İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI SÜRECİNDE TÜRKİYE’NİN TARAFSIZLIĞI -İNÖNÜ VAKFI / TURKISHFORUM – ABDULLAH TÜRER YENER
Türkiye Cumhuriyeti, yükselişini kimsenin öngöremediği ve tahmin edemediği yirminci yüzyılın kıymetli ve büyük bir eseridir.
Bütün değerleriyle bir ortaçağ kurumu olan bir imparatorluktan modern ve medeni tüm insanlık prensiplerini temel alan bir cumhuriyet doğmuştur
Böylesi büyük değişimleri gerçekleştirebilmek için devletin bir devrimci kimliği olması şarttır
Bunun yanı sıra; temellerini oluşturan cumhuriyet anayasasında ,halkçı bir rejimin demokratik kimliği esas alınmıştır. İlk zamanlarda sağduyulu hiç kimse fes yerine şapka takmayı kabul ettirebileceğimizi, devletin laik bir cumhuriyet olmasını ve latin harflerini benimsememizi bekleyemezdi. Tüm bunlar uzun ve gerçekçi tartışmalar sonrası başarılmıştır.
Bütün bu devrimler sanıldığı gibi bir diktatörlük rejiminin eseri değil her biri Büyük Millet Meclisinin kanunları ile başarılmışlardır Oluşan tepkiler ise kontroller ve incelemeler sonrasında giderilmiştir
Türkiye’deki demokratik prosedürlerinin geriye donuk bir değerlendirmesini yaptığımızda bütün büyük devrimlerin 1923- 1939 arasında gerçekleştirildiklerini unutmamak gerekir
Ufukların karardığı 1939 baharında Türkiye diğer kendi benzeri uluslar arasından takip edilmesi gereken doğru yolu fark ederek açık bir şekilde Fransa ve Büyük Britanya’nın yanında yer alan tek ulus olmuştur.
1940 yılında Fransa çökerken ve Büyük Britanya savaşı başlarken İngiltere’nin kahramanlığını överek yanlarında olduğumuzu ilan eden tek ülke olduk Geldiğimiz noktada ise Fransa ile İngiltere arasındaki diplomatik ilişkilerin kesildiği Dakar ve Mers el Kebir savaşları yaşanmaktadır Fransa ve İngiltere ile yaptığımız üçlü ittifak anlaşması her iki müttefikimizin arasında meydana gelen olaylar sebebiyle hukuken bizi kesin bir tarafsızlığa mecbur etmekteydi; buna rağmen biz kendiliğimizden Büyük Britanya ile aramızdaki ittifakın devam ettiğini açıkladık. Biz 3’lü ittifak anlaşmamızda özel bir protokol ilavesi ile anlaşma yükümlülüklerimizin bizi Sovyetler Birliği ile silahlı bir çatışmaya sokamayacağını belirtmiştik.
1941’in başlarında Trakya’dan Rodos’a İtalyan ve Alman güçlerini teyakkuzda beklemekteydik O dönemde Suriye ve Irak’da bir Mihver (Aksist) hükümet oluşmuştu Vichy hükumeti açık bir şekilde İngilizlere karşı bir konum almıştı Dürüstçe ,|adil bir şekilde hatırlarsak Mihver Devletler (Aks) tarafından çepeçevre kuşatılmış olan Türk Ulusu yalnızca kendi insan gücü ve son kalan parasal kaynaklarını tüketmeye varan fedakârlıklara; tüm Avrupa’yı ellerinde tutan bu kibirlilere işgal yollarını kapatmıştır; Halkımız tarafından bütün tehlikelerine rağmen yapılan bu hizmetin takdir edilmesi gerekmektedir
