Suriye’den Göçün Değerlendirilmesi | Dr. Hasan CANPOLAT Vali (E) TASAM MSGE YİK Üyesi /TURKISHFORUM – ABDULLAH TÜRER YENER
Bu çalışmada önce yönlendirilmiş göçün asimetrik bir silah olarak kullanılması kavramı ve bu kavram çerçevesinde, Suriye iç savaşının etkisi ile ortaya çıkan göç, Avrupa Birliği (AB), Türkiye ve Suriye’nin göç politikaları açısından incelenecektir. Çalışmada küresel göçün günümüzdeki görünümü ele alınacak, ardından yönlendirilmiş göçün asimetrik bir güç olarak kullanılması kavramı ve çeşitli uygulamaları değerlendirilecek, daha sonra ise bu uygulamalar ışığında AB’nin ve Suriye rejiminin göçle ilgili izlediği politikalar ve Türkiye’nin durumu ele alınacaktır. Son olarak Türkiye’nin göç politikaları ile ilgili bazı önerilere yer verilecektir.
Göçün Küresel Yüzü
Göç tarihi İnsanlık tarihidir bir bakıma. Günümüzde ise küresel göç hareketlerini bölgeler arasında tarihte daha önce görülmemiş düzeydeki gelir dağılımı farklılığı ve dünyanın çeşitli bölgelerindeki şiddet ve istikrarsızlıklar yönlendirmektedir. Bu temel sebeplere bağlı olarak, dünyanın problemli bölgelerinde büyük sayılarda göçmen arzı ortaya çıkmaktadır. Öte yandan dünyanın ekonomisi gelişmiş bölgelerinde nüfus azalmasına bağlı olarak ortaya çıkan işgücü açığını göçmenlerin ucuz işgücü emeğine dayalı olarak kapatmaya dayalı bir göçmen talebi vardır. Dolayısıyla bu arz ve talep karşısında günümüzde düzenli ve düzensiz göç hareketlerinin ana rotası başta Afrika, Asya ve Ortadoğu gibi göç veren bölgelerden olmak üzere, dünyanın en zengin bölgeleri olan Avrupa ve Kuzey Amerika’ya doğru yönelen düzensiz ve düzenli göçmen akımıdır.
2019 yılı itibariyle düzensiz ve düzenli göçmen sayısı yaklaşık 360 milyon kişi civarındadır. Bu sayının yaklaşık 280 milyonunu düzenli göçmen olarak adlandırılan ve kendi rızası ile doğduğu ülkesinden ayrılarak, başka bir ülkede göçmen statüsü ile yasal olarak bulunan yer alanlar oluşturmaktadır. Avrupa en fazla uluslararası göçmene (82 milyon) ev sahipliği yapıyor, onu Kuzey Amerika (59 milyon) ve Kuzey Afrika ve Batı Asya (49 milyon) takip ediyor. 2019’da tüm uluslararası göçmenlerin üçte ikisi sadece 20 ülkede yaşıyordu. En fazla sayıda uluslararası göçmen (51 milyon) Amerika Birleşik Devletleri’nde ikamet etti ve bu da dünya toplamının yaklaşık yüzde 19’una eşit. Çok sayıda yabancı işçi bulunduran Almanya ve Suudi Arabistan dünya çapında en fazla ikinci ve üçüncü uluslararası göçmen sayısına (her biri yaklaşık 13 milyon) ev sahipliği yaptı ve onu Rusya Federasyonu (12 milyon) ve Birleşik Krallık (10 milyon) izledi. Göç veren ülkeler ise, büyük ölçüde Kuzey Afrika ve Batı Asya ve Sahra altı Afrika ülkelerinden oluşmaktadır. 2019 yılında Hindistan, 17,5 milyon kişinin yurt dışında yaşadığı uluslararası göçmenlerin çıkış yaptığı ilk ülke oldu. Meksika’dan gelen göçmenler ikinci büyük “diasporayı“ (11,8 milyon) oluştururken, onu Çin (10,7 milyon), Rusya Federasyonu (10,5 milyon) ve Suriye Arap Cumhuriyeti (8,2 milyon) izledi. [1]
Şu anda Ortadoğu, Uzakdoğu, Doğu Afrika ve Orta Asya ülkeleri başta olmak üzere çeşitli sebeplerle ülkesinden ayrılmak zorunda kalan ve düzensiz göçmen olarak adlandırılan mülteci ve sığınmacı sayısı ise 80 milyon civarındadır. Bu sayı 2010-2019 yılları arasında yaklaşık 15 milyon arttı ve bu da tüm uluslararası göçmenlerin sayısındaki artışın dörtte birini oluşturuyor. [2]
Göçün bu genel tablosu karşısında, Göç alan ülkelerin göç konusundaki politikalarının temelini, istihdam açığını kapatacak ölçüde düzenli göçmen alabilmek ancak düzensiz göçü kendi refah kalelerinin etrafına ördükleri duvarların dışında tutmak oluşturmaktadır. Bu politikaların bir sonucu olarak, düzenli göçün aksine, mülteci veren bölgeler aynı zamanda mülteci barındıran bölgeler durumundadır. Buna göre gelişmiş ülkeler tarafından barındırılan mülteci ve sığınmacı sayısı toplam sayının ancak %10 seviyesindedir. Buna karşılık, 2019 yılı sonu itibariyle mülteci ve sığınmacıların büyük bir kısmını barındıran Kuzey Afrika ve Batı Asya, küresel mülteci ve sığınmacı sayısının yaklaşık yüzde 46’sına ev sahipliği yapmakta ve onu Sahra altı Afrika (%21’e yakın) izlemektedir.
Küresel göçün bu genel tablosu içerisinde, ‘Stratejik Olarak Yönlendirilmiş Göç’ son derece etkili bir asimetrik güç olarak kullanılabilme potansiyeline sahiptir ve birçok ülke bu gücü etkili bir şekilde kullanmaktadır.
YÖNLENDİRİLMİŞ GÖÇÜN ASİMETRİK BİR GÜÇ OLARAK KULLANILMASI
Dünyada ülkeler arası ilişkiler artık bir savaş ya da barış ikilemi açısından tarif edilmemektedir. Bunun yerine, devlet ve devlet dışı aktörler silahlı çatışmaya girmeden avantaj sağlamak üzere Politik Savaş, Hibrit Savaş, Asimetrik Savaş veya Yeni Nesil Savaş terimleri altında toplanan birçok yeni araç geliştirmişlerdir.
