“ZEMAN YENE GÜÇÇÜK BALIKLAAA ZEMANI…” Dr. Noyan UMRUK
Geçen gün böyle bir mesaj atmış bizim “yiyen” Mızdavali namı diğer Davazlı… “Daayı be aatıgın zeman yene güççük balıklaa zemanı gaari… Gerisi boş deyyon hani…”
Bizim yeğen yerden göğe haklı… Sorun son tahlilde “Adil Paylaşım sorunu”…
Analar için genetik, içgüdüsel bir duygudur hakça paylaşım… Allah vergisi… Keşke bu işi analara bırakabilsek…
Gelelim gerçeklere…
Gelir dağılımında adaleti ölçmek için kullanılan araçlardan en önemlisi Gini katsayısı. Gini katsayısı bir ülkede yaratılan ekonomik değerin nüfusa ne derece adil paylaştırıldığını ölçmek için kullanılan bir ekonomik gösterge…
Sıfır ile bir arasında değişen katsayı, sıfıra yaklaştıkça gelir dağılımı eşitliği, bire yaklaştıkça gelir dağılımı eşitsizliği söz konusu.
Dünyada yapılan gelir dağılımı araştırmaları Gini katsayısının gelişmiş ülkelerde, özellikle K. Avrupa’da (İngiltere, İsveç, Norveç gibi) 0.25-30’larda seyrettiği, en iyi durumdaki Almanya’da 0.28 olduğu, az gelişmiş ülkelerde ise uçurumun büyüklüğüne göre 0.50’leri aştığını gösteriyor. Bu açıdan Türkiye’nin durumu 0.402- 0, 404 düzeylerinde…(Mahfi Eğilmez, “Gelir dağılımında düzelme yok!”, Yazılarım Portalı)
Görülüyor ki; gelir dağılımında asgari adaleti ifade eden %25 Gini oranından çok uzaklardayız…Nitekim İktisadi İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı da (OECD), önemli bir raporunda tüm dünyada üye ülkeler arasında zengin ve fakir arasındaki uçurumun giderek arttığı, üye ülkelerin çoğunda son 30 yılın en büyük gelir dağılımı eşitsizliğinin yaşandığı vurgulanırken, gelir dağılımı eşitsizliği hesaplamalarında kullandığı Gini parametrelerine göre 21 ülke içinde gelir eşitsizliğinde Meksika zirvede yer alıyor; Türkiye ikinci, ABD üçüncü, Yunanistan ise dördüncü sırada.
Türkiye maalesef geçen yıllarda ekonomik krizden ciddi şekilde etkilenen şu ülkelerden İtalya, İspanya ve hatta adeta iflas etmiş olan Yunanistan’dan daha yüksek bir gelir dağılımı eşitsizliğine sahip…
Diğer taraftan, Türkiye’ye ilişkin karşılaştırmalı göstergeler bununla da sınırlı değil. Türkiye’de göreli yoksulluk oranı yüzde 23 iken OECD ortalaması % 11.1.
Ayrıca, gelir dağılım eşitsizliğinin en yüksek olduğu Meksika’da, en zengin yüzde 10 geliri, en yoksul yüzde 10’dan 27 ila 30 kat daha fazla (Tevekkeli değil hazret Meksika başkanlık modeline pek imreniyor…)
Bu oran, ABD, İsrail, Yunanistan ve Türkiye grubunda 13 ila 16 kat… Türkiye nüfusunun en zengin yüzde 10’luk kesiminin geliri ise, en yoksul yüzde 10’luk kesimin elde ettiği gelirin 15 katına denk geliyor. Bu oranın OECD’de ortalaması ise 9.8…
“Gelir eşitsizliği ekonomik büyümeye zarar verir mi?”
Ülkelerin Gini katsayılarını karşılaştırmalı olarak inceleyen raporda bir önemli nokta da “Gelir eşitsizliğinin ekonomik büyümeye de zarar verdiği”
Kullanılan tablolar, 1985 sonrası yıllarda Türkiye’nin büyümesinin yüzde 4,6’sını gelir adaletsizliği nedeniyle kaybettiğini gösteriyor. Aynı dönemde Meksika’nın yüzde 10, Yeni Zelanda’nın ise yüzde 9’luk büyüme kaybı yaşadığı vurgulanıyor. Rapor büyüme-gelir eşitsizliği ilişkisi şöyle açıklıyor:
“Gelir eşitsizliği dezavantajlı grupların eğitim fırsatlarını azaltıyor. Ayrıca, sınıf değiştirme sıklığını da aşağı çekiyor. Bireyler yeteri kadar beceri geliştiremiyorlar.”
Rapordan çıkan sonuç ise ülkelerin gelir eşitsizliğini azalttığı ölçüde daha fazla büyüyebilecekleri şeklinde.