Bizi Almanlar ile Sovyetler arasındaki savaş çıkmadan Almanlar ile bir dostluk anlaşması yaptığımız için eleştiriyorlar. İstanbul kapılarına dayanmış olan Almanlar daha önce Sovyet Rusya ile bir saldırmazlık antlaşması yapmışlardı O zaman ülke tek başına bütün Mihver devlet (Aks) güçlerine karsı dururken, Amerika henüz savaşa girmemişken; Büyük Britanya tüm güçlerini Adaları Alman işgaline karşı tutarken ve Sovyetlerin Almanlarla bir saldırmazlık anlaşması varken bizim Almanların yazılı olarak verdikleri bize saldırmazlık sözünü kabul etmememiz hangi hakla beklenebilirdi ki, üstelik bu antlaşmada açık bir şekilde söylenen Türkiye’nin ittifak yükümlülüklerine bağlı kalacağı ve öncesinde ve sonrasındaki tartışmalarda Türkiye üzerinden Irak ve Suriye’ye yapılacak bir yardımın kesin olarak dışlandığı bu şartlarımızı Almanlara kabul ettirmiştik; Daha sonra ortaya çıkmıştır ki bu anlaşma Almanlar için tarihini kendilerinin belirleyeceği bir Türkiye harekatının daha ileri bir tarihe atılması anlamını taşımış; ancak bizim ülkemize de milletçe yapılan fedakarlıklar ; alınan askeri tedbirler ile birlikte ; bu kritik dönemin geçilmesini sağlamıştır/
Sovyet hükümetinin, Büyük Britanya ve Amerika’nın Türkiye’nin pozisyonunu övdükleri dönem bizim Almanlar ile sonuçlandırdığımız dostluk anlaşması sonrasıdır; bu demektir ki zamanında müttefik ülkelerin bilinçlerinde Almanlarla yapılan dostluk anlaşması ayni şekilde vazgeçilmez olarak değerlendirilmiş ve karanlık günler geçtikten sonra eleştiriler yapay olarak tetiklenmiştir Birçok yerde denilmiştir ki Almanlar Volga nehrine doğru ilerlerken kendi güçlerimizi doğu sınırına yığmış olmamız Sovyetleri rahatsız etmiş. Gerçekler Halklar tarafından bilinmese de müttefik ve resmi yetkililer tarafından ayrıntıları ile biliniyordur ve bu gerçek bize yapılan eleştirilerin tam tersidir Almanlar Volga ya doğru ilerlerken bizim savunma hattımız Rodos’dan Hopa’ya kadar yayılmıştır. Almanların bizim bütün Karadeniz cephemize yapabileceği ani bir harekat olasılığı kuvvetlerimizi Karadeniz cephesine yaymamıza Ankara’ nın savunması içinde Başkente dahi güçlerimizi konumlandırmamıza sebep olmuştur. Ortaya çıkartılan Alman planları alınan önlemlerin yersiz olmadığını açıkça göstermiştir. 1942 yazı sonunda Sovyet hükumetine resmi olarak iletilmiştir. Kafkas cephesine arkadan vurabilmek için yapılacak bir Alman çıkartması olasılığına karşı Trabzon ve Hopa’ya kuvvetlerimizi topladık/ Güçlerimizin ülke içerisinde dağıtılmış olmasının sebebi budur .Aldığımız cevapta Sovyetler memnuniyetlerini ifade etmişlerdir; Savaş süresince kuvvetlerimizin yerleştirilme düzenlerinin yalnızca Mihver (Aks) ülkelerine yönelik olduğunun daha ikna edici bir açıklaması olamaz.
Bizim Almanlara ve Japonlara karşı savaşa girmemizin, hiç bir etkisi olmadığını ve galibiyetin kesinleştikten sonra yapıldığını söylediler. Bizim savaş ilanımızın etkileri ile ilgili hiç bir iddiamız yoktur, bizim söylediğimiz savaş ilamını yapmadan önceki yıllarda yaşanan kabus dönemindeki tutumumuz müttefiklerimizin zafer kazanmalarına yardım etmiştir. Bizim Almanlar ve Japonlara karşı savaşa girmemiz sadece müttefiklerin istemeleriyle olmuştur. Bizden istediklerine göre belli bir önemi olmalıydı Müttefiklerin galibiyetinin kesinleşmesinden sonra savaş ilan ettiğimizi söyleyemezler. Biz karanlık günlerde onlarla birlikteydik. Zafer günlerine gelince ganimetten pay alma isteğimiz olmadığı için durumdan menfaat sağlamayı düşünmedik .