Bu kapsamda göçün asimetrik bir silah olarak kullanılması ise, bir devlet veya devlet dışı aktörün siyasi, askeri ve/veya ekonomik hedeflere ulaşmak için ister gönüllü ister zorla insan göçünden yararlanması durumunda gerçekleşir. Açık veya üstü örtülü meydan okuyan güç, dışarıya giden veya kendisine yönelik göçü stratejik olarak tasarlayarak veya hâlihazırda sürmekte olan göç olaylarını fırsatçı bir şekilde istismar ederek göçü asimetrik bir silah olarak kullanır. [3]
Siyaset bilimi literatüründe yönlendirilmiş göçün asimetrik bir silah olarak kullanılmasının en erken dile getiren belki de Machiavelli’dir. Machiavelli, Prens adlı eserinde, ‘Bir başka iyi çare de … göçmen göndermektir. Bunlar o ülkede bir kölenin bacaklarındaki prangalar gibi olurlar; fazla seçenek yoktur ya kalabalık bir askeri garnizon ya da göçmenler. Bu göçmenler için fazla bir yol parası harcayacak, fazla masraf edecek de değilsin; …Bunlar o memleketin çok küçük bir kesimini temsil ederler; bundan böyle yoksul düşmüş ve dağılmış olarak artık asla sana zarar veremezler. Darbe yemeyen öteki büyük kitle ise suskun ve hareketsiz kalacaktır. Aynı şekilde yağma edilmek korkusuyla hiçbir gaf yapmamaya dikkat edecektir. Sonuç olarak diyorum ki,…. Eğer göçmenler yerine prens silahlı adamlar yerleştirirse bu ona çok daha pahalıya mal olacaktır çünkü onların geçimini sağlamak için ülkenin tüm kaynaklarını harcayacaktır; öyle ki kazancı kayba dönüşecektir. Dahası, orada burada konaklayarak bütün halka çok daha büyük zarar vermiş olacaktır. Herkes bundan acı çekecek, herkes düşman kesilecektir ve bunlar oha uzun süre zarar verebilecek düşmanlar olacaktır, çünkü yenilmiş de olsalar kendi yurtlarında kalacaklardır. Her ne şekilde olursa olsun, göçmenler nice yararlı olursa bu silahlı bekçiler de onca boşuna olacaktır.’ Diyerek Prense hem istenmeyen muhaliflerden kurutulmak hem de hedef alınan ülkeyi bir başka ülkeyi nasıl güç duruma sokulabileceğinin ve işgal edilebileceğinin örneklerini vermektedir. [4]
Modern tarihte ise, Amerika, Avusturalya, Yeni Zelanda başta olmak üzere kolonilere Avrupalı göçmenler gönderilerek sömürgeleştirilmesi, Kafkas Müslümanlarının Rusya tarafından Osmanlı topraklarına sürülmesi, Balkanlarda bulunan Türk ve Müslüman nüfusun Sırp, Bulgar ve Rus güçleri tarafından Balkanlardan çıkarılması bilinen örnekler arasındadır.
Yakın tarihlerde, ise hükümetlerin göçleri dış politikanın bir aracı olarak kullanmasının örnekleri arasında, Batı Şeria’daki İsrail yerleşimleri, Sovyetler Birliği döneminde Afganları Pakistan’dan sığınma talebinde bulunmaya yönlendirerek Pakistan’ın karar alma çabalarını etkileme girişimleri, İran’ın ülkesinde bulunan Afgan göçmenleri kullanarak Afganistan’daki gelişmeleri yönlendirmesi kayda değer örneklerdir. Son dönemde ise Suriye rejimi tarafından Suriye’den Türk ve Arap nüfusun sürülmesi göçün stratejik olarak dizayn edilmiş asimetrik bir araç olarak kullanılmasının en önemli örneğidir.
Stratejik olarak dizayn edilmiş göçün kullanımının dizayn eden ülke ile hedef ülke ve hedefler ile araçlar bakımından farklı versiyonları vardır.
Zorlayıcı Göç
Göçün bu türü karşı tarafı belirli talepler için zorlamak için kullanılır. Belirli bir hedefe yönelik amaçlar siyasi veya ekonomik olabilir ve zamanlamaya bağlı olarak hedefin kırılganlığı artabilir. Zorlayıcı göçün zorlanan taraf üzerinde etkili olabilmesi için, göç tehdidinin meydan okuyanın taleplerinden daha yüksek bir maliyetinin olması gerekir.
Potansiyel maliyetler kıyaslanırken hükümet veya rejimin türü önemli bir rol oynar. Tarihsel olarak, otoriter hükümetler zorlayıcı göçe karşı daha dayanıklı olduklarını kanıtladılar, iktidardan indirilme riski az olan otoriter liderler, göçmenleri ve yerlerinden edilmiş kişileri sınırda durdurmak ve girişlerini reddetmek için çok daha fazla hareket imkanına sahiptirler. Buna karşılık demokratik ülkeler, meydan okuyanın taleplerini kabul edip etmemeyi belirlerken kamuoyunu, uluslararası meşruiyetlerini ve hukuku göz önünde bulundurmak zorundadırlar. [5]
Rusya, İran ve Pakistan gibi ülkeler bu tekniği komşularına karşı etkili bir şekilde kullanmaktadırlar. 2008’den bu yana İran, Afgan mülteci nüfusunu sınır dışı etmekle tehdit etmeye devam ediyor. Bu zorlayıcı teknik, İran’ın Afganistan içindeki nüfuzunu ve siyasi kozunu korumasını sağlıyor. Rusya’nın Belarus üzerinden göçmenleri Avrupa’ya yönlendirmesi de bu kategoride değerlendirilebilir.
Bu kategoride, Fidel Castro’nun suçlular ve zihinsel engelliler de dâhil olmak üzere 100.000’den fazla Kübalı göçmeni Florida’ya göndermesi iyi bilinen bir örnektir. ABD’nin 1961 yılında Kastro rejimini devirmek için Kübalı göçmenleri kullandığı Domuzlar Körfezi olayından sonra, bu defa 1980 yılında Kastro ABD’yi dış politika imtiyazlarına zorlamak amacıyla, Küba’dan göçmen akınlarını serbest bırakma kararı aldı. Tarihsel olarak Fidel Castro, zorlayıcı göçü kullanmayı ABD’nin siyasi kampanyalarıyla çakışacak şekilde stratejik olarak zamanlamıştır. Netice olarak, Bu olayda ABD göçü önlemek için sadece politika hedeflerini de feda etmekle kalmadı, Kastro’nun göçmen akınlarını serbest bırakma yeteneğinin ABD üzerinde yarattığı baskı onlarca yıla yayılan çok sayıda ABD dış politika imtiyazı ile sonuçlandı.
