REEL POLİTİK AÇISINDAN “UKRAYNA” ÖNCESİ VE SONRASI…
Dr. Noyan UMRUK
Durum artık Ukrayna’nın çok ötesinde… Sovyetler ‘in dağılmasından sonra oluşan güç dengesi çatırdıyor…
Bugün, Avrupa’daki güç dengesi Sovyetler dağıldıktan sonra oluştu. O dönemde ABD tek büyük güçtü. Avrupa büyük ölçüde ABD’ye bağımlıydı. Çin içe dönüktü ve Rusya ise dağılmış bir vaziyette idi…
Sözün kısası Rusya ve hâkimiyet alanı daraltıldıkça daraltıldı… Sovyetler döneminde devlete ait pek çok şirket genç Rus iş adamları tarafından küresel sermaye ile işbirliği halinde kelepir fiyatına alındı, adeta yağmalandı… Bunlar büyük vurgunlar yaptılar… Bunlardan biri ünlü (Chelsea’nın sahibi) Abramovich idi… Ruslar bu yağmalama karşısında Soğuk Savaş’ın komünist devi olarak utanılacak hale düşürüldü. Büyük bir ekonomik çöküş yaşandı.
ABD ise o kadar özgüvenli ve güçlü durumdaydı ki; o dönem bu durum için “tarihin sonu” dediler.
Yani ABD tarihi bitirmişti. İşte ABD, ele geçirdiği bu fırsatla iki iş yaptı. Önce, Sovyetlerin çekildiği Doğu Avrupa’ya yayılarak Rusya’nın dibine kadar sokuldu. Yugoslavya’dan 7 küçük ülke çıktı. Bosna Savaşı’ndan istifade ederek Kosova’ya çok büyük bir üs kurdu. Balkanlar’da söz sahibi oldu.
ABD’nin yaptığı ikinci iş de Ortadoğu’ya girmek oldu. Böylece Sovyetler’in çekildiği alanlara güzelce yerleşti…
Rusya o sırada ekonomik kriz ve dağılmanın şokuyla uğraşıyordu. Çin ise ekonomik gelişimini tamamlama sürecini yaşıyordu… ABD, Sovyetler’in dağılmasının sağladığı fırsatları, Gorbaçov ve Yeltsin perestroika ve glasnost dönemlerinde, 2000’lere kadar güle oynaya kullandı.
Bu süreçte ABD’nin ileriye dönük hedefi de Orta Asya’ya yayılmaktı. Onu da Türkiye üzerinden ustaca yapmaya başladı.
Rusya ise, ilk etkili reaksiyonu ancak 2000’de gösterebildi… Putin devlet başkanı seçildi. Bunun bir tür Rus derin devlet reaksiyonu olduğu söylenir. Fakat Putin ilk yıllarında dış politikada oldukça ılımlı, hoşgörülü ve güvercin bir politika izledi. Zaten dağılmış bir Rusya’yla tarihinin en güçlü dönemindeki ABD’ye kafa tutması mümkün değildi. Putin ilk olarak Sovyet kurumlarını yağmalayan ABD destekli genç iş adamlarını kovaladı. Yakalayabildiğini yakaladı. Abramovich gibileri de kaçıp kurtuldu. Amaç önce devleti güçlendirmekti. Bu nedenle ABD’nin kurguladığı yeni güç dengesine ses çıkaramadı. ABD ilerledi, ilerledi ve ilerledi… Putin sadece dikkatle izledi.
Bu güç boşluğu ya da sarhoşluğu ABD’yi öyle bir moda soktu ki, kendine zarar vermeye başladı. ABD, tek kutuplu bu dönemin sonunu getirecek hareketi 2003’te Saddam’a saldırarak gerçekleştirdi….Uydurma gerekçelerle ve uluslararası hukuku ihlal ederek Irak’a savaş ilan ettiğinde herkes rahatsız oldu ama kimse ABD’ye açıktan karşı çıkamadı… Rusya da…
Irak’a saldıran ABD, aynı zamanda Soros üzerinden Rusya’nın burnunun dibinde bulunan üç ülkede “Turuncu Devrimleri” tetikledi. Bu ülkelerde ABD yanlısı hükümetleri iş başına getirmek için çabaladı. ABD, Doğu Avrupa’yı ele geçirdi; Irak’ı işgal etti… Rusya’nın önemli ilgi alanlarında güdümlü hükümetler oluşturdu…
Üstelik tüm bu süreç, Avrupa’yı da kenarda tutarak yaşanmıştı. ABD ile AB ilişkisini ayrıca değerlendirmek gerek…
2. Dünya Savaşı sonrası Avrupa tarumar olmuştu. Ruslar Berlin’e kadar gelmişti. Doğu Avrupa, Sovyetler ‘in avucundaydı. Avrupa bu süreçte ABD’nin gücüne muhtaç durumdaydı.