Biz yalnızca müttefiklerimiz istediği için onlarla birlikte hareket etme lüzumundan böyle bir girişimde bulunduk Aynı şekilde 1944 ağustosunda ilişkilerimiz kesildiğinde derhal savaşa girmediğimiz için eleştirildik. .İlişkiler kesildiğinde Büyük Britanya ile birlikte kararlaştırdığımız ve yazıya geçirilen hareket tarzına göre bu karar etkin savaş haline bir ilk adım olacaktı. Büyük Britanya hükumeti bize Türkiye’nin savaşa girmesinin ayrıntılarını bizimle daha sonra görüşeceklerini bildirmişlerdi; Müttefiklerimiz o tarihten itibaren ellerinde hazır olan bu kararın uygulanmasını bizden istemediler.
Rusya’ya yardım etmeye yönelik gemilerin boğazlarımızdan geçişine izin vermediğimiz konusuna gelince; Kesinlikle temeli olmayan savlardı bunlar
Bütün İkinci Dünya savaşı süresince Türkiye’nin bu konularda eleştirileceği bir eksiği olmamıştır. Eğer müttefikler boğazlar yoluyla birbirlerine yârdim edememişlerse bunun sebebi bizden kaynaklanmamaktadır Mihver (Aks) ülkeleri 1945 e kadar karadan ve havadan Akdeniz’e erişimi tutmuşlardır .
Haziran 1944 de Büyük Britanya bazı Alman gemilerinin Karadeniz’e çıkışına dikkat çekmiştir ve Montreux Antlaşmasında imza sahibi olmasından ötürü karşı çıkmıştır.
Montreux Antlaşmasının açık hükümleri üzerinde yapılan hukuki tartışmalar sadece bir hafta sürmüş ve bizim Birleşmiş Milletler amacımız ve İngilizler ile olan anlaşmamızı göz önüne alarak aldığımız karar doğrultusunda kesin ve kökten olarak bitirilmiştir.
Montreux antlaşmasının İkinci Dünya Savaşı sürecinde her hangi bir şekilde zarar verdiği kesinlikle söylenemez Boğazların emin ellerde olduğu ve bütün ülkelerin faydalanabileceği şekilde bir mani olmaksızın geçişlere açık oldukları ispat edilmiştir.
Alman politikası İkinci Dünya Savası’nı birincisinin devamı olarak kabul etmiştir Gerçekte merkez güçlerinin yanında yer alan bütün ülkeler Türkiye haricinde İkinci Dünya Savaşında da aynı kampta buluşmuşlardır .Oysa Türkiye Birinci Dünya Savaşı’nın bütün ağırlığını diğer ülkelere nazaran fazladan bir dört yıl çekmek zorunda kalmıştır. Türkiye 1923 yılında barışı başarmış büyük bir imparatorluğu kaybetmiş ve milli hudutlarını ve varlığını muhafaza edebilmek uğuruna sayısız felaketlere maruz kalmıştır. İşte bu aynı ülke 16 yıl sonra İkinci Dünya Savaşında Birleşmiş Milletler davası için çok büyük tehlikeleri göz ardı ederek açıkça ve kesin olarak İngiltere’nin yanında yer almıştır Geçmişte kaybettiklerine ve yeni oluşan imkanlara rağmen bu davranışının karşılığında hiçbir şey istemeden elinden geldiğince yararlı olmaya çalışmıştır.
Hangi bahaneyle olursa olsun Türkiye’nin haklarından ve topraklarından talep etmek asgari bir adalet duygusuyla dahi izah edilemez Hiç şüphemiz yok ki eğer bu geçmiş olayları ve haklarımızı Sovyet Halklarına, Britanya İmparatorluğu halklarına ve Amerika Birleşik Devletleri halklarına izah edebilseydik bu halklar bize hak verirlerdi Bu imkanı bulabilmenin mümkün olamayacağını düşünüyorum. Sovyet, İngiliz ve Amerikan halklarının içlerine girerek bu insan okyanusunda davamızı duyurabilme imkanlarımızın dışındadır. Dolayısıyla, o ulusların bizim sorunlarımız hakkında gerçek bilgilere ulaşabilmeleri temelde büyük devletlerin yöneticilerinin hakkaniyet ve adalet duygularına bağlıdır. Eğer bu hisler gerçeklerden uzaklaşırsa büyük devletlerin algılarının doğası ile ilgili bir fikir edinmek zorlaşmaktadır Bütün bunlara rağmen Birleşmiş Milletlerin kuruluş yasasının prensiplerinin dürüst ve iyi niyetlerle hazırlandıklarına inanmak isteriz.
