Site icon Turkish Forum

İkinci Dünya Savaşı Ve Kazan Tatarları

İkinci Dünya Savaşı Ve Kazan Tatarları- ROZA KURBAN KAZAN TATARI / TURKISHFORUM – ABDULLAH TÜRER YENER

İkinci Dünya Savaşı Ve Kazan Tatarları- ROZA KURBAN KAZAN TATARI / TURKISHFORUM - ABDULLAH TÜRER YENER - ikinci dunya savasi ve kazan tatarlari

Önümde Almanya’nın Münih şehrinden 16.05.2011 tarihinde gelen bir zarf. İçinde 1944 yılında Berlin’de İdil-Ural Lejyonu tarafından yayımlanan Tatar Edebiyatı dergisinin 4.sayısı. Zarf elime ulaşalı bir yıldan fazla zaman geçmiş, bu zaman içerisinde Kazan Tatarlarının hayatında olumlu, olumsuz birçok olay gerçekleşmiştir. Tatar Edebiyatı dergisi, Hukuk Felsefesi doktoru, “Azatlık” radyosu Tatar-Başkurt Redaksiyonu’nun kurucusu ve 1975–1989 yılları arasındaki başkanı, gazeteci, insan hakları savunucusu, Tatar Milli bağımsızlık mücadelesinin sessiz kahramanı Garif Soltan’ın (25.09.1923–14.11.2011) arşivindendir. Soltan, İkinci Dünya Savaşı’nın canlı şahididir. Ne yazık ki bu değerli insan, 14.11.2011 tarihinde aramızdan ayrılmıştır. Geriye gönderdiği belgeler ve Tatar tarihinde iz bırakan faaliyetleri kalmıştır.1941’de Rus – Alman Savaşı başladığı yıllarda 17-18 yaşında olan delikanlılar bugünlerde 90’a merdiven dayamış ve tek tek aramızdan ayrılmaktadır. İkinci Dünya Savaşının canlı tanıklarının bazıları gördüklerini, duyduklarını kaleme almışsa da, büyük çoğunluk yaşadıklarından söz etmeden sessiz sedasız sonsuzluğa yürümüştür. Garif Soltan’dan söz açılmışken, bir konuyu belirtmek isterim, son yıllarda Soltan’ın sağlık durumu pek iyi değildi ve doğal olarak gözü, kulağı ve ayağı olan bir yardımcıya ihtiyacı vardı. Garif Soltan’ın oğlu gibi sevdiği, yakın gördüğü, bir zamanlar “Azatlık” radyosunda beraber çalıştığı meslektaşı ve millettaşı Hayrettin Güleçyüz ona yardımcı oluyor, Soltan’ı yalnız bırakmıyordu. Buna vefa borcu mu, sevgi-saygı mı desek bilemiyorum. Bence saydıklarımın hepsi… “Tatar Edebiyatı” dergisini de bana Garif Soltan’ın ricası üzerine Hayrettin Güleçyüz göndermişti, sırası gelmişken ona buradan teşekkürlerimi sunuyorum.

İkinci Dünya Savaşı

Yunan tarihçi Herodotos’un (M.Ö. 484–420) “Barışta, oğullar babalarını gömer; savaşta, babalar oğullarını” sözü İkinci Dünya Savaşı için geçerli değildir. 50 milyon insanın canına mal olan bu savaşta hem oğullar babalarını hem de babalar oğullarını gömmüştür. İkinci Dünya Savaşı, bir taraftan işgal, diğer taraftan kurtuluş savaşı olmuşsa da, bir de Sovyetlerin zulmü altında ezilen milli azınlıklar için bir umut teşkil etmiştir. Diasporadaki Kırım Tatar milli faaliyetlerinin en önemli isimlerinden birisi olan Müstecib Ülküsal (1899–1996), Alman Rus savaşının başlaması ve bu savaştan beklentileri ile ilgili şu satıları kaleme almıştır: “21 Haziran 1941 tarihinde sabah radyo ajansını dinlerken, Hitler’in Almanya ordusuna Sovyetler Birliği sınırlarını geçerek savaşa başlamasını emrettiğini öğrendik. Heyecan ve ümidimiz yeniden canlandı. O günden itibaren radyoyu ve gazeteleri dikkat ve heyecanla takibe başladık… Esir Türk dünyasının uzun zamandan beri sabırsızlıkla beklediği Alman-Rus savaşı başlamıştı. Almanlar Sovyetleri yenecek ve yıkacak mıydı? Rus boyunduruğundaki esir milletler hürriyetlerine kavuşacak mıydı? Bizim için en önemli sorular bunlardı… Rus esiri Türklerin Avrupa’daki liderleri büyük ümitler içinde faaliyete geçmişlerdi. Ezelî düşmanımıza karşı savaş açanlarla işbirliği yapmak ve düşmandan kurtarılması mümkün olanı kurtarmak gerekti. Artık şahsî ve özel işleri ve çıkarları bir tarafa bırakıp yurt ve millet davasına hizmet etmek, her türlü fedakârlığı göze almak icap ediyordu.” (Ülküsal 1999: 282–284).