Benzeri bir uygulamayı 1989 yılında Bulgaristan Lideri yapmak istedi. Bulgaristan rejiminin stratejisi Türk toplumu üzerinde önce yoğun bir baskı uygulamak ve son aşama olarak da Türklerin göç ettirilmesi şeklinde idi. Bu şekilde hem Türk nüfusundan kurtulmak hem de Türkiye’yi zor durumda bırakmayı amaçlanmışlardı. 29 Mayıs akşam saatlerinde dönemin komünist lideri Todor Jivkov Bulgaristan Devlet Televizyonu’ndan yaptığı açıklamayla Türkiye’nin sınırlarını açması halinde ülkede yaşayan Türklerden isteyen herkesin Türkiye’ye göç edebileceğini duyurdu. Türkiye’de 3 Haziran’da Kapıkule sınır kapısını açtı ve 3 Haziran- 21 Ağustos 1989 tarihine kadar Bulgaristan’dan 350 bine yakın kişi Türkiye’ye göç etti. Ancak Jivkov rejimi gerek zamanlamayı gerekse Türkiye’nin hamlelerini yanlış hesaplamıştı. Bu göç planı Bulgar rejiminin istediği gibi yürümedi, aksine rejimin sonunu hızlandırdı. [6]
Zamanlama açısından SSCB’de Glasnost politikalarının etkisi ile demir perde ülkelerinde özgürlükçü hareketlerin yükseldiği bir dönemde Bulgaristan rejiminin kapıları açması sadece Bulgaristan’da değil aslında tüm doğu bloku ülkelerinde gelişmeleri hızlandırdı. Nitekim Berlin Duvarı 9 Kasım 1989’da Doğu Almanya’nın, isteyen vatandaşların Batı’ya gidebileceğini açıklamasının ardından yıkıldı. 10 Kasım 1989’da ise Jivkov istifa etti. Türkiye ise o dönemde bu göçü çok iyi yöneterek önce göçmenlerin Türkiye’ye yerleştirilmesini ve ardından vatandaş olmalarını sağladı. Daha sonraki dönemlerde 100 bin civarında göçmenin Türkiye’den Bulgaristan’a geri döndüğü tahmin ediliyor.
Karşı tarafı zorlamaya yönelik göçün en güncel olanı ise, Rusya’nın Avrupa ülkelerini destablize etmek ve birbirlerine düşürmek amacı ile çoğu Irak’tan vize alarak Belarus’a gelen göçmenleri Polonya’ya yönlendirmesidir. Belarus’tan üzerinden gelen ve çoğu Irak’tan vizeli göçmenlerin Polonya’ya geçmek istemesi karşısında Polonya göçmenlerin geçişine izin vermedi. Belarus ve Polonya arasında başlayan kriz karşılıklı suçlamalarla genişleyerek AB ve Rusya arasında bir krize dönüşmüş durumda. 15 bin Polonya askeri sınırda görevlendirildi. AB, Belarus ve Rusya arasında karşılıklı suçlamalarla devam etmekte olan bu olayın Rusya tarafından Avrupa’yı meşgul etmek için planlandığı, asıl amacın arka planda devam eden Ukrayna’ya askeri müdahale hazırlıklarını perdelemek olduğu iddia edilmektedir. Bu krizin nasıl bir şekil alacağı henüz tam olarak belli değilse de, yaratılan kriz göçün stratejik bir silah olarak nasıl kullanabileceğinin en iyi ve güncel örneklerinden birisini oluşturuyor. [7]
Yerli Halkın Yerinden Edilerek Mülksüzleştirmesi ve Göçmenlerin Yerleştirilmesi
Günümüzde Güdümlü göçün en yaygın biçimlerinden biridir. Bu yöntemde işgal edilen bölgelere dışarıdan getirilen göçmenler yerleştirilerek yerli halkın toprak üzerindeki haklarını kullanması engellenir. Bu yöntem yaygın olarak zorla sınır dışı etme yöntemi ile birlikte kullanılır. Boşaltılan topraklara daha sonra göçmenler yerleştirilir. Bugün, Batı Şeria’ya Yahudi göçü, İsrail hükümeti tarafından hem finansal hem de askeri olarak desteklenmektedir ve Batı Şeria’daki İsrail yerleşimleri, bu yöntemin en etkin kullanımlarından birisi olarak gösterilebilir. İsrail bu yöntemi, İsrail’e göçü teşvik etme yöntemi ile birlikte kullanmakta ve İsrail’e aldığı ettiği göçmenleri yerinden edilen ve mülksüzleştirilen Arap nüfusun topraklarına yerleştirmektedir. [8]
Yerleşim Amaçlı Göçü Teşvik Etme
Bu yöntemi yeni kurulan birçok devlet sıklıkla kullanmıştır. Ancak bu yöntemi en yoğun ve etkin kullanan devletlerden birisi İsrail’dir. İsrail hem göçleri teşvik etmekte hem de işgal ettiği topraklarda mülksüzleştirme yöntemi ile elde ettiği yerlere bu göçmenleri yerleştirerek göçü temel bir devlet stratejisi olarak kullanmaktadır. Siyonizm hedefleri doğrultusunda kurulan İsrail kuruluşundan sonra da dünyanın her tarafından Yahudi göçünü teşvik etmiş, yönlendirmiş kimi durumlarda bizzat yönetmiştir.
Bu konuda en iyi bilinen örnek Etiyopyalı Yahudilerin İsrail’e taşınmasıdır. Etiyopyalı Yahudilerin İsrail’e taşınmalarının teolojik ilk adımı, Sefarad Başhaham Ovadia Yosef’in Beyt-i İsrail’in hakikaten Yahudi olduğunu 1973’te ilan etmesiyle atıldı. 1975’te meşhur Siyonist âlim ve Aşkenazların Başhahamı Shiomo Goven’in Kook’un 1921 tarihli fetvasına referansla yaptığı ikinci bir ilan sonrasında, Başbakan İzak Rabin bu topluluğun Yahudilerden olduğuna dair hükümet kararı çıkardı. Bunun somut sonucu ise Etiyopyalı Yahudilerin (Beyt-i İsrail) 1977 yılında Geri Dönüş Yasası’na dâhil edilmesi oldu.
Etiyopyalı Yahudiler içinde bulundukları ekonomik ve siyasi şartlardan ötürü kendi imkânlarıyla İsrail’e gelemediler. Bu süreçte İsrail istihbarat birimleri Etiyopyalı Yahudilerin önemli bir bölümünü peyderpey Sudan’a taşıdı. “Hz. Musa Operasyonu“ diye bilinen 1984 Kasım’ındaki İki hafta süren operasyonda sekiz bin kadar Yahudi uçaklarla İsrail’e getirildi. Bazı teknik sebeplerle geride kalan 800 kadar Beyt-i İsrail mensubunu ise Amerikalılar 1985 yılında “Hz. Yuşa Operasyonu“ adı altında İsrail’e naklettiler. “Hz. Süleyman Operasyonu“ adıyla 1991 yılında gerçekleşen üçüncü toplu tahliyede ise 34 uçakla 14 bin 500 Etiyopyalı taşındı. Bu nakliye İsrail’e tek bir seferde yapılan en büyük göç olarak tarihe geçti. Çoğunluğunu Kuzey ve Doğu Avrupalıların oluşturduğu ve İsrail’in kuruluşunda öncü rolü oynamış Aşkenaz Yahudileri ile çoğunluğunu Güney Avrupa ve Kuzey Afrikalıların oluşturduğu Sefarad Yahudilerinden sonra, Etiyopyalı Yahudiler veya Beyt-i İsrail, bu olaydan sonra bugünkü İsrail’in ana etnik kimliklerinden biri haline geldi.[9]
İsrail Merkezi İstatistik Dairesi tarafından “18 Aralık Uluslararası Göçmenler Günü” dolayısıyla yayımlanan raporda, 1948 yılından bu yana dünyanın değişik bölgelerinden İsrail’e 3,2 milyon Yahudi’nin göç ettiği belirtildi. Raporda, 3,2 milyon Yahudi göçmenin yüzde 43’ünün Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) yıkıldığı 1990’dan sonra ülkeye geldiğine işaret edildi. Yahudilerin SSCB’nin yıkılmasından önce de kitleler halinde ülkeye geldiğine vurgu yapılan raporda, 1989 ile 2006 yılları arasında 1,6 milyon Yahudi’nin de Yahudi olmayan eşleri ve çocuklarıyla İsrail’e göç ettiği kaydedildi.
