EKONOMİK REFLEKSİVİTE (6)
Emile Durkheim’in toplumların düşünce ortaklığı biçimleri’nden (formes collectives de pensée) sözettiğini belirtmiştik.
Bizim irdelemekte olduğumuz konu ise, ne ekonomik ve ne de sosyolojik ya da her hangi bir dalda ‘düşünce tarihi’ni özetlemek değil ama, toplumsal düşüncelerin toplumsal ‘köken’lerini epistemolojik olarak ele almaktan başkası değil.
Ama örneğin, daha önce ‘genel denge’ paradigması ve günümüzdeki uzantıları için, özde ‘ekonomik sistem’in varlığını ‘meşrulaştırmak’ ve genel geçerliğini savunmak olduğunu ileri sürmüştük.
Ve bunun ‘ideolojik’ bir yaklaşım olduğuna değinmiştik.
Ne var ki, bu yaklaşımı ‘ideolojik’ olarak tanımlamak, hiç de küçümseyici bir anlam yüklediğimiz anlamına gelmemekte idi.
Çünkü ‘ideoloji’ sözcük olarak “ide’ler bilimi”demek.
1796 yılında, ilk kez Antoine Detutt Tracy tarafından, tam da bu anlamda kurulmak istenen bir ‘bilim’in adı idi.
Ve toplumsal düşüncelerin dil, gramer ve mantık temelinde çözümlenmesine dayalı bir ‘bilim’ olarak tasarlanmış idi.
Ne var ki, önce Napolyon kendi politikalarına karşı çıkan düşünceleri küçümsemek için ‘ideolojik’ tanımlaması yaptı ve ardından Karl Marx’ın ‘Alman İdeolojisi’ başlıklı çalışmasıyla bir başka boyut kazandırılmış oldu.
Örneğin Lenin’de, tarihsel maddecilik, ‘proletarya ideolojisi’ olarak ‘bilimsel’ bir anlam kazanıyordu.
Lukacs’a göre ise, ‘proletarya bilinci’ salt işçi sınıfının ‘ideolojik düşüncesi’ olamazdı, çünkü tüm ‘insanlığa’ hizmet ediyor olacaktı.
Böylece Karl Mannheim’in ‘ideoloji paradoksu’ diye adlandırdığı bu paradoks, ancak şöyle aşılabilirdi: “Her ideoloji eleştirisi, zorunlu olarak bir ideolojik temele dayanmak durumundadır” (*).
Her ne kadar, bir ara ileri sürülen ve hâlâ oldukça taraftarı olan bir teze göre ‘ideolojiler öldü’ ise de; iki önemli Fransız filozof ‘ideoloji’ konusunda ‘çağdaş’ açıklamalar getirmişlerdir.
Bunlardan Raymond Boudon (1934-2013), nesnel ussallık yanında bir öznel ussallık (rationalité subjective) olabileceğini de göstermiş ve bunun illa körükörüne ya da öznenin kontrolü dışındaki güçler tarafından değil ama, tersine insan esprit’sinin normal işleyişinden de doğabileceğini ileri sürmüştür.
Öyle ki, buradan hareketle “bilimin (zaman zaman) yanlış düşünceleri kanıtlamak ve yaymak gibi bir rolü de olabilir” demiştir.
Bu söz üzerine, artık kimi ‘bilimsel kuram’ ve ‘çaba’lara ‘ideolojik’tir demek, bir anlamda ‘övgü’ bile sayılabilir!
Paul Ricoeur’e (1913-2005) gelince, o da antropolog Clifford Geertz’in şu tezinden hareket etmiştir: ideolojinin ilk işlevi gerçekliği bozmak (déformer) değil ama, tersine ‘sembolik bir formülasyon’ sürecinde düzene koymaktır.
Buradan hareketle, Paul Ricoeur, ideolojinin, kişisel ya da toplumsal kimliklerin oluşması ve sürdürülmesine olanak veren ‘sembolik yapı’lar gibi bir işlev gördüğünü ileri sürecektir.
Ne var ki, ideolojinin bu ‘olumlu’ rolüne karşı, zaman zaman ‘patolojik’ biçimler alan ‘olumsuz’ rolü de olabilecektir.
İdeoloji konusunda, bu kısa özetine ardından, Althusser’in ‘Devletin ideolojik aygıtları’nın çözümlemesine geçebiliriz.
Çünkü, ‘regülasyon’ kuramcılarımızın görüşlerini dayandırdıkları Bourdieu’cü yaklaşımı açıklamak için de, Althusser’e yakından bakmamız gerekmektedir.
Althusser’in hareket noktası ise, Marx’ın “Bir toplumsal biçim, üretiyor olmasına karşın, eğer aynı zamanda kendi üretim koşullarını da yeniden üretemez ise, varlığını sürdüremez” sözüdür.
Böylece, Devlet’in varlığını sürdürebilmesi için, asker ve polis gibi ‘baskıcı aygıtları’nın yanısıra ve onlardan da önemli olarak ‘ideolojik aygıtları’na gereksinmesi olacaği tezini geliştirecektir.
(Sürecek)
(*) Ludovic Gaussot, « Karl Mannheim et le genre : point de vue et connaissance située », Cairn.info le 28/10/2011
Bir yanıt yazın