“Aslanlar kendi tarihçilerini ortaya çıkarmadıkları sürece, tarih avcıların kahramanlık hikâyelerinden oluşmaya devam edecektir” şeklindeki Afrika atasözü, İkinci Dünya Savaşı için de geçerlidir. Bu savaş ile ilgili birçok araştırma olmasına rağmen, yazılan bu tarih pek gerçekleri yansıtmamaktadır ki, tarih “avcılar” tarafından yazılmıştır. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Almanya’da eğitim gören Prof. Dr. Ahmet Temir (1912–2003) konuyla ilgili şunları yazmıştır: “Almanya’da Nasyonal Sosyalizm idaresi ve Hitler’in, şahsiyeti üzerine şimdiye kadar pek çok şey yazıldı, söylendi ve pek çok film de çevrildi. Bunların içerisinde bitaraf ve ciddi araştırmalara rastlanmakta ise de bunlar mahdut sayıda olup Batı kaynaklı çoğu yine de maksatlı, kötüleyici, alaycı eserlerden ibarettir. Bana gelince Nasyonal Sosyalizm rejimi altında İkinci Dünya Savaşı’nın en hareketli 4 yılını Almanya’da geçirmiş yabancı kimse olarak, hatıralarımı tarafsız bir şekilde yazmaya çalışacağım. Maksadım Hitler’i ve onun rejimini her ne pahasına olursa olsun kötü göstermek ve karalamak olmadığı gibi, bu rejimin avukatı da değilim… Herkes insan olarak eşit muamele görüyordu. Irkçılık meselesi herhalde ancak kâğıt üzerinde bazı şartlar altında işlem görüyordu, çünkü ben 7 yıl zarfında böyle bir muamele şöyle dursun bir pasaport kontrolüne bile rastlamadım. Savaş esnasında bile yerli yabancı, kim olursa olsun herkes aynı karneyi alıyor, aynı yemeği yiyordu. Sosyal ve sağlık kurumları kusursuz çalışıyordu.” (Temir 1998: 30–31). Ahmet Temir, o günlerin canlı şahidi olarak İkinci Dünya Savaşı’nı cesur ve tarafsız bir şekilde kaleme almış, Rus ve Yahudi yalanlarını çürütmüştür. Maalesef İkinci Dünya Savaşı ile ilgili tarafsız yazılan kitaplara pek rastlamak mümkün değildir. Özellikle savaş sırasında Almanlara esir düşen Türk asıllı Sovyet askerleri ve onların yaptıkları faaliyetler bugün de gün ışığına çıkartılmamıştır. Sovyetler tarafından “hain” ilan edilen esirler, Almanların kurduğu lejyonlar katılmış, Sovyetlere karşı mücadele etmiştir. Almanların galibiyeti durumunda vatanlarını ve milletlerini kurtarmak için kendilerini adamıştır bu esirler.

İdil-Ural Lejyonu

Savaşın ilk günlerinden itibaren Almanya hızla ilerlemiş, milyonlarca Sovyet askeri Almanlara esir düşmüştür. İlk başta esirlerin sayısı on bin, yüz binler civarında olmuş, fakat aylar geçtikçe bu sayı artmış ve 1941 yılının sonunda esir sayısı 3 milyona ulaşmış, savaşın sonuna doğru bu sayı 5 milyonu bulmuştur. Esirleri hem askeri hem siyasi bakımdan kendi lehine çevirmek isteyen Almanlar, 22.12.1941 tarihinde lejyonlar kurma kararı almıştır. 1942 yılının başlarında Müslüman Kafkas, Türkistan, Ermeni ve Gürcü Lejyonları oluşturulmuştur. Müslüman Kafkas Lejyonu daha sonra Azeri ve Kuzey Kafkasya Lejyonu olmak üzere ikiye ayrılmıştır. 6 Ekim 1942 yılında Tatar, Başkurt, Çuvaş, Udmurt ve Fin halklarından oluşan İdil-Ural Lejyonu kurulmuştur. İdil-Ural Lejyonu’nun oluşturulması 1941 yılının sonbaharında başlamıştır. Esir kamplarında Türk-Tatar savaş esirleri hakkında bilgi toplama işine ilk önce Ahmet Temir alınmış ve 1941’de 3 komisyon seyahatine katılıp esrilerin durumu ile ilgili rapor hazırlamıştır. Temir, 1941 yılının Ekim ayında bu görevini aslen Kazan Tatarı olan Abdurrahman Şafi Almas’a (1892–1954) devretse bile Yabancı Ülkeleri Öğrenme Enstitüsü’nce verilen hususi belge ile birçok esir kampını ziyaret etmiştir. İkinci Dünya savaşı yıllarında bir siyasi lider olarak karşımıza çıkan Şafi Almas, Tatar Milli Bağımsızlık mücadelesinin ateşli savunucusudur. 1944 yılında gerçekleşen İdil-Ural Kurultay’ında Abdurrahman Şafi Bey, lejyon oluşumu ile ilgili şu bilgileri vermiştir: “Bundan 18 ay önce Rusya’da ezilen tüm milletlerin lejyonları kurulmuş, iyi-kötü milli teşkilatları da oluşmuştu. Onların arasında sayıca bizden 10 kat daha az olan milletler de, kendi milli varlıklarını ortaya koymak için milli bayraklarını yükseltmişlerdi. O zamanlar bizim lejyonumuz oluşma aşamasında olsa da, Alman Hükümeti’nce tanınan bir teşkilatımız yoktu. İşte durum böyleyken, biz bu duruma seyirci kalamazdık. Daha önce, bir yıl gibi bir süreç içerisinde ben birçok yerlerdeki esirler kampını ziyaret ettiğim için esirlerin durumu ve isteklerini iyi biliyordum. Onların istekleri, bana sözlü olarak izah ettiklerine göre özetle şöyleydi:

“Şefi Almas ağabey! Diğer milletler lejyonlar kurup Bolşeviklere karşı mücadele etmeye başladılar. Tatar lejyonu oluşturmaya çalışın. 25 yıldır milletimizin kanını içen Bolşeviklerden elimizde silahla intikam almak istiyoruz!” Adıma gelen yüzlerce mektubun hemen hemen hepsinin içeriği böyledir. Berlin’de bu işlerle ilgilenen Alman dairelerine hem mektuplar yazarak hem de sözlü olarak başvurularda bulunma sonucunda sn. Adolf Hitler, İdil-Ural Tatarlarının gönüllü lejyonlarının kurulmasına izin verdi. 1942 yılının 6 Ekim tarihinde bizim de milli lejyonumuz kurulmuş olup, 390 yıl önce Ruslar tarafından indirilen milli bayrağımız tekrar yükselip, gönüllü olarak lejyona katılan milli kahramanlarımıza devredildi. Böylelikle, milletimizin milli amacı olan – bağımsız İdil-Ural Devletinin ilk temel taşı atılmıştır.” ( İdel-Ural Qorьltajь 1944: 22–23). (Çev. R.K.)