Zorla Yerinden Etme
Yönetimin gücünü sağlamlaştırmak ve bazı durumlarda rakiplerin dengesini bozmak için kullanılan bir yöntemdir. Zorla yerinden etme, bir devlet veya başka bir yönetim organının kendi topraklarındaki demografiyi yeniden şekillendirmek istediğinde, en yaygın olarak gerçekleştirilen bir durumdur.
Bu yöntemin tarihte birçok uygulamasını bulmak mümkündür. Modern tarihte, 17.yüzyıldan itibaren Kuzey Kafkasya’nın yerli halklarının zorla sürgün edilmesi, kalanların yerlerinin değiştirilmesi ve ardından topraklarına el konularak Rus göçmenlerin yerleştirilmesi yoluyla bölgenin demografyasının tamamen değiştirilmesi bu yönteme en iyi örnektir. 1960’larda bağımsızlığını kazanan Afrika’daki Kongo, Sudan, Zimbabve, Mali, Burundi ve Orta Afrika Cumhuriyeti gibi birçok eski Avrupa kolonisi bu yöntemi uyguladılar.[10]
İran’da Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad ise sınırdışı etme yöntemini muhalifleri kovmak için değil, Afganistan’ı istikrarsızlaştırmak ve ABD’nin buradaki operasyonlarını istikrarsızlaştırmak için kullandı. 2001 yılında Taliban yönetiminin devrilmesinin ardından beş milyondan fazla mülteci Afganistan’a dönse de, 2010’un sonlarına doğru İran’da yaklaşık 2,5 milyon Afgan kaldı. İran’da bu kadar çok Afgan varken, Cumhurbaşkanı Ahmedinejad etkili bir şekilde ihracat göçüne yöneldi ve bunu Afganistan Cumhurbaşkanı Hamid Karzai hükümeti üzerindeki etkisini artırmak için zorlayıcı ve askeri tekniklerle birleştirdi. Örneğin, 2007 yılında İran, Karzai’nin Afganistan’daki resmi NATO varlığını kabul etmesini protesto etmek için 80.000’den fazla Afgan’ı sınır dışı etti. [11]
Suriye rejimi de, yönlendirilmiş göçü çift taraflı bir silah gibi kullanmaktadır. Suriye rejimi, önce muhaliflere karşı yoğun bombalama ile korku ve terör ortamı yaratılarak sivillerin hareket etmeye zorlanması, ardından yerinden edilmiş kişilerin ülke dışına çıkmaya zorlanarak başkasının sorununa dönüştürme şeklinde bir yöntem tasarlamıştır.
Bu yöntemi kullanarak Suriye rejimi, hem muhalif unsurları ülke dışına çıkmaya zorladı, hem de göçmenlerin en yoğun yöneldiği ülkeler olan Ürdün ve Türkiye’yi zora soktu. Çoğu durumda, bu yöntemin daha etkili olması için başka yönlendirilmiş göç biçimleriyle birleştirilmesi gerekir. Esad rejimi de zorla yerinden etme ve silahlandırılmış göçün bir kombinasyonunu birlikte kullanmaktadır. [12]
Silahlandırılmış Göç
Son on yıldaki en yaygın yönlendirilmiş göç biçimi, silahlandırılmış göç olmuştur. Militanların göç yoluyla sızdırılması yöntemi bir hedefin topraklarına girmenin alternatif bir yolu olarak görülmektedir. Göçü yöneten Devlet ve devlet dışı aktörler kendi ülkelerinde bulunan göçmenleri de zorla askere alarak savaşmaya zorlamaktadırlar.
İran, Beşar Esad rejimi için savaşmak üzere hem gönüllü hem de zorla Afgan mültecileri aktif olarak silahlandırmaktadır.. Raporlar, silahlandırılan Afgan mültecilere ayda 500-800 dolar ödendiğini, askeri eğitim için gönüllü olmaları ve daha sonra savaş operasyonlar için Suriye’ye gitmeleri halinde İran’dan yasal statü aldıklarını gösteriyor. İnsan Hakları İzleme Örgütü tarafından üretilen raporlar, İran’ın Suriye’deki askeri hedeflerine ulaşmak için hem militarize hem de zorlayıcı göç yöntemlerini sık sık birleştirdiğini gösteriyor. Buna göre İran’da yaşayan birçok Afgan erkeğin Suriye’de ön saflarda savaşmayı seçmesi veya Afganistan’a sınır dışı edilme seçeneği ile karşı karşıya kalmaktadır. Bazı Afganlara ise bir seçenek bile verilmiyor, doğrudan Suriye’de savaşa zorlanıyorlar. Göçü bu şekilde militarize etmek, yönlendiren güç açısından sadece savaş operasyonları sırasında insan gücünü artırmaya değil, aynı zamanda iç kayıpları sınırlayarak da fayda sağlamaktadır. [13]
Ekonomik Amaçlı Yönlendirilmiş Göç
Bu en yaygın olarak kullanılan bir yöntemdir. Bu yöntemde göçü yönlendiren güç, ekonomik kazanç için göçmenlerin veya yerinden edilmiş sivillerin girişini veya çıkışını kullanabilir. Devletler, ve Ulusötesi Suç Örgütleri bu yöntemi stratejik ve fırsatçı bir şekilde ve çok çeşitli şekillerde yapıyorlar. Ekonomik olarak yönlendirilmiş göç, her biri rakibin mevcut durumuna ve hedeflenen ekonomik hedeflere göre farklılık gösteren dört alt türe kategorize edilmektedir.
