EKONOMİK REFLEKSİVİTE (9)
Louis Althusser’in ‘Devletin ideolojik aygıtları’ tezi, özünde marksist alt-yapı/üst-yapı modelindeki alt-yapının üst-yapıyı doğrudan ‘belirlediği’ önermesinin reddine dayanmaktadır.
Bu ‘belirlenme’nin (détérmination) dolayımlı olduğu tezidir de denilebilir.
Yani üst-yapının ‘özerkliği’nin ileri sürülmesi, örneğin ‘politik, hukuksal ve ideolojik mekanizma’nın da (organisation) belirleyici olması demektir, ki son çözümlemede, yine alt-yapı ya da ‘ekonomik temel’ belirleyici olacaktır.
İşte bu ‘üst-belirleyicilik’ (surdétermination) içinde ‘Devlet aygıtı’nın yeni bir çözümlenmesi gerekmektedir.
‘Devlet’in bir ‘aygıt’ (appreil) olma özelliği, ki Lenin’de bu, bir sınıfın diğer sınıf üzerinde baskı ‘aygıt’ı olması anlamındadır; Althusser’de hem bu anlamda ve hem de dilbilimci Emile Benveniste’in(1902-1976) anlam ve genel olarak sembolik anlam kuramındaki dile getirme ‘aygıtı’ (appareil formel de l’énonciation) anlamında kullanmaktadır.
Bir bakıma ‘bilinç’i oluşturacak bir ‘makina’ anlamında bir aygıt.
‘Devletin ideolojik aygıtları’ demek ki, her şeyden önce ‘Devlet bilinci’ oluşturmak işlevi görmektedirler.
Sorun tam da bu noktada başlamaktadır: Bu ‘bilinç’ denilen şeyin ne kadarı ‘ideoloji’ ve ne kadarı gerçek ‘bilgi’ (tanıma-connaissance)’yi temsil etmektedir (représentations)?
O arada, ‘aygıt’ın kendi kendisini yeniden üretiyor olması da gerekmektedir.
Burada, gerek Lenin ve gerekse Gramsci’nin, Devlet’in ‘güç’ ve ‘rıza’ya dayanan ‘mekanik’liğinden farklı bir mekaniklik ileri sürülmüş olmaktadır (*).
Dahası, ‘Devletin Baskı Aracı’ olmasından önce, bilinçlerde, bir anlamda ‘kendiliğinden’ oluşmuş bir ‘mekaniklik’ keşfedilmiş olmaktadır.
Denilebilirse eğer, Weber’ci ‘meşruiyet’, Devlet’ten önce beyinlerde doğmuş olacaktır.
Bu da, örneğin, daha ‘aile terbiyesi’nden başlayarak, sözde ‘nötr’ eğitim kurumları aracılığıyla sağlanıyor olmaktadır.
Althusser’in ideoloji ve egemen ideoloji ayırımına karşılık, Pierre Bourdieu onun ‘sınıf’ tanımına karşı duracak bir ‘kültürel yeniden üretim’ kavramı geliştirecektir.
Öyle ki, bu ‘habitus’ günlük ‘yaşam pratiği’ni de biçimlendirmektedir.
Yani, özde bir insan davranışı ‘pratiğinin kuramı’ yapılmaktadır ki, yaşamın diğer alanlarına olduğu gibi, ‘ekonomik ajan’ların davranışına da uygulanabilecektir.
Bourdieu’cü habitus kavramının bir ‘toplumsal dünya’ (monde social)nın yansısı (reflet) olduğunu belirtmeden geçmek olmaz.
Ancak ve ne var ki, onun bir ‘pratik anlamı’ vardır: insanın (agent), karşılaştığı herhangi bir durum karşısında, bilinçli ya da taktik düşünmesine gerek duymadan, kendi habitus’üne bağlı olarak davranma alışkanlığı, olanağı ya da yeteneği vermektedir.
Kısaca, habitus bir ‘otomatik düşünülmüşlük’ (spontanéité sans conscience) halidir.
Bunun ‘ideolojik’ olup olmadığına ise okuyucu karar versin diyelim.
Ve yine, bu günlük yaşam pratikleri, aynı zamanda ekonomik, politik, hukusal, ideolojik, ahlâksal, etik bir toplumsal ve kültürel mamelek (patrimoine) üretiyor olmaktadırlar.
İşte bu Bourdieucü patrimonializm’in sıradan ‘akılcılık’ (rationalisme) ile ilgisinin olup olmadığı, Hegel’in ‘akıl hilesi’ (ruse de la raison) dediği duruma karşılık gelmektedir denilebilir.
Bunun siyasal ‘neo-patrimonialisme’ biçimlerini ise, en iyisi konuşmamaktır.
Çünkü o, artık bir ‘çılgınlık hali’ olmaktadır.
(Sürecek)
(*) Julien Pallotta, « Le moment1970 : Sur la reproduction :Althusser et Bourdieu », Actuel Marx n°70, pp :96-131
Bir yanıt yazın