Eğer gelecekteki dünyanın inşasında temel alınan insani duyguların benimsenmesi boş sözlerden ibaret değilse, inanıyoruz ki Türkiye yeni dünya barışına yararlı bir ülke olarak kabul edilecektir.
Açık olarak beyan ederiz ki bizim Türk hakları ve topraklarından herhangi bir kimseye ödenmesi gereken bir borcumuz yoktur Biz onurlu insanlar olarak yaşayıp onurlu insanlar olarak öleceğiz.
1943 yılı başında Bay Churchill Adana’ya geldiğinde Türklerin durumunu takdir ettiğini beyan etti. Gelmeden önce Casablanca’da Bay Roosevelt’den de Türklerle konuşabilmek için tam yetki almıştı Türklere istedikleri ve alabilecekleri kadar para verilecekti Türkler Almanların yolunu kesmişti. Durumlarını çok çok iyi anlıyordu Türklerin silahlandırılması için hızlıca geliştirilen büyük bir program ivedi bir şekilde uygulanacaktı Olayların gelişmesine göre Türkler savaşa girecekleri zamana kendileri karar vereceklerdi .
Türkiye 1943 başında Müttefiklerin davasına yapabileceği en büyük yardımı yapmıştır. Bütün Avrupa’nın hakimi olan Almanlar ve İtalyanlar Orta Doğu’ya girememişlerdir Bu gerçek, savaşın askeri ve politik sonuçları üzerindeki etkisi ile en önemli olaylar arasındadır Türkler 1939, 1940, 1941 ve 1942 yılının sonuna kadar yani Stalingrad ve El Alamein zaferlerinin kazanılması ve İngilizlerin ve Amerikalıların Kuzey Afrika’yı işgallerine kadar Orta Doğu yolunu kapalı tutmayı başarmışlardır.
1943 yılında Müttefikler Akdenizde ve Rus ovalarında eyleme geçmişlerdir. Büyük devletlerin liderleri sıklıkla görüşmüşler ve her bir görüşmelerinde Türkler söz konusu olmuştur. Tahran’da Türkiye Cumhuriyetini savaşa girmeye davet etme kararı alınmış ve Türkler bilgilendirilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Kahire’ye davet edilmiş ve bu hususta Sayın Roosevelt ile görüşmüş, 1943 yılında kabul edilen Türkiye’nin silahlandırılmasının gerçekleştirilmediğini belirtmiştir. Buna rağmen eski program üzerinde ısrarcı olmadan prensip olarak savaşa girmeyi kabul etmiş Almanların ve Bulgarların ani bir ortak saldırısına karşın iki üç aylık bir zaman içerisinde Türkiye’ye mümkün olabilecek azami gereç tedarikini talep etmiş ve işbirliği ve harekat şartlarının belirlenmesini istemiştir. Bir İngiliz askeri delegasyonu bu hususta Ankara’da uzun görüşmeler yapmıştır. Türklerin ihtiyacı olan malzemeyi İngilizlerin temin etmesi mümkün değildi ve Türkler İngilizlerin verebileceklerini yeterli bulmuyordu. Türkiye ile konuşma ve savaşa girmeye davet etme şekilleri üzücü idi Türkiye’nin savaşa girmesi hususu daha önce Tahran görüşmelerinde söz konusu olmuş ve üstelik bu husus ta yazılmıştı. Ama ne söylenenlerle ne yazılanlarla ilgili iletişim sağlanamıyordu. Şubat 1944 Ankara görüşmeleri sonuçsuz kalınca Türkiye aleyhine basında tartışmalar başladı. Geride kalan son beş yıl unutulmuştu.