İkinci Dünya Savaşı sırasında 1942 yılında Almanlara esir düşen Garif Soltan, kamptan kampa sürülürken 1942 yılının Ağustos ayında millettaşımız Ahmet Temir ile Petriken kampında karşılaşmış ve bu karşılaşma onun için bir dönüm noktası olmuştur. Esirler kampından kurtulan Soltan, Doğu Bakanlığına bağlı İdil-Ural işleri bürosu (Tatarische Leitestelle) müdürü olan avukat Herr Unglaube’nin çevirmenliğini yapmıştır. İdil-Ural Lejyonu’na katılanlara nasıl bir şartlar oluşturulduğunu Garif Soltan şöyle anlatmıştır: “Tatar Lejyonlarının Avrupa illerinde 3 tatil yeri vardı, onların aynı Alman askerleri gibi tatil yapma hakları vardı. Doğu Bakanlığı terkibindeki Tatar Bölümü lejyonlar için haftalık “İdil-Ural” gazetesi, aylık “Almanca-Tatarca Bilgilendirme” bülteni, “Türk Birliği” gazetesi, “Tatar Edebiyatı” dergisi, ayrıca Tatarca kitaplar neşredildi ve bu yayınlar savaşın sonuna kadar devam etti. Yanı sıra Tatar Lejyonu’nun kendi bandosu ve telli çalgı orkestrası, sanatçıları, müzik topluluğu vardı. Alman radyosunda Tatarca programlar yayınlanırdı. Tatar Bölümü propagandacıları Tatar Tarihi, Rus Emperyalizmi, Bolşevizm’in ulusal zararları hakkında lejyonda konuşma yapardı. Dini ihtiyaçlar için de tüm olanaklar sağlanmıştı. Almanya’da Tatarlar için birkaç yerde molla yetiştirme okulları açıldı. Lejyonda dini bayramlar kutlanırdı, isteyen namazını-ibadetini kıldı, yasak yoktu.” (Bayramova 2009: 9). İdil-Ural Lejyonu’ndaki Türkler için Almanlarla eşit şartların sağlanmıştır. Almanların Türklere saygı duyduğu su götürmez bir gerçektir ki, bu saygının büyük mimarları da Almanya’da çalışan veya ikamet eden Türk asıllı bilginlerdir. Hitler’in “Türkler öyle bir millettir ki, bir tane bile kalırsa devlet kurup intikamını alır” şeklindeki sözleri, Türklerin mücadeleci ruhunu kavramış olmasından ileri gelmektedir. Hitler, İkinci Dünya Savaşı sırasında Türklerin azminden ve üstün vasıflarından yararlanmak için olsa gerek Türk Lejyonlarının kurulmasını onaylamış ve onlar için tüm şartları sağlamıştır.

İdil-Ural Kurultayı

1944 yılının 3–5 Mart tarihleri arasında Almanya’nın doğusunda Baltık Denizi kıyısında bulunan Greifswald şehrinde İdil-Ural Kurultayı gerçekleşmiş olup, Almanya arşivlerinden alınan bilgilere göre Almanya, Fransa, Polonya ve İdil-Ural Lejyonlarının bulunduğu başka yerlerden gelen 200 vekil katılmıştır. “Milli Bağımsızlık İçin Mücadeleye!” şiarı altında geçen bu kurultayın Kazan Tatarları için önemi büyük olmasına rağmen, bu konu pek araştırılmamış, olayların gölgesinde kalmıştır. Milli bağımsızlık bayrağını savaş şartlarında dahi yere indirmeyen bu cesur kahramanlarımızın bazılarının adını bile bilmiyoruz. Onların büyük çoğunluğu sınırın diğer tarafında kalan yakınlarını düşünerek, onlara zarar gelmesin diye adlarını değiştirmek zorunda kalmıştır. Büyük coşku ve heyecan içinde geçen bu kurultayda İdil-Ural bölgesi Türklerinin geçmişi ve geleceği hakkında konuşmalar yapılmıştır. Bu yazımda İdil-Ural Kurultay’ından sadece basın-yayın ile ilgili bazı konuşmalara değinmekle yetineceğim. İdil-Ural Lejyonu başkanı Abdurrahman Şafi Almas “Bir Milletin Gücü – Ortak Arzuda, Ortak Yolda İlerlemektedir” başlıklı konuşmasında Tatar Tarihi’nin birçok dönemine değinmekle birlikte, milli bağımsızlık fikrini vurgulamış, ayrıca lejyonun süreli yayınları ile ilgili bilgi vermiştir: “15 Kasım’da (1942 yıl) ‘İdil-Ural” gazetesinin ilk sayısı yayımlanmıştır. Böylece, haftalık ‘İdil-Ural’ gazetesi ve Tatar-Alman dillerinde aylık ‘Korrespondentsiya’ (Haber) yayınlanmaya başlamıştır. Bunun yanı sıra, kısa da olsa Tatar Tarihi yayımlanıp dağıtılmıştır. Birkaç siyasi ve edebi kitap ve ‘Tatar Edebiyatı’ adlı aylık derginin ilk sayısı bu günlerde çıkacaktır. Aynı zamanda 1925 yılında İstanbul’da yayımlanan A. Battal’ın 250 sayfalık “Kazan Türklerinin Tarihi” başlıklı kitabı Kazan şivesine uygun hale getirilip, Latin harfleriyle yayına hazırlanmıştır.” ( İdel-Ural Qorьltajь 1944: 23–24). (Çev. R.K) İdil-Ural Türklerini Avrupa halkına tanıtmak için yürütülen çalımlarla ilgili Ş. Nigmeti Bey İdil-Ural Kurultayı’nda yaptığı “Propagandaya Dair” başlıklı konuşmasında çalışmalar ile ilgili detaylı bilgiler vermiş ve şöyle demiştir: “Milletimizin geleceği için Avrupa’nın bizi tanıması önemlidir. Milli teşkilatımız bir yıllık süreç içerisinde İdil-Ural halklarını tanıtmak için birçok faaliyet gerçekleştirmiştir. Tatar ve Alman dillerinde aylık kitaplar çıkmaktadır. Bu kitapların toplam sayısı 6 tane olup, 5400 adet dağıtılmıştır. Bu kitaplarda Tatarların önemli büyük şahsiyetleri, kısaca Tatar tarihi ile ilgili bilgiler verilmektedir. Tatarca milli konularda 31 makale, Almanca Tatar Tarihi, Tatarların önemli büyükleri, Tatar Medeniyeti ile ilgili 40 makale mevcuttur. Bu kitapta, başkanımız Şafi Almas Bey’in nutku, kitabın muharriri Soltan Bey’in, Skoblev, Yangurazi, Çişmele Beylerin siyasi ve ilmi makaleleri Almanca sunulmuştur. Bu kitabın bizim Avrupa’da tanınmamızda önemli rolü vardır. Fakat bu yeterli değildir. İleride bu kitabın kalitesini, hacmini arttırmak gerekir. Bunun yanı sıra Öyezbek Bey’in kısa Tatar Tarihi yayımlanmıştır… Yakında Tatar türküleri, şiirleri yayınlanacaktır. Bu işler vesilesiyle, milli edebiyatımızı milletimizin eğitiminde bir silah olarak kullanmalı, edebiyatımızı daha da geliştirmeli ve bizim medeniyetli, edebiyatlı bir millet olduğumuzu Avrupa’ya tanıtmalıyız.” (İdel-Ural Qorьltajь 1944: 46–47). (Çev. R.K.). Yukarıda Abdurrahman Şafi Almas ve Nigmeti Beylerin konuşmalarında görülmüş olduğu gibi basın-yayın işleri planlı ve programlı bir şekilde yürütülmüştür.