Dünya haritası Yalta Konferansı’nda ABD ve Sovyet liderleri tarafından çizilmişti. Haliyle Avrupa’nın ABD liderliğini benimsemekten başka çaresi yoktu. Fransa lideri De Gaulle, bu durumu kabullenmek istemediğinde aşağılanacağı bir olay yaşandı: Süveyş Krizi.. ABD – AB ilişkilerini anlamak için bu olayı bilmek gerekiyor.
Süveyş Boğazı dünya ticareti için çok önemliydi ve bu bölge İngiliz – Fransız kontrolündeydi. Mısır’ın Arap Milliyetçisi lideri Nasır, 1956’da (Sovyetler’den güç alarak) Süveyş Kanalı’nı millileştirdi. Bu, İngiltere ve Fransa için çok kötü bir haberdi. Bu iki ülke, kararı önlemek için İsrail ve Mısır arasında bir savaş tetikledi. İsrail, savaşı kısa sürede kazandı. Fransa ve İngiltere tam amaçlarına ulaşmak üzereyken Sovyetler sahneye çıkıp, bu iki ülkeyi nükleer füzeyle vurmakla tehdit etti. Londra ve Paris şoka girdi…ABD ise bu iki ülkeye ders vermek için onları yalnız bıraktı. Sonuç olarak bu iki ülke artık tek başlarına hareket edemeyeceğini, Sovyetler’e karşı ABD’ye muhtaç olduklarını acı şekilde anladılar. İngiltere büyük ölçüde ABD’ye biat etti.
Fransız lider De Gaulle ise başka bir yol tuttu: De Gaulle, Avrupa’nın bir ve beraber olmadığı sürece Sovyetlere direnemeyeceğini ve ABD güdümünde kalmaya mahkûm olduğunu anladı. Bu nedenle AB’nin atası olan kurumlar kurarak Avrupa’yı birleştirmeye çalıştı… ABD ve Sovyetler ‘den bağımsız, güçlü ve silahlı bir AB… Fakat De Gaulle’ün bu girişimi, ABD tarafından cezalandırıldı. ABD destekli protestolarla karşı karşıya kaldı. Seçime gitti. Seçimi kazansa da iç huzursuzluklar çıkmasını istemediğinden kendi rızasıyla çekildi.
Böylece AB girişimi ticari ve hukuki bir organizasyon olarak kaldı. AB, ekonomik açıdan önemli bir güç olsa da askeri açıdan NATO güdümünde kaldı…
ABD’nin AB’ye biçtiği görev Batı sistemini yaşatmak ve destek vermek ve Washington’un kararlarına uyum sağlamaktan ibaretti. Fakat Sovyetler ‘in dağılmasından sonra, AB için bir umut ışığı doğdu. Artık Doğu’da güçlü bir nükleer tehdit yoktu. Artık AB için daha bağımsız hareket etme imkânı doğmuştu. Fakat Avrupa bu fırsatı şimdiye kadar hiç değerlendiremedi.
Trump başkan olduğunda, Soğuk Savaş günlerini andıracak şekilde Avrupa’yı aşağılamaya kalktı. Fransız lider Macron da karşılık olarak AB ordusu kurulması fikrini ortaya attı.
AB ve ABD arasındaki ilişkiler bugün kabaca böyle. Kesinlikle süt liman değil.