Toplumun en üst %20’lik gelir grubunun payına gayrisafi milli hasılanın %47-50’sini, geriye kalan tüm çalışanlar %49- 53’ünü, en alt %20’lik gelir grubunun %5-6’sını aldığı bir ülkede fazla söze ne hacet…
Tüm bu veriler göz önünde tutulduğunda, 20 yıllık AK’ça paylaşım dönemini şöyle özetlemek mümkün:
Siyaset ve oy mekanizması ile doğrudan bağlantılı olarak, “itaat eden herkese çapına göre” yukarıdan aşağıya ihale, iş, akıllara durgunluk veren görevlendirme, ücret ve maaşlar, makam, makarna, kömür*, erzak, yeşil kart ve bu gibi dağıtılarak kendi dünya görüşlerine, “cemaat sosyolojisine” uygun düşen bir paylaşım, gelir dağılımı sistemi… Devasa usulsüzlük ve yolsuzluklar ise cabası…
Pek tabii ki; çalışanlar söz konusu olunca akla gelen ” Kemer Sıkma” adı altında uygulanan ücret politikaları ile gelir dağılımındaki bu uçurumun küçültülmesi mümkün değil.
Özet olarak manzara: Bir yanda işsizlik ve yoksulluk labirentinde günü kurtarma çabası ve hayat gailesi ile hemhal, çaresiz emekçi ve emekli kesimler… Öte yanda “Kumarhane Kapitalizmini” arsızca oynayanlar (2)
Gelir dağılımının bu denli eşitsiz olduğu bir ülkede, özellikle milyonlarca sığınmacı ile büyüyen nüfus artışını absorbe edecek reel üretime dayanan bir ekonomik büyüme ve refah modeli yerine inşaat sektörüne, kanallara, saraylara vb yönelik bir model, yaşadığımız felaketler de göz önünde tutulduğunda “ayranı yok içmeye, tahtı revanla gider …” özdeyişini hatırlatmakta…
İşte böyle… Bütün mesele şu: olmak ya da olmamak… Tamam mı, devam mı? Karar halkımızın, hepimizin…
İşte bu noktada çağlardan günümüze intikal eden bir temel hak çıkıyor karşımıza…
Eski çağlardan beri insan için en temel haklardan biri direnme hakkı… Direnme… Baskıya karşı direnme… Eşitsizliklere karşı direnme… Savaşa karşı direnme… Anayasa- Toplumsal Sözleşme ihlallerine yani Anayasayı tağyir, tebdil ve ilga edenlere karşı direnme… İnsanlık suçu olan teröre ve iktidarda olsalar dahi teröre yardım ve yataklık eden ve ettirenlere… Hülasa zulme karşı direnme…
Baskıya ya da zulme karşı direnme, her tür mahlûkatın doğasında mevcut tepkisel bir davranış biçimi… Çok köşeye sıkıştırıldığında, kedinin üstünüze sıçraması gibi bir şey…
İnsan denilen akıllı mahlukat da yerleşikleşmesiyle birlikte bu tür tepkiler göstermiş… Örneğin; Spartaküs M.Ö.73’de kendisi gibi kölelerden oluşan ordusu ile Roma’yı yenerek, direnişinin eşitlikçi ve özgürlükçü karakteriyle tarihte yerini almıştı…
Orta Çağda Direnme Hakkı…
Platon ve Çiçero ile ilk çağlardan orta çağa uzanan doğal hukuk anlayışı, doğuştan kazanılan haklar varsayımına dayanır. Bu anlayışa göre, devlet ancak bu hakları tanır ve güvenlik içinde kullanılmasını sağlar. Aksi takdirde, tarih direnme hakkının kullanılmasının örnekleri ile doludur.
Orta Çağ’da İngiltere’de de Kıta Avrupası’nda da direnme hakkı gündemde idi. Bu dönemde konuyu sistematik şekilde ele alan Aquino’lu Thomas’a göre, halk, iktidarı zorbalıkla ele geçiren ya da meşru olmakla birlikte sonradan zulüm yoluna sapan hükümdara karşı ayaklanmak hakkına sahipti. Direnme hakkının pozitif hukuktaki ilk izleri, Magna Carta Libertatum’da (Büyük Özgürlük Beratı, 1215-md.52) bir biçimde görülmüştü; bağlılığın güvencesini oluşturan hükme göre, Kral John’un berata uymaması halinde 25 barondan oluşan kurul, krala savaş açabilecekti.
Modern ve Yakın Çağ’da Direnme Hakkı…
XVIII. Yüzyılda direnme hakkı, Amerikan Bağımsızlık Bildirisi’nde “yönetenler, bireylerin yaşam, özgürlük ve mutluluğa erişmek gibi doğal, devredilmez haklarını sağlamak içindir; halk bu amaçtan sapan yönetimi değiştirmek ve devirmek hakkına sahiptir.” biçiminde yer almış; böylece pozitif hukuk metinlerine açıkça girmeye başlamıştı. Direnme hakkı, en geniş ifadesini Fransız Devrimi metinlerinde buldu: “Her siyasal kuruluşun amacı insanın zamanaşımına uğramayan doğal haklarının korunmasıdır. Bu doğal haklar, özgürlük, mülkiyet, güvenlik ve baskıya karşı direnme hakkıdır” (md. 2).