Tatar Edebiyatı Dergisi

İdil-Ural Lejyonunca aylık olarak çıkarılan “Tatar Edebiyatı” dergisinin elimde bulunan 4.sayısına bir göz gezdireceğiz. İlk önce derginin neden Tatar Edebiyatı olarak adlandırıldığı kafalarda soru işareti uyandırabilir. Bence bunun nedeni İdil-Ural Lejyonu’nu oluşturanların büyük çoğunluğunun Tatar olmasından kaynaklanmaktadır. Prof. Dr. Ahmet Temir’in Türk-Tatar savaş esirleri ile ilgili hazırladığı raporda bunu açık bir şekilde görmek mümkündür. Ayrıca Başkurtlar Tatarlarla aralarında hiçbir farkın olmadığını söyledikleri gibi, Çuvaşlar kendilerini Tatar saydıklarını dile getirmişler ve Tatarlarla birlikte kalmak istemişlerdir. Türk-Tatarların Fin boyundan olanlar da yaşadıkları köyün sakinlerinin yarı yarıya Tatar ve Udmurt olduğunu belirtmişlerdir. Esirlerin tek istekleri Ruslarla aynı yerde bulunmamak ve ileride kendi hür memleketlerinde hür ve rahat bir hayat sürmektir. Abdurrahaman Şafi Almas’ın İdil-Ural Kurultayı konuşmasında belirttiği üzere, “Tatar Edebiyatı” dergisi 1944 yılının Mart ayında yayına başlamış ve savaşın sonuna kadar yayın hayatını sürdürmüştür. Bu derginin kaç sayı yayınlandığı ile ilgili kesin bir yanıt alamadım ne yazık ki. Tatar Edebiyatı dergisinin mevcut 4.sayısı büyük bir olasılık Haziran 1944’te yayımlanmış olsa gerek. Dergi, Tatar “mücadele birliği” komitesi tarafından Latin harfleri ile çıkartılmış olup, imtiyaz sahibi ve genel yayın yönetmeni G. Şafi Almas, redaktörü G. Hemidi’dir. 77 sayfadan ibaret olan Tatar Edebiyatı dergisinin 4.sayısını oluşturan içindekiler hem Tatarca, hem Almanca verilmiştir. İçindekilerin Almanca kısmında makalenin kısa özeti de sunulmuştur. Burada şunu belirtmek gerekir ki, Tatar Edebiyatı dergisine yazan şair ve yazarların büyük çoğunluğu takma adla yazmıştır, onların gerçek isimleri bilinmemektedir. Dergideki ilk makale, derginin redaktörü G.Hemindi’nin “Galiesker Kamal” başlıklı olup ünlü Tatar dramaturg G. Kamal’ın (1878–1933) ölümünün 11.yıldönümü ile ilgili kaleme alınmıştır. Hemidi, yazısında Kamal’ın eserleri ile ilgili bilgi verirken, onun Tatar Edebiyatının gelişmesine önemli katkılarda bulunduğunun altını çizmiştir. Kamal’ın eserlerinin Sovyetler tarafından gereken ilgiyi görmediğini vurgulayan Hemidi, yazarın milleti tarafından unutulmayacağını, Kazan Tatarları özgürlüğüne kavuşunca gereken değere ulaşacağını söylemiştir. Dergide genç şair G. Mokamay’ın “İlkbaharı Karşılamak”, “Mücadele Yolunda”, “Yarasa”, “Genç Gönül”, “Memlekette”, “Cömertliğin Belası”, “Arkadaşımın Resmine”, “Kurt ve Kolhozcu”, “Kelebek” gibi şiirleri bulunmaktadır. Bitmek bilmeyen vatan özlemi ile harmanlanmış zaferle vatana dönmek vs. şiirlerin konusu olmuştur.