Ucuz İşgücü İçin Göçü Sömürülmesi
Otoriter hükümetler, iç baskı minimum olduğu için bu uygulamaya en yatkın olanıdır. Bu yöntemi en yaygın biçimde kullanan ülkeler Suudi Arabistan başta olmak üzere Körfez ülkeleridir. Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) işgücünün % 95’inin, Bangladeş, Etiyopya, Hindistan, Endonezya, Nepal, Filipinler ve Sri Lanka gibi düşük gelirli ülkelerden gelerek gayri insani şartlarda çalıştırılan ve hiçbir hak iddia edemeyecek durumda olan işçilerin çoğunluğunu oluşturduğu göçmenlerden oluştuğu tahmin ediliyor. İşverenleri değiştirmeyi veya ülkeden ayrılmayı deneyen işçiler ise kaçma, yiyecek yoksunluğu, dayak veya diğer cezalar gibi sonuçlarla karşı karşıya kalmaktadır.[14]
Gelir Elde Etmek İçin Zorla Çalıştırma
BAE yabancı işçileri sömürürken, Kuzey Kore köle benzeri koşullar altında çalışmak için on binlerce işçiyi yurtdışına göndererek kendi vatandaşlarını sömürmektedir. Kuzey Kore’den işçiler, günde 20 saate kadar çalıştıkları Çin’e veya Rusya’ya kendi istekleri dışında gönderilmektedir.[15]
Diaspora Vergisi
Eritre’nin otoriter hükümeti, iç kontrolü sağlamak için göçü birçok biçimde ve birçok tarafa karşı kullanan bir yönetimin en önemli örneğidir. Rejim, Avrupa ülkelerini Eritre’den artan göçmen akışıyla tehdit ederek 200 milyon Euro’ya kadar yardım altına almanın yanı sıra, yurtdışındaki Eritreli göçmen topluluklarını kullanmaktadır. Eritre’nin diaspora topluluğu, nüfusunun büyüklüğüne göre dünyanın en büyük topluluklarından biridir. Eritre rejimi, yurtdışındaki tüm vatandaşlarından % 2 vergi alır. Verginin ödenmemesi, doğum belgeleri, evlilik belgeleri ve/veya pasaportlar gibi diğer ülkelerin gerektirdiği kritik belgelerin alınamaması veya muhafaza edilmemesiyle sonuçlanır. Eritreli göçmenler diaspora vergisini ödemeyi reddederse, Eritre rejimi, arazi satın almalarını, ticari yatırım yapmalarını engelleme veya aile üyelerini Eritre’den uzaklaştırma gibi yöntemleri kullanarak Eritre dışındaki vatandaşlarını zorlamaktadır.[16]
Beşinci kol olarak Göçün Kullanılması
Bu yöntem Göçü yönlendiren gücün, bir hedef hükümeti baltalamak için göçmenleri bir hedefin topraklarına sevk ettiği uzun vadeli bir stratejidir. Beşinci kol operasyonları, askeri operasyonları desteklemekten, casusluk yapmak, işçi grevlerine ve gösterilere katılmak gibi birçok farklı faaliyet içerebilir. Hong Kong’un İngiliz kontrolünden Çin kontrolüne geçişi sırasında, Çin Komünist Partisi (ÇKP) himayesinde, sahte kimlikli 83 binden fazla Çinli Hong Kong’a göç etti. Bu göçmenler Hong Kong nüfusunun% 1,4’üne kadar ulaştı, ancak daha da önemlisi, bölgenin oy veren nüfusunun% 9,12’sini oluşturdu. Bu göçmenler, bölgeyi istenen yöne yönlendirmek için Pekin’in “görünmez eli” olarak hizmet etti. Son on yılda, Çin Halk Cumhuriyeti (ÇHC) ve Tayvan arasında artan jeopolitik gerilimler, Çin’in bu şekilde yönlendirilmiş göçüne zemin hazırlaya başladı. Gelecekteki ÇHC eylemlerini tahmin etmek için Tayvan’ın Hong Kong’dan daha uzağa bakması gerekmez. [17]
Vatandaş Yaratma
Göçü siyasi meşruiyeti artırmak, bir düşmanın siyasi nüfuzunu azaltmak veya gelecekteki eylemleri haklı çıkarmak için bir propaganda kaynağı olarak kullanmak daha az yaygın bir yöntemdir. Ancak, son on yılda Rusya, bu tekniği sıkça kullanıyor. Lahey Konvansiyonu’na göre, her ülke vatandaşlarının kim olduğunu belirlemekle sorumludur. Rusya, 2008’deki Rusya-Gürcistan ihtilafı sırasında Güney Osetya’daki ve 2014’te “Pasaportlaştırma” adı verilen bir yöntem kullandı. Güney Osetya, Kırım’da önemli sayıda Rus vatandaşı yaratarak Rusya, siyasi ve askeri hedeflerine ulaşmak için, Güney Osetya ve Kırım sakinlerine Rus pasaportu ve vatandaşlık verilerek bölgede yaşayan resmi Rus sayısı artırıldı. Sonrasında ise Rusya uluslararası hukuka göre vatandaşlarını korumak için haklı gerekçeleri olduğunu iddia etti.[18]
Rusya bu yöntemi şimdi Ukrayna krizi sırasında yine kullanıyor. Mayıs 2021 tarihinde Rusya İçişleri Bakanlığı, Ukrayna’nın Rusya yanlılarının kontrolündeki Donetsk ve Lugansk bölgelerinde yaklaşık 530 bin kişinin Rus vatandaşlığını elde ettiğini açıkladı. Daha sonra Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Lugansk ve Donetsk sakinleri için Rus pasaportu alma sürecini basitleştiren kararnameyi de geçen yıl 24 Nisan’da imzaladı. [19]
Göçü bu şekilde kullanmak bir yerden başka bir yere insan hareketini gerektirmese de, Rusya bu yöntemle uluslararası hukukun sağladığı imkânlarla sanal bir göç yaratmakta ve daha sonra bu resmi vatandaş varlığını askeri harekâtını haklı çıkarmak için kullanmaktadır.
Suriye Göç Krizinin Göçün Stratejik bir Araç olarak Kullanılması Bağlamında Değerlendirilmesi
Göçün asimetrik bir güç olarak kullanılması kavramı açısından Suriyelilerin göçüne bakıldığında, bu sürecin Suriye, Türkiye ve AB arasında, göçün asimetrik bir silah olarak kullanılmasının birçok yönteminin uygulandığı ve hata yapanın ciddi kayıplara uğradığı bir akıl oyunu şeklinde geliştiği görülebilir.
Suriye’nin Göç Politikalarının Değerlendirilmesi
Esad rejimi, yönlendirilmiş göçü üç amaç için kullanmıştır. İlki muhalif gördüğü unsurları zorla yerinden ederek ülke dışına çıkmaya zorlamak, ikincisi göçü başta Türkiye olmak üzere rakip ülkelere yönlendirerek zor duruma düşürmek ve üçüncüsü ise Suriye’nin demografyasını kalıcı olarak değiştirmek. Bu amaçla askeri gücü ve ülkesine gelen göçmenleri militarize ederek askeri amaçlarla kullanma şeklinde bir planlama yapmıştır.
Suriye Rejimi bu planı hayata geçirmek için önce iç savaş şartlarını yarattı. Ardından İran ve Rusya destekli büyük bir askeri güç kullanarak, muhalif Arap nüfusunu ve yaklaşık 1000 yıldır Suriye’de yerleşik olan Suriye Türkmenlerini Suriye’den ayrılmaya zorladı.
Suriye rejimi iç savaş sırasında sadece göçmenleri Türkiye’ye yönlendirmekle kalmadı, Türkiye’yi bir başka açıdan da zor duruma düşürmek amacıyla, Kuzey Suriye’yi PKK’nın Suriye kolu olan PYD/YPG örgütünün kontrolüne bıraktı.