Bu sıralar Batı basınında Macron hakkında pek çok makale yazılıyor. Hepsinde De Gaulle’den esintiler var. Dikkat edilirse, Rusya’nın işgal girişimine karşı İngiltere güçlü destek verirken Fransa ve Almanya’dan farklı tutumlar görüyoruz. İtalya ise bambaşka bir âlemde. Geçen gün havada barut kokusu varken Ruslarla ticari toplantı yaptılar. Bu tuhaflığın bir sebebi var. ABD hala kısmen de olsa Soğuk Savaş günlerinin hoyratlığıyla hareket ediyor. Masada AB’ye pek söz hakkı tanımıyor. Haliyle AB de bu durumu kendi lehine kullanmak için hareket etmeye çabalıyor.
ABD, tek kutuplu dünya gücünü hoyratça kullanamaya devam etti…2008’de Osetya…
Gürcistan’ın kuzeyindeki Osetya bölgesi dünyada kimsenin tanımadığı bir bağımsızlık referandumu yapmıştı. Rusya, 2008’de bu ülkenin bağımsızlığını tanıdı. Gürcistan ise bölgeyi kendi toprağı görüyordu. NATO’nun desteğini alarak saldırmayı planladı. Fakat o tarihe dek ılımlı ve güvercin olan Putin, tarzını değiştirmeye başlamıştı… Çünkü ABD çevrelerinde Gürcistan ve Ukrayna’nın bile NATO’ya üye olabileceği konuşuluyordu. Gürcistan da bu nedenle arkasında NATO desteği olacağını düşünerek hareket etti. Putin, savaşta Osetya lehine tavır koyunca tüm dengeler alt üst oldu. NATO, Gürcistan’ı, tıpkı Ukrayna’nın yaşadığı gibi yalnız bıraktı. Çünkü destek vermesi halinde Ruslarla savaş ihtimali belirmişti. Sonuçta Gürcistan yenildi. Böylece güç dengesi çatladı.
Aynı yıl Küresel Ekonomik Kriz patlak verdi. Küresel Ekonomik kriz aslında kıyamet alameti gibiydi. Batı’nın üstün ekonomik düzeni yara aldı. Çin ise krizden güçlü çıkarak dünyadaki yeni konumunun ilk işaretlerini verdi.
Dengeler değişiyordu. Bu süreçte ABD ve AB, lehlerine olan pozisyonlarını koruma yolunda yeterli adımları atamadılar.
ABD ikinci büyük hatasını Arap Baharı ile attı. Batı ile bütünleşmiş bir Ortadoğu pazarı için Türkiye ve Körfez ülkeleriyle hükümetler değiştirilmek istendi.
Arap Baharı’nın plansızlığı Ruslara iki büyük fırsat tanıdı. İlk fırsat Suriye’de yaşandı. ABD hem Esat’ı devirmek hem Suriye’de Kürt Özerk Yönetimi kurmak hem de bu amaçla Türkiye’yi kullanmak istedi. Önce Esat’ın karşısında Türkiye destekli bir İhvan gücü çıkardılar. Akabinde IŞİD’le de Fırat’ın doğusunu işgal imkânı tanınmış oldu. IŞİD alana hâkim olurken ne Esat ne de İhvan (birbirleriyle çarpıştıkları için) adım atamadı. Akabinde ABD, PYD’yi destekleyerek bölgeleri IŞİD’in elinden aldı.
Esat bu hengamede hayatta kalmayı başardı. Çünkü Obama, Irak işgali rezilliğinin yarattığı olumsuzluklar nedeniyle Esat’ın devrilmesi için silahlı müdahaleye yapılmasına onay veremedi.
Rusya tam bu esnada devreye girdi ve Esat’tan aldığı onayla bölgeye yerleşti. Bu Osetya krizinden sonra ikinci meydan okumaydı. ABD, Ruslara karşı Türkiye’yi kullanmak istedi fakat 15 Temmuz’dan sonra Türkiye adeta rota değiştirdi. Böylece Ruslar, Ortadoğu’ya girdi, Akdeniz’e iyice yerleşti…
ABD bu süreçte Ukrayna’nın AB’ye üyeliğini tetikledi. 2013’te buna olanak sağlayacak önemli bir anlaşma imzalanacaktı. Rus yanlısı Ukrayna lideri anlaşmadan ani biçimde caydı. AB yanlısı Ukraynalılar büyük bir protesto başlattı. Euromaiden isimli protesto olayları sonucunda Rus yanlısı lider Rusya’ya kaçtı. Batı yanlısı bir hükümet başa geçti.
