Süleyman Çelik (scelik44@gmail.com)
Batılı emperyalistlerin ajanları tarafından kandırılmış çok az sayıdaki gerici bir azınlığın dışında, milletçe Atatürk’ü çok seviyoruz…
Öyle ki özel günlerimizde bile Anıtkabir’e gidiyor; 10 Kasım ve ulusal bayramlarda ise yurdun her yanından, milyonlar olup akın akın gelerek avlusunu dolduruyor, adeta orada, O’nunla birlikte olmanın güzelliğini yaşıyor ve hiç ayrılmak istemiyoruz…
Arada sırada, resmi makamların nitelemesiyle meczuplar, bana göre tetikçi serseriler tarafından anıtları saldırıya uğruyor…
İşte o zaman büyük bir öfke ve kızgınlıkla ayağa kalkıyor, olayı lanetliyor ve anıtın çevresinde kenetleniyor, günlerce nöbet tutuyoruz…
Buna karşılık Atatürk’ün fikirleri/ düşünceleri / devrimleri yok sayılır/ çiğnenir ve eserleri ayaklar altına alınırken tepki göstermek bir yana aldırmazlık durumunda gelişmeleri seyrediyoruz…
Oysa Atatürk büyük bir asker ve devlet adamı olmasının öncesinde, 11 kitap yazmış, 30 cilt kitap tutan söylev ve demeç vermiş bir bilim ve fikir (düşün) adamıdır…
***
Demokrasi ile yönetilen Atina’da seçimleri hep cahil, fakat güzel ve etkileyici konuşma yeteneği ile halkı kandırabilen sahtekâr çıkarcılar kazanmakta; ancak bilgisiz oldukları için devleti kötü yönettikleri gibi yolsuzluk/hırsızlık yaparak ülkeyi ve halkı soymaktadırlar. Halkı aydınlatmaya çalışan öğretmeni Sokrates’in böyle yöneticiler tarafından ölüme mahkûm edilmesi üzerine, Platon demokrasiye karşı çıkar. “Devletleri filozof kralların yönetmesi gerektiğini” öne sürer…
Ünlü Alman Tarihçi Prof. Dr. Herbert Melzig “Kamâl Atatürk, Untergang und Aufstieg der Türkei” adlı kitabında, Atatürk’ü “dünyaya bir filozof görüşü ve anlayışı ile bakan ve çözümler getiren ‘dahi bir fikir adamı’ olarak” tanımlar ve der ki, “Büyük Yunan filozofu Platon’un düşü, iki bin yıl sonra Atatürk’ün şahsında gerçekleşti.”
Zaten kendisi de “beni görmek demek mutlaka yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu yeterlidir” diyerek fiziksel varlığına bağlılık değil, fikirlerine önem verilmesini istemiştir.
İzmir suikastında sonra, “benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti sonsuza dek yaşayacaktır. Ve Türk milleti güven ve mutluluğun kefili olan ilkelerle, uygarlık yolunda, tereddütsüz yürümeye devam edecektir” diyerek bize, heykellerine değil fikirlerine ve eserlerine sahip çıkmamız gerektiğini bildirmiştir.
Başka bir konuşmasında da bizden Mustafa Kemal olmamızı istemiştir: “İki Mustafa Kemal vardır: Biri ben, et ve kemik, geçici Mustafa Kemal… İkinci Mustafa Kemal, onu “ben” kelimesiyle ifade edemem; o, ben değil, bizdir! O, memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni hayat ve büyük ülkü için uğraşan aydın ve savaşçı bir topluluktur. Ben, onların rüyasını temsil ediyorum. Benim girişimlerim, onların özlemini çektikleri şeyleri tatmin içindir. O Mustafa Kemal sizsiniz, hepinizsiniz. Geçici olmayan, yaşaması ve başarılı olması gereken Mustafa Kemal odur!”
Nasıl Mustafa Kemal olacağımızı da belirtmiştir: “çocukluğumdan beri elime geçen iki kuruştan biri ile kitap alıp okumasaydım yaptıklarımın hiçbirini gerçekleştiremezdim.”
O halde Mustafa Kemal olmamız ve O’nun yaptıklarını korumanın ötesinde, daha ileriye taşımamız/ devrimlerini yaşama geçirmemiz/ ulusumuzu çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkarmamız gerekiyor. Bunun için de O’nun gibi çok okuyarak bilgi sahibi olup bilinçlenmemiz gerekiyor. Eğer böyle yapmazsak, Sevgili Uğur Mumcu’nun dediği gibi, ailede ve okulda edindiğimiz hamasi duygularla “bilgi sahibi olmadan fikir sahibi” olduğumuzu sanır ve Atatürk’ün fikirlerine değil, heykellerine sahip çıkarız!..
***
Celal Bayar da Atatürk’ü çok seviyordu. O kadar ki Atatürk adı geçince gözleri buğulanır ve “Atatürk’ü sevmek ibadettir” derdi. Fakat Mustafa Kemal, yani fikir sahibi olamadığı için iktidara gelir gelmez, Menderes ile birlikte karşıdevrimin kapılarını sonuna kadar açtı. Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı boyunca düşmandan çok mücadele ettiği mandacılardan daha çok mandacı oldu ve ülkeyi Amerika’nın kucağına attı. Lozan’da kaldırılması için, görüşmelerin kesilmesini bile göze aldığımız Kapitülasyonları, Amerika istediği için geri getirdi. Atatürk’ün kültür devriminin öncü kurumları olan Köy Enstitüleri ile Halkevlerini kapattı. Bunun sonunda gericilik hortlayıp Ticaniler heykellerine saldırınca “Atatürk’ü Koruma Yasası” çıkardı. Korumak istediği gerçek Atatürk, yani fikirleri değil, heykelleri idi!..