Bu kapsamda rejimin askeri güçlerini Kuzey Suriye’den çekmesi üzerine boşalan devlet binaları Temmuz 2012’de YPG tarafından ele geçirildi ve YPG Kuzey Suriye’de doğan boşluğu doldurarak hızla güçlendi. 2013 yılından itibaren ise bu defa IŞİD’de Kuzey Suriye’de bazı bölgelere hâkim olmaya başladı. Bu örgütler de bölgede kalan nüfusu zorla yerinden edip göç etmeye zorlayarak rejimin amaçlarına hizmet etmişlerdir. YPG’nin Kuzey Suriye’deki faaliyetleri ile ilgili olarak Ekim 2015’te Uluslararası Af Örgütü, YPG’nin Suriye’nin kuzeyinde Arap ve Türkmen sivillerin yaşadığı bölgeleri kullanılamaz hale getirdiğini, bölge sakinlerini, sivil halkı zorla yerinden ederek insan haklarını ihlal ettiğini ve savaş suçları işlediği bildiren bir rapor yayınlamıştır.[20]
Türkiye Kuzey Suriye’de ortaya çıkan bu şartlar karşısında 2016 yılından itibaren IŞİD’e karşı Fırat kalkanı, YPG/SDG’ye karşı da Zeytin Dalı ve Barış Pınarı Harekâtları operasyonlarını yapmak zorunda kaldı.
Netice olarak, Suriye rejimi iç savaş boyunca kendi askeri güçlerini kullanmasının yanı sıra, hem İran üzerinden ülkesine gönderilen göçmenleri silahlandırarak, hem de ülkedeki rejimle işbirliği yapan silahlı örgütleri kullanarak muhalif gördüğü unsurları ülke dışına çıkarmış, Kuzey Suriye’nin demografik yapısını değiştirmiş ve Türkiye’yi milyonlarca sığınmacı ve Kuzey Suriye operasyonları için önemli miktarda kaynak harcamak zorunda bırakmıştır. Suriye rejimi bu açılardan şimdilik stratejik hedeflerine ulaşmış görünmektedir.
Avrupa Birliğinin Göç Politikalarının Değerlendirilmesi
AB’nin Suriye krizinden kaynaklanan göç konusundaki tavrını değerlendirmeden önce, AB’nin göç politikalarının genel bir tanımlamasının yapılmasında fayda vardır. AB göç yönetimi temel olarak iki birbiriyle yakından ilişkili politika üzerinde yürütülmektedir. Bunlardan ilki ‘Güvenlikleştirme’, diğeri ise “Dışsallaştırma“ olarak tanımlanan politikalardır.
Güvenlikleştirme kavramı, Devletin belli bir politika alanında resmi ve yerleşmiş prosedürlerin dışına çıkarak olağanüstü önlemler almayı meşrulaştırmak için o konunun olağandışı bir tehdit unsuru haline getirmesi anlamında kullanılmaktadır. [21]
AB göç yönetiminin temelinde yer alan “Dışsallaştırma“ kavramı ise, göç denetiminin Avrupa’nın sınırlarının dışında yapılmasını, yani AB ‘Göç Sınırlarının Taşınması“ durumunu ifade etmektir. [22]
Bu politikaların uygulanması için geliştirilen araçlardan birisi olan geri kabul anlaşmalarıyla ile iltica ve koruma konusunda AB etrafında halkalar içinde yer alan üçüncü ülkelere sorumluluk yüklenilmesi istenmektedir. Buna göre AB üye devletleri iç halkayı, AB’ye aday ülkeler ve Akdeniz ülkelerinden bazıları ikinci halkayı, Türkiye ile birlikte eski Sovyetler Birliği cumhuriyetleri ve Kuzey Afrika üçüncü halkayı oluşturmaktadır. Üçüncü bölgedeki ülkelere biçilen rol, göç ve iltica için AB ülkelerine gelmek isteyen kişilerin engelleneceği veya yönlerinin değiştirileceği tampon bölgeler olmalarıdır. Dördüncü halkada ise çoğu Orta Doğu ülkesi, Çin ve Afrika’nın aşağı Sahara bölgesi konmakta olup, bu son bölgede düzenli ve düzensiz göç hareketlerini doğuran itici faktörlerin etkilerinin finansal yardımlar aracılığıyla kesilmesi öngörülmüştür.[23]
Göç yönetiminin bu şekilde uzaktan kontrolünün sağlanması için kullanılan bir diğer araç “Güvenli Üçüncü Ülke“ politikalarıdır. Özellikle 18 Şubat 2003 tarihli ve 343/2003 tarihli AB Konsey Yönergesi (Dublin II Yönergesi) ile birlikte AB üyesi ülkeler başvuru sahibinin sığınma talebini değerlendirmeden bu kişiyi daha önce sığınma başvurusu yapma imkânı olduğu ülkeye (genellikle giriş yaptığı ülkeye) geri gönderme yetkisine sahip olmuşlardır.
Avrupa Birliği, Türkiye’ye karşı uyguladığı göç politikalarını da Güvenlikleştirme ve dışsallaştırma politikaları doğrultusunda Türkiye’den gelen düzensiz göçün mümkün olduğunca engellenmesi, engellenemeyenlerin ise Türkiye’ye geri gönderilmesi temeline oturtmayı amaçlamış ve bu amaç doğrultusunda, geliştirdiği en önemli hukuki araçlardan birisi olan Geri Kabul Anlaşmasını hayata geçirmek için uzun süre uğraşmıştır. Avrupa Birliği ve Türkiye arasındaki geri kabul anlaşmasına ilişkin görüşmeler 2003 yılında başlamış, Aralık 2006’da görüşmelere ara verilmiştir. 2009’da tekrar başlayan ve iki yıl kadar süren müzakereler neticesinde bir taslak metin üzerinde anlaşmaya varıldı.
Tunus ve Mısır’da başlayan halk hareketlerinin Mart 2011’de Suriye’ye sıçraması üzerine Avrupa Birliği Türkiye ile müzakereleri hızlandırmış ve 14 Ocak 2011 tarihinde söz konusu metin “Avrupa Birliği ile Türkiye Cumhuriyeti Arasında İzinsiz İkâmet Eden Şahısların Geri Kabulüne İlişkin Anlaşma Taslağı“ başlığı altında kamuoyu ile paylaşılmıştır. 21 Haziran 2012 tarihinde Brüksel’de taraflarca paraf edilen Geri Kabul Anlaşması 16 Aralık 2013 tarihinde Ankara’da gerçekleştirilen bir törenle imzalandı ve 2014 yılında Meclis onayından geçti.