25.04.1944 tarihinde İrek adlı yazarın kaleme aldığı “Yarasa” hikâyesi, bir çocuğun ağzından anlatılmıştır. Çocuğun bir kedisi varmış, çocuk kedisini çok sevdiğini ve onunla oyun oynayarak zaman geçirmekten hoşlandığından bahsetmiştir. Fakat çocuğun canını sıkan olay, kedisinin her gün bir yarasa avlaması ve yarasayı sakatlayıp yaralaması, sonunda yemesidir. Kedinin bu davranışını büyükannesine anlatan çocuk, büyükannesinden “kediye yarasayı avlaması söylenmiş” yanıtını almıştır. Çocuk bunun neden böyle olduğunu sorgulaması üzerine büyükannesi ona yarasa ve kediyle ilgili şu masalı anlatmıştır: Kuşların padişahı Semruk, tüm kuşları toplamış ve her birine birer görev vermiş, fakat yarasa hiçbir işi doğru dürüst yapamamış, çoğu zaman görevden kaçmış, kaytarmıştır derken kuşlar ve hayvanlar arasında bir savaş patlak vermiştir. Kâh kuşların, kâh hayvanların kazandığı bu savaş, birçok kuşun ve hayvanın hayatına mal olmuş ve çok uzun sürmüştür. İşe yaramaz ve korkak yarasa, kuşlar galip olduğunda ‘ben kuşum’ diye havada uçuyor, hayvanlar galip olduğunda ise ‘ben hayvanım’ diyerek kanatlarını saklayıp yere iniyor ve hayvanların arasına karışıyormuş. Sonunda yarasanın ikili oynadığı ortaya çıkmış, hem kuşlar hem hayvanlar ona ölüm cezası verilmesini kararlaştırmıştır. Yarasayı idam etme görevini, kuşlar – baykuşa, hayvanlar – kediye vermiştir. Ve o gün bu gündür baykuş ve kediler yarasanın peşindeymiş, buldukları yerde onu öldürüyorlarmış. O günden sonra yarasa sadece geceleri ortaya çıkıyor, gündüzleri korkusundan saklanıyormuş. Büyükanne: “Böyle yalancıları hayatta kimse sevmez, onun için çalışan ve dürüst olmak gerek” diyerek bitirmiş masalına. Çocuk büyükannesinin anlattığı masalı arkadaşlarına da anlatmış ve tüm çocuklar yarasaya düşman kesilmiş, kedilere yardım etmiştir. ‘Yarasa’ hikâyesi her ne kadar bir çocuk masalı gibi görünse de, aslında içinde öğütler barındıran ve düşündüren bir hikâyedir.

Salmanof adlı Tatar lejyonerinin günlüğünden yola çıkarak 12.05.1943 tarihinde Öyezbek tarafından kaleme alınan “Alpa Kızı İlona” başlıklı hatıralarda savaş sırasında yaşanan imkânsız bir aşktan bahsedilmiştir. Salmanof, İkinci Dünya Savaşının ilk günlerinde Almanlara esir düşmüş ve hemen Almanlara katılıp Bolşeviklere karşı savaşmıştır. Tatar delikanlısı Salmanof ve Almanya’nın Freiburg kentinde yaşayan sarı saçlı, mavi gözlü Alman kızı İlona’yı kader Berlin’de karşılaştırmıştır. Her ikisi de savaşa gitmek üzereyken yaşanan bu karşılaşmanın akıbeti belirsizdir. Hemşire olarak ön cepheye giden İlona’nın Salmanof’a yazdığı mektup her ne kadar kavuşma umutlarıyla doluysa da, savaştan dönüp dönemeyecekleri belli olmadığı için Öyezbek yazısını şu satırlarla bitirmiştir: “Kader onları nerelere götürmüştür? Onlar nerdedir, bilmiyorum?…” (Tatar Edebiyatı 1944: 33).

“Tatar Edebiyatı” dergisine yazanlar İdil-Ural lejyonerleri olup, bazıları yazarlığa daha yeni başlamışlardır. Savaştan çıkan gençlerin yazarlık konusunda tecrübesiz olmaları kaçınılmazdır. Bundan dolayı derginin redaktörü G.Hemidi “Yazarlığa Adım Atanlara Bazı Öneriler” başlıklı yazısını yazma gereğini duymuştur. Hemidi, yazısının giriş kısmında edebiyatın önemini vurgulayarak şöyle demiştir: “Edebiyatın asıl amacı – okurlarda, genel olarak halkımızda milli şuuru geliştirmektir. Onun içindir ki, yazar yazdıklarından sorumlu olduğunu, bunun kutsal bir görev olduğunu asla unutmamalıdır.” (Tatar Edebiyatı 1944: 34). Hemidi yazısında, şair ve yazarların tek tek eksiklerine de değinmiş olup, H.Taktaş (1901–1931), G.Tukay (1886–1913), Derdmend (1859–1921) gibi ünlü Tatar şairlerinin şiirlerinden örnekler vererek genç yetenekleri bilgilendirmiştir.

Yukarıda da bahsettiğim gibi Tatar Edebiyatı dergisinde şiirlere geniş yer verilmiştir. Genç şairler kendi duygularını dizelere aktarmıştır. Fatih Kamay’ın “Unutmayız”, “Kolhozun Ekip Başkanı”, Z. Tanıp’ın “Bala”, S.R.’nin “Ana”, H.Aydar’ın “Hatırlıyor musun”, “Beklemişsindir”, Alişef’in “İdil-Ural” gibi şiirleri duygu selinin yansımasıdır. Şiirlerin adlarından da görüldüğü üzere, şiirlerde vatan özlemi, Tatarların çektikleri acılar ve her şeye rağmen hiç yetirmedikleri umutları konu edilmiştir. Ayrıca Alişef’in “İdil-Ural” şiiri bestelenmiş ve lejyoncular tarafından seslendirilmiştir.

