır.
Zirve sonrası açıklanan ortak bildiride dört ülkenin ortaya koyduğu temel anlayış önemlidir. Bildiride:
⦁ İdlib mutabakatından duyulan memnuniyetin dile getirilmesi,
⦁ DEAŞ veya El-Kaide ile ilişkili grup veya örgütlenmelere karşı mücadelenin kararlılıkla sürdürülmesi,
⦁ Suriye’nin egemenliği ve toprak bütünlüğüne yapılan vurgu ve ayrılıkçı gündemlerin reddedilmesi,
⦁ Tüm Suriyelilerin katılımıyla adil ve şeffaf bir seçimin yapılması,
⦁ Mültecilerin güvenli bir şekilde geri dönüşü,
⦁ Yeni anayasa komitesinin oluşturma ve kalıcı ateşkes gibi konular yer almıştır.
SONUÇ
Türkiye-Rusya ilişkilerinin tarihsel olarak genel görünümüne bakıldığında daima rekabet halinde geçmiştir. Özellikle Soğuk Savaş döneminde SSCB’nin Doğu Bloku’nda, Türkiye’nin ise Batı Bloku’nda bulunması ikili ilişkileri etkilemiş ve bu dönemde neredeyse hiçbir alanda etkinlik görülmemiştir. Fakat Soğuk Savaş bitimi ve SSCB’nin dağılmasıyla birlikte ilişkilerde değişim görülmüştür. Özellikle 2000’li yıllarda Türk-Rus ilişkileri ekonomik ve siyasi alanlarda artarak gelişmiştir. Bunun en önemli sebebi ise, hem Türkiye’de hem de Rusya’da yaşanan iktidar değişimleridir.
11 Eylül saldırılarından itibaren başlayan yakınlaşma sonucunda 2001’de “Avrasya’da İş Birliği Eylem Planı: İkili İş Birliğinden Çok Boyutlu Ortaklığa” başlıklı bir belge imzalanmıştır. 2002’de Ahmet Davutoğlu’nun Proaktif Dış Politika söylemi ve Komşularla Sıfır Sorun politikası doğrultusunda ilişkiler gelişmeye devam etmiştir. Ağustos 2008’de Rusya-Gürcistan arasında yaşanan çatışmalarda Türk-Rus ilişkilerinde de gerginlik oluşmuş fakat Kasım 2008’de Türkiye’nin öncülük ettiği ve Rusya’nın da dahil olduğu “Kafkasya’da İstikrar ve İş Birliği Platformu” kurularak Türkiye’nin proaktif politikası burada vücut bulmuştur.
2010’da ilişkiler derinleşerek Üst Düzey İş Birliği Konseyi kurulmuş, vize muafiyeti, Akkuyu’da Nükleer Santral projesi ve Samsun-Ceyhan boru hattı projeleri konuşulmuştur. 2010’un sonlarına doğru Ortadoğu’da Arap Baharı’nın patlak vermesi ve bunun üzerine NATO’nun Libya’ya müdahalesiyle birlikte bölgedeki politikalarda değişiklik görülmüştür. Ortadoğu’da Suriye Krizi ve Karadeniz’de Rusya’nın Kırım’ı ilhakı ilişkileri etkileyen en önemli olaylardandır. Türkiye, Kırım’ın ilhakı konusunda Rusya’ya tepki göstermiş fakat daha sonra bu durumun diplomatik yollarla çözülmesini istemiştir. Bunlara rağmen ticaret, enerji ve turizm konularında iş birliği devam etmiştir.
2014’te Rusya ve Ukrayna politikalarının ters düşmesiyle Rusya’nın Avrupa’ya doğalgaz akışının sağlanmaya devam etmesini ve Ukrayna’nın bundan yararlanmasını engellemek istemesi üzerine Türkiye ile Türk Akımı projesi imzalamış fakat 24 Kasım 2015’te Rus uçağının Türk hava sahasını ihlali sonucunda ortaya çıkan uçak krizi sebebiyle proje inşaatı durdurulmuş ve Rusya Türkiye’ye yaptırımlar uygulamıştır.
15 Temmuz 2016 tarihinde FETÖ darbe girişimi sonucunda Rusya, Batılı müttefiklerinin aksine Türkiye’nin yanında bulunmakla birlikte Türkiye’ye teröre karşı olunduğuna dair destek mesajları vermiştir. Fakat çok geçmeden Kasım 2016’daki Büyükelçi Karlov’un suikaste uğraması üzerine ilişkilerde beklenildiği gibi bir kriz çıkmamış ve iki ülke birbirini desteklemeye devam etmiştir.
2011 yılında Suriye Krizi konusunda politik ayrılıklara düşen iki ülke, 2017 yılına gelindiğinde krizin çözümü için iş birliği süreçlerine başlamıştır. Soçi Zirvesi, Astana Süreci ve Fransa ile Almanya’nın da katıldığı İstanbul’da 4’lü Zirve bu sürecin en önemli örneklerindendir.
Görüldüğü gibi 2000-2018 yılları arası Türkiye-Rusya ilişkilerinde zaman zaman yaşanan sıkıntılara rağmen krizler başarılı bir şekilde çözülmüş ve iş birliği alanları artarak ilişkiler geliştirilmeye devam etmiştir.