Anlaşmanın yürürlüğe girmesinden sonra 2015 yılının Nisan ayında Akdeniz’de mültecileri taşıyan beş geminin batması ve 1200 mültecinin hayatını kaybetmesiyle göçmen krizi AB’nin de ana sorunlarından biri haline geldi. Başta Macaristan olmak üzere, Slovenya, Slovakya gibi özellikle bazı Orta Avrupa ülkeleri Brüksel’le çatışmayı da göze alarak kendi sınırlarını dikenli tellerle göçmen akımına karşı kapatma yolunu izlerken, AB de Avrupa Sınır ve Sahil Koruma Teşkilatı’nın (Frontex) yardımıyla krize karşı önlemler almaya başladı. Öncelikli hedef Akdeniz’deki yasadışı geçişlerin engellenmesiydi.
İtalya’nın organizasyonuyla gündeme gelen ve askeri birliklerin görev yaptığı Poseydon Deniz Harekâtı ve sonra da Triton Deniz Harekâtı’yla Akdeniz üzerinden gelen mülteci akımı büyük ölçüde engellendi. Türkiye üzerinden gelen göçmenleri engellemek için ise Yunanistan-Türkiye ve Bulgaristan- Türkiye sınırlarına dikenli tellerle geçişleri kısmen engelleyen duvarlar çekildi. Adalar üzerinden geçişleri kontrol altına almak için AB fonlarıyla sahil güvenlik birimleri kuruldu, bu birimler zamanla genişletildi.
AB Geri Kabul anlaşması ile Türkiye’nin doğusundan gelip Avrupa ülkelerine gitmek isteyen göçmenler için bir tür “baraj ülke“ haline gelmesini amaçlamaktaydı. Gerçekten de ilgili hukuki mekanizmalara göre, Türkiye üzerinden AB’ne giren 3.ülke vatandaşı göçmenlerin önce Dublin anlaşması gereğince AB’ne ilk giriş yaptığı ülkeye, oradan da geri kabul anlaşması gereğince Türkiye üzerinden giriş yaptığı iddiası ile ‘Güvenli Ülke’ ilan edilen Türkiye’ye gönderilebilmesi sağlanmış oldu.
Buna karşılık, Türkiye’nin transit olarak sınırlarından geçen göçmenlerin geldiği devletlerin çok azı ile geri kabul anlaşması yapabildiği göz önüne alındığında, kaçak göçmenler ilgili ülkelere geri gönderilememekte, iltica talebinde bulunanlara ise coğrafi kısıtlama gereğince mülteci statüsü verilememektedir.
Netice olarak, Suriye’den kaynaklı göç AB açısından değerlendirildiğinde, AB kendisine karşı Türkiye üzerinden yönlenmiş olan düzensiz bir göç dalgasını, aldığı fiziki tedbirler ve maddi yardım, vize kolaylığı taahhütleri ve geri kabul anlaşmasını gibi araçları kullanarak durdurmuş ve kendisi açısından düzenli bir göç haline getirebilmiştir. Böylece AB, Türkiye’nin göçü kendisine karşı bir baskı aracı olarak kullanıldığı iddialarının tam tersine, uyguladığı politikalarla kendisine yönelen göçü çok az bir maliyetle tekrar Türkiye’ye yönlendirerek yükü Türkiye’nin üzerinde tutmayı başarmıştır.
Türkiye’nin Göç Politikalarının Değerlendirilmesi
Anadolu insanlık tarihinin her döneminde gönüllü veya zorunlu çok yoğun göç hareketlerine sahne olmuş bir coğrafyadır. Büyük göçlerle kurulan Osmanlı imparatorluğu, imparatorluğun güvenlik mimarisinin çökmesi sonucunda Anadolu’ya doğru bir göç ve akınına uğradı ve Cumhuriyet kurulduğunda ülke nüfusunun önemli bir kısmı göçmenlerden oluşmuş durumdaydı.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren ise göç politikalarını etkileyen başlıca üç gelişmeden bahsedilebilir. Bunlardan ilki Cumhuriyet döneminde Türkiye’de bir ulus-devlet kurma çabalarının önemli bir boyutu olan milli kimlik ve aidiyetin oluşturulmasına ilişkin politikalardır. Bu anlayışın göç ile ilgili Türk mevzuatına önemli bir yansıması, 1934 tarihli ve 2510 sayılı İskân Kanunu’nda Türkiye’ye göç etme hakkının sadece “Türk soyundan meskûn veya göçebe“ kişilere verilmesidir. Aynı şekilde 1932 tarihli ve 2007 sayılı “Türkiye’deki Türk Vatandaşlarına Tahsis Edilen Sanat ve Hizmetler Hakkında Kanun“ bazı mesleklerin yalnız Türk vatandaşları tarafından yapılmasını hükmetmiştir.
Göç politikalarını şekillendiren ikinci unsur, Türkiye’nin göç politikalarının soğuk savaş döneminde NATO’ya girmesi ile beraber bir cephe ülkesi haline gelmesidir. Soğuk savaş döneminde sınır kapılarının önemli bir kısmını resmen veya fiilen kapalı olan Türkiye’nin göç politikaları temel olarak güvenlik eksenine oturmuş ve göç politikaları tamamen güvenlik kurumlarının inisiyatifi altında gelişmiştir. Bu durum göç gibi sosyal, ekonomik, siyasal birçok boyutu bulunan son derece stratejik bir gelişim unsurunun alanını daraltmıştır. Türkiye’nin göç politikalarını şekillendiren üçüncü gelişme ise Cenevre sözleşmesini çekince koyarak imzalamasıdır.
Soğuk savaş döneminde ciddi düzeyde düzensiz veya düzenli göçe maruz kalmayan Türkiye, Soğuk savaşın bitmesinden sonra bölgesindeki ülkelerde baş gösteren istikrarsızlıklar ve çatışma ortamıyla beraber düzensiz göçün geçiş ve hedef ülkesi haline gelmiştir. Türkiye’nin yer aldığı bölgede son 40 yılda İran, Irak, Afganistan, Azerbaycan, Çeçenistan ve Balkanlarda yaşanan savaşlar, Bulgaristan’dan yaşanan toplu sürgün ve Afrika, Ortadoğu, Rusya gibi bölgelerde yaşanan olağanüstü gelişmelerden sonra Türkiye’ye yönelik çok ciddi göç hareketleri olmuştur. Ancak Türkiye bu göç dalgalarını büyük ölçüde kendisi karşılamış ve bu sebeple Batı ülkeleri fazla etkilenmemiştir.
Ancak Suriyelilerin Göçü Türkiye’yi ve AB ülkelerini önceki göçlere göre çok ciddi biçimde etkilemiştir. 2011 yılında başlayan bu göç Cumhuriyet tarihindeki en büyük toplu göçtür ve sayıları 3,5- 4 milyonu bulan göç sonrasında, Türkiye şu anda dünyada en fazla sığınmacı barındıran ülkelerden birisi haline gelmiştir.
Bu olayın bir başka önemli yönü de Suriye’de yaşayan Türk soylu nüfusun yerinden edilerek, Suriye’nin etnik yapısının rejimin planlandığı gibi değiştirilmesidir. Suriye rejiminin uygulamaları ile Suriye Türkmenlerinin büyük ölçüde yerinden edilmesi sonucunda Suriye’de artık Türk varlığı ciddi şekilde zayıflamıştır.