Ş. Nigmeti, Lejyoner S.’nin anılarını “Azatlık İçin” başlığı altında toplayıp derlemiştir. Söz Nigmeti’den açılmışken, onun İdil-Ural Lejyonu faaliyetlerinde aktif rol üstlendiğini, İdil-Ural Kurultayı’na katıldığını, Kurultayın karar komisyonunda yer aldığını ve dergiye yazılar yazdığını da belirtmek gerekir. “Azatlık İçin” adlı anı yazısına dönecek olursak, lejyoner S. kendi başından geçen olayları İkinci Dünya Savaşını başından itibaren anlatmıştır. Yaralı olarak Almanlara esir düşen S., İdil-Ural Lejyonu’na katılmış ve Almanlarla Bolşeviklere karşı savaşmıştır. Her iki tarafta da, hem Bolşevik hem Almanlar tarafında bulunan S., bir birine karşı iki cepheyi değerlendirmiş olup, Bolşeviklerin yalancı ve ikiyüzlü olduklarını açık bir şekilde yazmıştır. Daha savaşın başındayken aklında bir yığın soru oluştuğunu ve bu soruları yanıtlamak için düşündüklerini şöyle kaleme almıştır: “Benim ve milyonların mutsuz olmasında kim suçludur? Yaşlıları, gençleri, milleti, dini, hukukları ve namusumuzu kim ayaklar altına aldı, horladı? Beyazı siyah, açı tok, diyerek bağırmaya kim emretti? Ülkeyi zindana, halkı köleliğe, ekonomik yoksulluğa kim sürükledi? Bu savaşın başlanmasından kim sorumlu? Halkın kölelik zincirlerini kırmasına karşı çıkan, kanın dökülmesine zorlayan kimdir? Neden? Benim vatanımı yutan, halkın özgürlüğünü ayakları altına alan karabasan – Stalin’dir. Ben Sovyetleri savunmuyorum. Eğer onlar yaşamaya devam ederse, işte o zaman hiç kuşku yok ki, milletim için bu bir felaket, ölümdür! – diyorum.” (Tatar Edebiyatı 1944: 51). Lejyoncu S. söylediklerinde sonuna kadar haklıdır ki, Stalin yönetimindeki Sovyetler, Rus olmayanlara tam anlamıyla zulüm uygulamış, sürgün ve idam etmiştir. 1937–1938 yılındaki Stalin tarafından uygulanan soykırımda nüfuslarına oranla en çok kurban veren millet Tatarlardır. Bunları o yıllarda açıkça dile getirmek şöyle dursun, halk Stalin’i övmek zorunda kalmıştır. Durum böyleyken, İkinci Dünya Savaşına “Stalin İçin” diye savaşa gönderilen deneyimsiz gençler, çok zaman geçmeden Sovyetlerden kurtulmanın yollarını aramaları gayet doğaldır. Bolşevikler tarafındayken, Almanlarla ilgili cani, vahşi, acımasız diye söylenen sözlerin yalan olduğunu bizzat kendi gözleriyle gören S., yaşayan birisi olarak Almanlara birlikte bağımsız İdil-Ural devleti uğruna savaştığı için kendini mutlu hissettiğini dile getirmiştir. Ön cephede savaştığı sırada Sovyetlere esir düşen S. ve arkadaşı “hain” olarak suçlanmış ve ölüme mahkûm edilmiştir. Sovyetler gözünde Almanlar tarafına geçen herkes “hain”dir ve idam edilmiştir; ayrıca esirin ailesi de cezalandırılmıştır. S. ve arkadaşı sorgu sırasında “Ben milletime ihanet etmedim, vatanımı satmadım, tersine vatanımı savundum, onun özgürlüğü için mücadele ettim” yanıtını vermiştir. S. ve arkadaşı ertesi gün gerçekleşecek olan idam saatini ahırda beklerken, kendi aralarında konuşmalarını nöbetçi asker duymuş ve “Siz Tatar mısınız?” diye sormuştur. Nöbetçi asker, esirlerin Tatar olduğunu öğrenince Almanların onlara nasıl davrandığını, Tatar Lejyonu ile ilgili sorular yöneltmiştir. Esirler ise, onları salıvermesini rica etmişler ve o da “Beni öldürseler bile tek kişiyim, siz iki kişisiniz, bari siz kurtulun” diyerek onların kaçmasına göz yummuştur. Lejyoner S. hatıralarını şu satırlarla sonlandırmıştır: “Savaşta göstermiş olduğum kahramanlıklardan dolayı beni iki gümüş madalya ile ödüllendirdiler. Ben aldığım ödüllerden memnunum. Fakat arzum sadece madalya almak değildir, milletim için en büyük ödül – milletimi özgürlüğüne kavuşturmak, azat etmektir!” (Tatar Edebiyatı 1944: 56).

“Tatar Edebiyatı” dergisinin sonunda L. Heyrullin’in kaleme aldığı “Odlar” (Utlar) adlı iki perdelik oyunu verilmiştir. Oyun, İdil-Ural Lejyonu’nca düzenlenen yarışmada 4.üncülük ödülünü almıştır. “Odlar” oyununu konusu, 1942 yılındaki savaş sırasında yaşanan olaylardır; oyunun kahramanı İdil-Ural Lejyonu’na katılıp, sonradan lejyon komutanı olan 25–28 yaşlarındaki Kıyam’dır. Almanların Sovyet sınırları içinde yürüttüğü savaşların birisinde, Kıyam’ın babası Selim ile karşılaşması, Selim’i ölümün eşiğinden döndürmüştür. Selim, kulak (varlıklı eski bir köylü) olduğu için sürgüne gönderilmiş ve kömür madeninde çalıştırılmıştır. Selim’in ne oturacak evi, ne de yiyecek bir rızkı vardır. Bu şartlar altında yaşam mücadelesi vermiştir Selim. Bulundukları bölgeye doğru Almanların ilerledikleri haberi üzerine Sovyetler çekilme kararı almış olup, kömür maden ocağının boşaltılması emredilmiştir. Selim, “ben artık ihtiyarım, ne kadar ömrüm kalmıştır ki, ölürsem de burada öleyim” diyerek gitmeyeceğini söylemiştir. Kömür madeni başkanı Smirnof, “Sen Sovyetlere karşı çıkıyorsun, hak ettiğin cezayı alacaksın!” diye ateş ettiği sırada arkadaşları araya girmiştir. Bu kargaşa sırasında Almanlar gelmiştir. Almanlar arasında Selim’in oğlu Kıyam da vardır. Baba-oğlun göz yaşartan karşılaşması oyunun doruk noktasıdır. Babası oğlunu bir daha göremeyeceğini düşünürken, dimdik bir şekilde karşısında bulması inanılması güç bir olaydır. Selim de çaktırmadan Almanlara yardım ettiği ortaya çıktığında, “Yurdumun yok olup gitmesine nasıl göz yumabilirdim?” diye yurdunu kurtarmak için çalıştığını itiraf etmiştir. Baba-oğul bir birinden habersiz Bolşeviklerin yıkılması ve bağımsız İdil-Ural devletinin kurulması için mücadele vermiştir.