Fakat Putin bu gelişmeyi tanımadı ve akabinde Kırım’ı ilhak etti. Karadeniz’in kritik limanı şaşkınlık içerisinde Rusların eline geçerken Batı sadece izledi. Özetlemek gerekirse Sovyetler ‘in dağılması sonucunda oluşan güç dengesi önce 2008’de Gürcistan’da, 2015’te Suriye’de ve 2014’te Ukrayna’da geri dönülmeyecek üzere çatladı. Putin kısa süre içerisinde Ukrayna’nın doğusundaki iki bölgenin bağımsızlığını ilan etmesini destekledi. Böylece Ukrayna dört parçaya ayrıldı. ABD’nin verdiği tek karşılık ekonomik yaptırım oldu.
Fakat Rusya bu süreçte yüz milyarla dolar rezerv biriktirmişti. Gelişmelerin gösterdiği tablo açıktı: Rusya geri dönüyordu ve ABD’nin tüm girişimlerine karşı koyuyordu. Üstelik ABD 2015’in ardından pek çok cephede kayıplar yaşamaya devam etti.
Önce İran ve akabinde Afganistan’da adeta hüsrana uğradılar. Putin son önemli zaferini Belarus’ta yaşadı. Tartışmalı seçimler sonucunda protesto yaşanan ülkede otoriter lider Lukaşenko’nun tahtı sallanırken Rusya destek vererek girişimi önledi.
Ve geliyoruz 2022’ye… Yani bugüne...
Putin bu süreçte en akıllıca hamlelerinden birini NATO’nun ikinci en büyük ordusuna sahip geleneksel bir Batı aktörü Türkiye’de yaptı.
15 Temmuz’da iktidar Batı tarafından yalnız bırakılırken Putin sahneye indi ve Ankara’ya el uzattı. Rusya, Türkiye’de nükleer proje geliştiriyor. Rusya, Avrupa’ya giden gazın bir bölümü için Türkiye’de boru hattı inşa etti. Rusya, ilk aşamada Suriye’de Türkiye ile birlikte hareket etme yolunu seçti. Azerbaycan’da Karabağ sorununda Türkiye ile iş birliği içinde oldu ve Rusya Türkiye’ye S-400 tedarik etti. Böylece Rusya, hem Avrupa enerji hattını Türkiye üzerine (ve Kuzey Akımı 2 ile Baltık üzerine) kaydırarak hem Polonya ve Ukrayna’yı önemsizleştirdi; hem de Batı’nın ileri gücü olan Türkiye’yi onlardan kısmen de olsa ayırmayı başardı.
Ukraynaya gelince Putin Ukrayna’yı önce böldü. Akabinde Ukrayna’daki etnik Rusları hareketlendirerek ülkeyi istikrarsızlaştırdı. Ve Ukrayna’nın enerji avantajını bertaraf etti.
ABD bu süreçte AB ile ilişkilerini güçlendirmeye çalışırken, Çin, artık bir ekonomi devi olarak sahneye çıkmış; ABD‘nin özellikle ekonomik açıdan ciddi ve tek rakibi olmuştu…ABD ise gerek Ortadoğu, gerek Orta Asya’daki hamlelerinde yeterince başarılı olamamıştı… Yani yerinde saymış, hatta geri gitmişti…
İşte, Putin tüm bu elverişli koşullar altında Ukrayna sınırına büyük bir ordu yığdı ve ABD’ye bir liste uzattı. Listede yazılı maddelerin kabul edilmesini istedi. Nedir bu maddeler?