Heykel sevgisi Atatürkçülük olsaydı, en büyük Atatürkçü Kenan Evren olurdu. Atatürk’ün adını ağzından düşürmeyen onun, bu heykel seviciliğini bilen yalaka yöneticiler, her yere sanat değeri olmayan, estetikten yoksun Atatürk heykelleri diktiler. Oysa Amerikalıların “bizim oğlan” dediği kadar mandacı ve Celal Bayar’dan da karşıdevrimciydi. Atatürk’ün mirasına bile el uzattı ve Kültür Devrimi’nin son kalıntıları olan Türk Tarih ile Türk Dil kurumlarını karşıdevrimcilere teslim etti. ABD’nin “laik Cumhuriyet” yerine önerdiği, milliyetçilik sosu katılmış “Ilımlı İslam” rejimi olan “Türk-İslam Sentezi”ni resmi devlet politikası yaptı. Turgut Özal aracılığı ile 24 Ocak Kararlarını yaşama geçirerek Türk ekonomisini kapitalist emperyalist sisteme kilitledi. Ardından gelen Mesut Yılmaz, Demirel/ Erdal İnönü, Tansu Çiller, Ecevit, Bahçeli ve AKP sisteme kaynak yapıp, her şeyi yabancılara satarak işlemi tamamladılar!..
Başımıza ne geldiyse Celal Bayar ve Kenan Evren türü Atatürkçü(!)lerden geldi. Geçmişte politikacılar, akademisyenler, sivil ve asker bürokratlar ile iş insanları arasında bunlar yaygındı. AKP ile bunların çoğu Müslüman(!) oldu. Şimdi bu görevi, yani Celal Bayar- Kenan Evren türü Atatürkçülüğü, başta Atatürk’ün Partisi CHP olmak üzere bazı muhalefet partileri ile onları destekleyenler üstlendi…
Bu koşullarda, karşıdevrim o kadar yol aldı ki artık hainler kahraman oldu. Öyle ki Şeyh Sait, Seyit Rıza, İskilipli Atıf, Mustafa Sabri gibi hainlerin adları okullara, hastanelere, meydanlara verildi, hatta heykelleri dikildi. Tekke, zaviye ve türbeler açıldı. Medreselerin açılmasının ötesinde okullar ve üniversiteler medreseleşti. Ortalığı tarikat ve cemaatler kapladı. Bunlar o kadar güçlendiler ki aralarında iktidar mücadelesi başladı…
Sıra, Atatürk’ün “en büyük eserim” dediği Cumhuriyeti yıkmaya geldi ve bu amaçla da resmi kurultaylar yapmaya başladılar…
Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkıp “Asya- Afrika (ASRİKA) İslam Ülkeleri Konfederasyonu” kurulması ilgili görüşmeler/ tartışmalar (düzenleyicilerin deyişiyle istişareler) yapmak amacıyla, İstanbul’da üç kurultay düzenlediler. Bu kurultaylar kamu kurumlarının sponsorluğunda düzenlendi ve üst düzey kamu görevlilerinin de katılıp konuşmalar yaptılar. Kurulacak devletin anayasası hazırlandı ve bu anayasada bayrağı, resmi dili (Arapça), başkenti (İstanbul) ve ortak para birimi (ASRİKA Dinarı) saptandı. Temel amacın, “İslam şeriat ve akidesini hâkim kılmak…” olduğu, yani devletin şeriatla yönetileceği bildirildi. Kurulacak konfederasyona, mevcut devletlerin olduğu gibi değil, parçalanıp federasyona dönüştükten sonra, federasyonlar olarak katılması kabul edildi…
Daha önce “90 yıllık reklam arası” demişlerdi. En son, “2023’te yapılacak yüz yıllık hesaplaşma” diyerek son darbeyi vuracakları tarihi de açıkladılar!..
***
Tüm bunlar yaşanırken bizler, heykellere sahip çıkmaya benzer, hatta daha büyük tepki gösterip, Atatürk’ün Bursa Nutku’ndaki buyruğunu yerine getirdik mi?
Tersine dün Bayar, Evren, Özal, Demirel ve diğerlerini alkışladık; bugün de Kılıçdaroğlu ve Akşener gibileri alkışlıyor, hatta belki bizi milletvekili, belediye başkanı vs. yapar diye onlara yalakalık yapıyoruz. Çünkü hiçbirimiz Mustafa Kemal olamadık. Dolayısıyla hiçbirimiz gerçek Atatürkçü değiliz. O halde, Sayın Süleyman Apaydın’ın “Yıkın Heykellerimi” şiirinin son dizelerinde ifade ettiği, Atatürk’ün dileğini yerine getirelim: “unutun tüm dediklerimi/ yıkın diktiğiniz heykellerimi/ RAHAT BIRAKIN BENİ.”
Bir yanıt yazın