Ağustos 1944 de İngilizler ve Amerikalılar Türkiye’den Almanya ile ilişkilerini kesmesini istediler. Türkiye ilişkisini kesmiştir üstelik derhal savaşa girmeye hazır olduğunu göstermiştir. İngilizler savaşa girmedeki ilk adımın atıldığını ve zamanı geldiğinde bunun isteneceğini bize bildirdiler. O dönem anlaşılmıştır ki Türkiye’nin savaşa girmesi hususu Ruslar ,İngilizler ve Amerikalılar arasında görüş farklılıklarına sebep olmuştur. Şubat 1944 de İngilizlerin ve Amerikalıların önerisi üzerine Türkiye; Almanya ve Japonya ya savaş ilan etmiştir ve Birleşmiş Milletler üyesi olmuş San Fransisco’ya davet edilmiştir.
1945 1946 yıllarında Türkiye için en önemli husus Sovyetler ile olan ilişkileri olmuştur. 1945 Mart ayında Sovyet Rusya ile olan saldırmazlık ve dostluk anlaşmasının yenilenmeyeceği Türkiye ye bildirilmiştir. Sovyetler hükümeti Türkiye ye, 1945 kasım ayında suresi dolacak olan bu antlaşmanın artık yeni şartlara uygun olmadığı ve temelden düzeltilmesi gerektiğini bildirmiştir. Uzun sure yeni şartların neler olduklarını bilmedik. Sonunda 1945 Haziran ayında gelen ilk bilgiler Türkler için çok büyük bir hayal kırıklığı olmuştur. Ayni zamanda radyo ve gazeteler Türkiye’ye karşı çok sert bir sinir savaşı başlatmışlardır. 1945 Mayıs ve Haziran aylarında Dünya savaşı esnasında Türkiye’nin yapmayı kabul ettiği fedakarlıklar ve yaptığı hizmetler hiç hatırlanmıyordu. Türkler bu haksız propaganda dönemini kendilerini zorlayarak sabrederek geçirmişlerdir.
1945 yazı süresince Potsdam’da üç büyükler Montreux kararlarını gözden geçirmek üzere Türkler ile görüşmeler başlatma kararını alırlar. İngiltere ve Amerika fikirlerini paylaşarak Montreux antlaşması çerçevesinde alınan karalar ile ilgili olarak fikir alışverişi yapma
arzularını ifade ettiler. Aynı şekilde 7 Temmuz 1946 tarihinde verdikleri bir nota ile Sovyetler de fikirlerini bildirdiler. Temel farkları Boğazlar yönetmeliğinde yalnızca boğazlara kıyısı olan ülkeler arasında görüş alış verişinin söz konusu olmasını düşünmelerinde ve Türkler ve Rusların boğazları ortak savunmaları önerisinde idi. Verdikleri ikinci bir nota ile bu önerilerinde ısrar ettiler. Türkiye bu talepleri kabul etmedi ve Montreux antlaşmasının kararlarının antlaşmanın öngördüğü yöntem çerçevesinde gözden geçirilmesi gerektiği tezini savundu.
Her şeyin üstünde olan ve bütün vicdanlarda derinden yer etmesi gereken bir ilke: Büyük nüfusa sahip ülkelerde olduğu gibi, bir ulusun hür varlığı ve bağımsızlığa hakkı tümüyle ve açıkça, kıyasça daha az nüfusa sahip halklara da tanınmalı. Biz sayıca küçük toplumların, sayıca daha büyük toplumlar tarafından yok edilmeye mahkum oldukları kuramını kabul etmiyoruz asla da kabul etmeyeceğiz.
Bütün insanlığa ait bir temel yasanın tesisi ile bireysel varlığının şuuruna sahip her halka; bütünlüğünün korunması teminat altına alınmış bağımsız bir devlet kurma hakkı verilmesi gerekmektedir
Güvenlik için bir ortak arayış uluslararası ilişkilerimizin geliştirilmesinde bizi ayni ilkeleri paylaşan ve aynı düşünce yapısına sahip uluslar ile ortak bir cephe oluşturmaya yöneltmiştir.
Bizim yaptığımız ittifaklar ve uluslararası anlaşmalar bu açıdan değerlendirilmelidir..
İsmet İNÖNÜ
Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı
Yazıları posta kutunda oku