Öncelikle belirtmek gerekir ki bu liste bana göre 1908 Reval Görüşmeleri ve 1945 Yalta Konferansı içerikleri kadar önemlidir bu maddeler… Listede yazılı bazı maddelerden bazıları bilinir durumda ama bu listenin önemini kavramak için tekrar geçmişe dönmek gerekiyor:
Reval’de İngilizler ve Ruslar büyük bir paylaşım anlaşması yaptı. Onu da anlamak için daha geriye gitmek gerekir. Yani 1800’lere… Osmanlı, aslında 1800’lerin başında fiili olarak çökmüştür. Fakat büyük güçler paylaşımı yapmakta başarılı olamadığı için resmi olarak çökertilmemiştir. Deyim yerindeyse İngiltere, Rus tehlikesine karşı Osmanlı’nın çökmesini engellemiştir. İngiltere bunu Osmanlı’yı sevdiği için yapmış değildi. Osmanlı’nın çökmesi halinde Rusya hem Balkanlara hem İstanbul’a hem de Ortadoğu’ya fiilen inebilirdi ve Mısır tehlike altına girerdi. İngiltere için Mısır kritikti. (Napolyon da tam bu yüzden oraya saldırmıştı) Haliyle İngiltere’nin istediği şey, Osmanlı’nın İngiliz çıkarlarına göre dağılmasıydı. Fakat Fransa, İtalya, Rusya gibi ülkeler kapıda beklerken bunu yapmak güçtü. Özellikle Almanya 1800’lerin sonuna doğru süper güç olunca daha da zorlaştı. İşte, Reval Görüşmeleri tam olarak Osmanlı’nın paylaşımının nasıl yapılacağıyla ilgiliydi. İngiltere bu görüşmelerde Balkanlar ve Boğazları deyim yerindeyse Rusya’ya bıraktı. Rusya da karşılığında Mısır ve Hindistan’a ilişmeyecekti.
İstanbul’da gücü elinde bulunduran İttihat ve Terakki Cemiyeti, Osmanlı’nın dağılabileceğini öngörerek ani bir kararla harekete geçti ve yönetimi devralarak Meşrutiyet’i ilan etti ve Almanya’ya yöneldi.
Reval gibi, Yalta da bir paylaşım organizasyonuydu. Sovyetler Doğu Avrupa’yı deyim yerindeyse teslim aldı. Zaten fiilen oradaydılar ve ABD engelleyemezdi. Türkiye ise tartışma konusu oldu ama stratejik önemi ve o dönemde tüm dünyaya ve özellikle mazlum milletlere örnek olan Kurtuluş savaşı ve önderinin saygınlığı nedeniyle bu konferansta görece tarafsız bırakılmış oldu… Ancak daha sonra Hitler ile Stalin arasında 2. Dünya Savaşı öncesindeki görüşmelerde, Stalin’in Boğaz’larla ilgili talepleri Hitler tarafından ret edilmesine rağmen 1950’ lerde siyasi iktidar değişikliğini müteakip bu talepler ileri sürülerek ve de Kore savaşı bedeli ödenerek NATO’ya girilmiş ve böylece “ görece tarafsız” statü maalesef büyük ölçüde yitirilmiş oldu…
İşte, Putin’in bir süre önce Batı’ya uzattığı liste de bilinen ve bilinmeyenleriyle yine böylesine bir paylaşım organizasyonudur. Bilinenler şunlar:
*Putin, Batı’nın Ukrayna’yı terk etmesini istedi.
*Bundan daha ağır bir talebi daha oldu. Putin, NATO’nun 1997 öncesi sınırlara çekilmesini istedi. Haritaya baktığınızda bunun neredeyse Soğuk Savaş sınırları olduğunu görüyoruz.
*Aynı zamanda Putin, NATO silahlarının da Rus sınırları çevresinden sökülmesini istedi….
Sonuç: Rusya geri döndü ve çöküş döneminde kurulan güç dengesini derinden sarsarak ve de ABD’ nin Pasifiklerdeki emellerini gayet de iyi bilen Çin’in de sakin desteğiyle öngördüğü yenidünya dengesi talebini ilan etmiş oldu…
Dünya bu tip köklü düzen değişikliklerini geçmişte Cihan savaşları ardından yaşamışken 21.yy. da, şimdilerde ise kendi deyimleri ile “ Özel operasyonlar” ile başlıyor…
Asıl sorulması gereken soru ise şu: Türkiye bu yeni düzen talebinin neresinde? Atatürk’ün gösterdiği yolda yürüyebilmek, yine “görece tarafsızlık” için çaba göstermek, giderek direnmek en iyisi, en akıllıcası değil mi?
Bir yanıt yazın