18. Yüzyılda çağdaş direnme hakkının baş savunucusu olan Locke, halkın direnme hakkını, toplumsal sözleşmenin(anayasaların) tabii ve mantıki sonucu olarak görür.
19. Yüzyılda önemini iyice yitiren doğal hukuk anlayışının yerini alan pozitivist hukuk anlayışının yol açtığı direnme hakkının hukuki mi yoksa siyasi bir hak olduğu tartışmasının vardığı konsensüs: Hakkın her iki halde de meşru olduğu…
Baskıya karşı direnme hakkı, 1791, 1793 ve 1795 Fransız Anayasalarının başlangıç bölümlerinde yer aldı. Daha sonra da devrimden etkilenen XIX. ve XX. yüzyıl Avrupa anayasalarında klasik bir hak ve özgürlüğe dönüştü.
BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin başlangıç kısmında; “İnsanın zulüm ve baskıya karşı son çare olarak ayaklanmaya mecbur kalmaması için insan hakları hukuk rejimi ile korunmalıdır” denilerek insan haklarının hukuksal normlarla korunmaması, halkın direnme hakkı kullanmasının haklı nedeni kabul edildi.
İslam hukukuna göre ise…
İslam kamu hukukuna göre, devlete itaatin mutlak olmayıp şartlara bağlı olması temel bir ilkedir. Kamu otoritesinin sınırları “Dünyevi” ve “Uhrevi” diye ikiye ayrılır. Dünyevi sınırlar; yöneticilerin ehliyetli olması, devletin istişare ile yönetilmesi, devlet başkanı da olsa hakları ihlal eden kişinin tazminat ödemek zorunluluğu, kamu otoritesinin adaletli olması…, Aksi takdirde nasıl direnileceğini Hz. Ebubekir “O’nun hukukuna itaat ettiğimde bana itaat edin; isyan ettiğimde bana itaat borcunuz yoktur” şeklinde tanımlamış. Düşünce ve direnme hakkının önderi olan Ebu Hanife ise direnme için üç şart koşmuş: Zalim devlet başkanını ikame edecek adil bir adayın bulunması; başarı şansı ve kamu yararı…
Ya Anayasalarımızda…
Direnme hakkı, siyasal sistemimize,1808’de merkezle ayan temsilcileri arasında imzalanan “Sened-i İttifak ”la girdi. Buna göre, padişah adına sadrazam buyruğunun yasaya aykırılığı halinde ayanın oybirliği ile direnme hakkı doğmakta idi.
Direnme hakkı Atatürk’ün Gençliği Hitabesi ve Bursa Nutkunda da çok net biçimde yer aldı.
Öte yandan Amerikan proletaryasının 1886 yılında 8 saatlik iş günü ve insanca yaşam hedef alan isyan ateşi acımasız baskı ve zulmüyle karşılanınca, daha iyi bir dünya ve insanca yaşam için ayağa kalkan emekçilerin sesi ve yankıları tüm dünyaya ve zamanlara, durgun suya atılan bir taş etkisi gibi dalga dalga yayıldı… Tüm emekçilerin bayramı ve dayanışma günü olarak evrenselleşti…
1 Mayıs emekçi bayramı ülkemizde resmi bayram olarak 1923 yılında tanımlanmış ve resmileştirilmiştir… Emeğin değerini bilenleri unutmamak, onların bizlere emanet ettiği çatılara sahip çıkmak gerekir…
Bu hak, ilk kez açıkça başlangıç metninde 1961 Anayasası ile hukukumuza girdi. Bu anayasanın başlangıç bölümünde yer alan: “Tarihi boyunca bağımsız yaşamış, hak ve hürriyetleri için savaşmış olan; anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruiyetini kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkını kullanarak, 27 Mayıs 1960 Devrimi’ni yapan Türk milleti…” ibaresiyle direnme hakkı ilk kez çağdaş anlamda anayasalarımızda yerini almış oldu.
1982 Anayasası ise “demokratik, laik, sosyal hukuk devleti” ilkelerini içeren başlangıç bölümü ile kendini “… demokrasiye aşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi” ederek bu hakka değinmiş oldu.
Daha ilginci Anayasa Mahkememiz, Sosyalist Parti programındaki “Parti, haksızlık ve baskılara karşı emekçilere birey olarak ve birlikte direnme hakkı tanır, direnenler korunur” biçimindeki tümceyi Anayasa’ya aykırı görmedi ve kapatma nedeni saymadı…
Durum bu durum… Böylesine günler yaşıyoruz… Öyle görünüyor ki yaşamaya da devam edeceğiz…
(1) Mahfi Eğilmez, “Gelir dağılımında düzelme yok!”, Yazılarım Portalı
(2)Işıklı, Alpaslan, Kumarhane Kapitalizmi, Otopsi Yay.,2002
Bir yanıt yazın