1944 yılında Berlin’de çıkan “Tatar Edebiyatı” dergisinin 4.sayısındakilere yazıları kısaca inceledik. Yukarıda da görüldüğü gibi dergideki yazıların hepsi memleket özlemi ile harmanlanmış geleceği konu alan yazılardır. Genç, yetenekli ve gelecek vaat eden yazarlar, olay, düşünce, duygu ve gayelerini satırlara aktarmıştır. Tüm milli ruhlu Kazan Tatarlarının arzusu, amacı ve gayesi olan bağımsızlık, bağımsız devlet fikri lejyonerlerin eserlerinin esas konusudur. Bağımsız devlet uğruna yürütülen bu savaşım, dün de olmuş, bugün de var ve yarın da devam edecektir. İkinci Dünya Savaşı ve İdil-Ural Lejyonu bu mücadelenin sadece bir karesidir. Fakat burada şunu da belirtmek gerekir ki, İkinci Dünya Savaşı sırasında yapılan bu mücadelenin gün ışığına çıkarılması, kamuoyuna duyurulması şarttır. Savaş şartlarında bile milleti ve bağımsız devlet kurma çabası içinde bulunan bu lejyonerler unutulmamalı ve unutturulmamalıdır. Ayrıca “Tatar Edebiyatı” dergisinin, edebi eser türleri, yazı stili de edebiyatçılar ve dilciler tarafından araştırılması gerekmektedir.

İkinci Dünya Savaşı’nı Sovyetler kazanmış olup, savaş esirleri Yalta Anlaşması gereği Sovyetlere iade edilmiştir. Esirlerin büyük çoğunluğu daha yoldayken öldürülmüş, Sovyetlere dönenler de hapishaneyi boylamış ve ömürleri orada sonlanmıştır. Şans eseri iade edilmeyen esirler ise, Almanya, Amerika, Türkiye gibi ülkelere sığınmış ve sessiz sedasız hayatını sürdürmüştür. Aralarında bazıları ise bu savaşımı devam ettirmiş, Sovyetlerin gerçek yüzünü dünyaya göstermek için çeşitli yollara başvurmuştur. Onlardan birisi de İkinci Dünya Savaşı esirlerinden Garif Soltan’dır. O, ister “Azatlık” radyosunda olsun, ister çeşitli uluslar arası toplantılarda olsun bu mücadeleye devam eden ve bunu son nefesine kadar sürdüren bir savaşçı, Tatarların haklarını savunan bir hukukçudur. İkinci Dünya Savaşı sırasında esir düşen ve İdil-Ural Lejyonu’na katılanları “hain” diye suçlayanlara da en iyi yanıtı Garif Soltan vermiştir: “Bir birine zıt ideolojiler olmasına rağmen demokrat Amerika, komünist Sovyetler Birliği ile menfaati gereği birleşti. Biz de kendi milli menfaatlerimiz gereği Almanlarla birleştik, bunda yadırganacak bir şey yoktur.” (Kurban, 2011: 5). İkinci Dünya Savaşına tarafsız olarak bakacak olursak, bu savaşın asıl kazananı Stalin’di. Kurmuş olduğu korku imparatorluğunu daha da pekiştiren, ayrıca milyonlarca toy gencin hayatı pahasına kendi egosunu tatmin eden Stalin’i artık kimse tutamazdı. Ünlü İngiliz filozofu ve bilgini Roger Bacon’un (1214–1294), “Ateşi besledikçe daha çok yanar, zalimi destekledikçe daha çok eziyet eder” sözleri Stalin yönetiminin tarifidir. Stalin, kendini yalnız SSCB’nin değil artık dünyanın hâkimi sanıyordu. Sovyetleri yönettiği müddetçe diktatörlüğün kitabını yazan Stalin’i bugün halk kin ve nefretle dile almaktadır. Ne yazık ki, Putin gibi diktatörlüğe soyunmuş siyasetçiler Stalin’i övmekten çekinmiyor, “büyük siyaset adamı” demekten kendilerini alamıyorlar.

İkinci Dünya Savaşı ve Annem

İkinci Dünya Savaşı, Sovyetlerde hayat süren hiçbir aileyi es geçmemiştir. Aynı zamanda annemin ailesini de. Savaş öncesi doğum sırasında annelerini kaybeden 3 kardeşin babalarından başka kimsesi kalmamıştır. Bahtsızın başına ya taş yağar ya dolu atasözünü doğrularcasına, savaş başladığı yıllarda, yaşları 7 ile 13 yaş arasında değişen bu 3 öksüzün babasını ve amcasını da daha savaşın ilk günlerinde askere almışlar ve ön cepheye göndermişlerdir. Çocuklar, yengelerinin yanında bırakılsa dahi, çok zaman geçmeden yengeyi hendek kazmak için alıp götürmüşlerdir. Kimsesiz kalan çocuklar bir birine kenetlenmiş, kendi kendilerini idare etmek zorunda kalmıştır. Soğuk ve açlıkla boğuşan zavallı çocukların yardımına bazen komşular yetişmiştir. Özellikle soğuk kış ayları zor olmuştur bu kardeşler için. İlkbaharda karlar erimeye başladığında tarladan çürük patates toplayarak karınlarını doyuran çocuklar, yaz aylarında ormandan meyveler toplayıp yemişlerdir. Savaşın sonunda amcaları dönmüş, fakat babalarından bir haber gelmemiştir. Babalarının ne ölüsü ne de dirisi vardır. Öksüz olan kardeşler artık yetimdir. İkinci Dünya Savaşı bitmiş, fakat açlık çile daha uzun yıllar devam edecek, bilhassa sahipsiz kalan çocukları vuracaktır. Hak ve adaletten yana görünen Sovyetler sahip çıkmamış bu yetimlere… 13 yaşında olan büyük abla kolhozun domuzlarına bakmıştır. Domuz etini Müslüman Tatarlar ağzına almazlar, kolhoz domuzları Ruslar için, daha doğrusu Moskova için yetiştirmiştir. Sabahın köründen işe giden abla, domuzlardan korksa da, iğrense de elinden bir şey gelmemiş, gece gündüz demeden çalışmıştır. Abladan 3 yaş küçük olan erkek kardeşin de durumunda bir değişiklik olmamıştır, o da ablası gibi kolhoza çalışmış, çobanlık yapmıştır. Küçük kız kardeş ise, ağabeyine yemek hazırlayıp, öğlen yemeğini götürmüştür. Ocağa boyu yetişmediği için bir kütük ayarlamışlar kendisine, o da kütüğün üzerine çıkarak yemek yapmış ağabeyi için. O yaştaki küçücük çocuk nasıl bir yemek yaptıysa artık. O da azmış gibi evin tüm işlerini de bu küçük kızın üzerine yüklemişler, çünkü herkes kolhoza çalışıyor. Yerleri silen, sırığın iki uçuna kova geçirerek eve su getiren küçük kızın boyu da kısa kalmış, uzayamamıştır. Yıllar yılları kovalamış, erkek kardeş 18 yaşında askerliğe gitmiş, 2 yıllık askerliğini bitirdiğinde köye dönmüştür. Köyde bir yere varamayacağını anlamış olmalı ki, askerlikten sonra Ural Dağları’nın eteğinde 1930’lı yıllarda Stalin tarafından sürgüne gönderilen Türkler tarafından kurulan Magnitogorsk şehrindeki Metalürji Fabrikasına gitme kararı almıştır. Bir elinde tahta bavulu, diğer elinde sevdiği kızla 3 kuruş yol parası ile Magnitogorsk şehrinin yolunu tutmuştur. Türklerin kemikleri üzerine kurulan ve SSCB’nin ağır silah sanayisini geliştirmede büyük katkıda bulunan bu fabrika dayımın da sonunu hazırlamıştır. Zor şartlar altında çalıştığı için 45 yaşında emekli olmasına rağmen, akciğeri daha o yıllarda iflas etmiş, durmadan öksürüyor, hastaneye kaldırılıyordu. 70 yaşına bile gelmeden aramızdan ayrılışı çalıştığı iş şartlarının neticesi olsa dahi, yetimliğin de payı büyüktür. Öksüz ve yetim olmasaydı, anne-babası ne yapar eder okuturlardı. Teyzeme gelince, o kolhozda başladığı işe devam etmiş, domuzlardan sonra buzağılara bakmış, evlenmiş-boşanmış, biri erkek, biri kız olmak üzere 2 çocuk büyütmüştür. Çocukları 10–12 yaşlarına geldiğinde onları kendine yardım etmesi için kolhoza götürmüştür. Doğduğu köyden dışarı çıkmayan, hafta sonu, tatil nedir bilmeyen teyzem mutlu olmuş mudur? Sanmıyorum… En küçük kardeş olan anneme gelince, annem ağabeyinin daveti üzerine Magnitogorsk şehrine gitmiş, bir müddet ağabeyinin yanında kalmış, fakat yenge annemin onlarda kalmasından pek hoşnut olmamıştır. Sonra annem evlenmiş, 2 kız, 1 erkek olmak üzere 3 çocuk büyütmüş, aynı zamanda çalışmıştır. Bugünlerde annem ve teyzem hayatta, ömür boyu çalışmalarının karşılığı olan emekli maaşları ile kıt kanaat geçinmeye çalışıyorlar… Bu üç kardeş ne anne şefkati, ne de babanın verdiği güven duygusunu yaşamıştır. Bir ömür boyu umut içinde, belki döner diye babalarını beklemişlerdir. Babaları hakkında çocuklara en ufak bir bilgi verilmediği için akıbeti belirsizdir, belki savaşta ölmüş, belki esir düşmüş, belki de İdil-Ural Lejyonu’na katılmıştır. Kim bilir? Bilinen bir gerçek var ki, o da “Vatan İçin!”, “Stalin İçin!” (Za Rodinu! Za Stalina!) diye savaşa giren bir babanın çocuklarına devletin arka çıkması, koruyup kollanması zorunluluğudur. Yukarıda annemden bahsederken, İkinci Dünya Savaşı’nın çocuklar üzerinde bıraktığı kötü izler, onlar ölene dek hafızalarından silinmeyecektir. Savaşlardan her zaman en çok çocuklar ve kadınlar etkilenmiştir. İkinci Dünya Savaşı artık çok gerilerde kaldı, ama yaşananlar ve yaşatılanlar halen unutulmamıştır. Burada annesiz-babasız büyümüşler, çok acı çekmişler, diye annemgillere mi ağlasam, yoksa dede kimdir, nedir bilmediğim için kendime mi üzülsem? Yaşananlar gerçek anlamda telafisi olmayan bir trajedidir.

Dün bugünü, bugün yarını belirler derler, geçmişten geleceğe doğru uzanan bu zaman içerisinde yaşananlardan ders çıkartılmalıdır. Savaş şartlarında bile savaşımdan vazgeçmeyen büyüklerimiz bizim için kahramandır, yaptıkları ise bize örnektir. İkinci Dünya Savaşı biteli 70 yıla yakın bir zaman geçmişse bile, insanların ruhlarında bıraktığı acı izler halen silinmemiştir. “Değişim rüzgârları esmeye başladığında, aptallar duvar örer, akıllı insanlar değirmen karar” şeklindeki Çin atasözündeki gibi, İdil-Ural Türkleri İkinci Dünya Savaşı yıllarında değişimden yararlanarak kendi milli menfaatlerini korumak, bağımsız devletlerini kurmak için kollarını sıvayan İdil-Ural Lejyonerlerinin Tatar milleti uğruna yaptığı fedakârlıklar, verdiği kayıplar belleğimize kazınmış ve asla unutulmayacaktır. Lejyonerlerin İkinci Dünya Savaşı yıllarında yükselttiği milli bağımsızlık bayrağı bugün de dalgalanmaya devam etmekte ve bağımsızlık uğruna savaşım verenlere öncülük yapmakta, ruh kazandırmaktadır. Yazımı Mithat Cemal Kuntay’ın (1885–1956) dizeleri ile sonlandırmak istiyorum:

Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır
Toprak, eğer uğruna ölen varsa vatandır.

İkinci Dünya Savaşı Ve Kazan Tatarları- ROZA KURBAN KAZAN TATARI / TURKISHFORUM - ABDULLAH TÜRER YENER - roza kurban

Roza KURBAN

Exit mobile version