Bu durum, Anadolu’nun etrafında oluşturulmuş olan Osmanlı Güvenlik mimarisinden Ortadoğu’da geriye kalan son duvarının da yıkılması anlamında stratejik açıdan çok önemli olaydır. Söz konusu Osmanlı Güvenlik mimarisi Anadolu coğrafyasının etrafındaki bölgelere, Türk soylu nüfusun yerleştirilmesi ve ayrıca bu bölgelerde yaşayan yerli Müslüman milletlerinin varlığına ve Devlete olan sadakatına dayanıyordu. 19. Yüzyılın başında Kafkas Müslümanlarının sürgünü ile Kafkas duvarı, 20. Yüzyılın başlarında ise Balkanlardaki Türk ve Müslüman nüfusun Anadolu’ya sürülmesi sonucunda da Balkan duvarı yıkılmış oldu. Arap isyanları ve sonrasında Osmanlı Ordularının çok hızlı biçimde Suriye dâhil Ortadoğu’dan çekilmesinden sonra Ortadoğu duvarı da yıkılmıştı.
Ancak Kafkasya ve Balkan coğrafyasındaki Türk ve Müslüman nüfusun zorla sürülmesine karşılık, Selçuklu devleti döneminden beri Ortadoğu coğrafyasında bulunan Irak ve Suriye Türkmenleri büyük ölçüde bulundukları yerlerde kalmışlardı. Türkiye Cumhuriyeti’nin göç konusundaki resmi politikası da, bu coğrafyalarda bulunan Türk soylu nüfusun yerinde kalması ve varlıklarının korunması yönünde olmuştu.
Irak Türkmenlerine karşı Saddam rejiminin uyguladığı ‘Araplaştırma’ politikası sonucu Türk nüfusun yaşadığı bölgelere, İsrail’in uyguladığı işgal ettiği topraklara Yahudi nüfusu yerleştirmesi yöntemine benzer biçimde, Arap nüfusu yerleştirildi. ABD’nin Irak’ı işgali sonrasında Saddam rejiminin yıkılmasından sonra kurulan Kürdistan Bölgesel Yönetimin uygulamaları ve IŞİD’in bölgeyi kontrolü altında tuttuğu dönemde yaşanan olayların etkisi ile Irak Türkmenleri Irak’ta artık etkili bir unsur olmaktan çıkarılmış oldu.
Netice olarak, Suriye göçünü konunun tarafları bakımından değerlendirdiğimizde, Suriye rejiminin ve AB’nin izledikleri göç politikaları sonucunda bu süreçten en zararlı çıkan taraf Türkiye olmuştur ve gelinen noktada artık Türkiye Suriyeli göçü ile ilgili politikalarının güncellemesi zorunlu bir hale gelmiştir. Bu kapsamda, Kuzey Suriye’nin demografik ve etnik yapısının zorla değiştirilmesinin kabul edilmeyeceği mesajı bütün dünyaya ve Suriye rejimine kesin bir biçimde verilmelidir. Uygulamada da göçmenlerin tekrar Suriye’ye dönmesinin şartlarının oluşturulması için gerekli bütün planlamalar yapılmalı ve tedbirler alınmalıdır. Öncelikle göçmenlerin istedikleri gibi Türkiye içinde dağılmaları uygulaması durdurulmalı, Göçmenler geri dönüş şartları oluşuncaya kadar geçici olarak belirlenecek şehirlere yerleştirilmeli ve çalışma izinleri sadece ikamet edilen illerde geçerli olacak şekilde verilmelidir.
Türkiye bu uygulama ile beraber bazı öncelikli gruplara yönelik olarak sınırlı sayıda göçmeni kapsayacak bir Vatandaşlık süreci başlatılabilir. Öncelikli grupların içerisinde annesini, babasını veya her ikisini de kaybetmiş çocuklar ve gençler, Türkiye’de doğmuş olanlar, Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu mesleki becerileri olanlar gibi değişik özellikler taşıyanlar yer alabilir. Vatandaşlığa kabul edilen bu kişilere yönelik bir entegrasyon ve yerleştirme süreci başlatılarak, göç veren çeşitli illere yerleştirilebilir.
Bunların yanı sıra, diğer ülkeler nezdinde kapsamlı bir çalışma başlatılarak belirli sayılarda mülteci kabulü sağlanabilir. Böylece bu sürecin sonunda üçüncü ülkeler açısından Düzensiz göç niteliğindeki bir göç hareketi, düzenli bir göç sürecine dönüşmüş olacaktır.
SONUÇ
2011 yılından itibaren Suriye rejimi kendi amaçları doğrultusunda yönlendirdiği göçü asimetrik bir silah olarak başarılı bir şekilde kullanmıştır. Rejim Suriye Türkmenleri dâhil milyonlarca kişiyi zorla yerinden edip Türkiye’ye yönlendirerek hem muhalif olarak gördüğü insanları ülkeden çıkarmış, hem Kuzey Suriye’nin etnik yapısını değiştirmiş hem de Türkiye’yi ciddi ekonomik, sosyal ve güvenlik problemler ile karşı karşıya bırakmıştır.
Göçmenlerin bir kısmının kara ve deniz yolunu kullanarak Avrupa’ya geçmeye başlamaları üzerine, AB fiziki engellemeleri artırarak, geri kabul gibi hukuki araçları ve maddi yardım ve vize kolaylığı gibi taahhütleri ve yöntemleri kullanarak kendisine yönelen göçü büyük ölçüde Türkiye’de tutmayı başarmıştır. Böylece Türkiye, AB ile Suriye arasında milyonlarca göçmenin biriktiği bir baraj ülkesi haline gelmiştir.
Suriye rejiminin yönlendirdiği göç karşısında, Türkiye Suriye rejiminin stratejisini zamanında çözümleyerek etkili karşı strateji üretememiştir. Suriye rejiminin zorla yerinden etme politikasına karşılık, Türkiye’nin Kuzey Suriye’de insanı amaçlı güvenli bölge oluşturması ve göçü Suriye içinde karşılayarak yönetmesi gerekirken, Türkiye’nin kapılarını ve sınırlarını açma politikası Suriye rejiminin işini kolaylaştırmıştır. Savaşın şiddetlenmesi ve İran ve Rusya’nın Esad rejimi lehine devreye girmesi sonucunda güvenli bölge oluşturabilme şartları ortadan kalkmıştır. Türkiye’nin açık kapı ve serbest yerleşim politikaları sonucunda milyonlarca göçmen bütün ülkeye yayılması, ülke içinde göçün yönetimini zorlaştırmış ve ağır ekonomik yüklerin yanı sıra birçok sosyal problemlere kaynaklık etmiştir. Ayrıca bölgede doğan boşluğu YPG ve IŞİD gibi örgütlerin doldurması sonucu ortaya çıkan güvenlik tehditlerine karşı ciddi askeri operasyonlar yapmak zorunda kalan Türkiye’nin üzerine ek maddi yükler binmiştir.
ÖNERİLER
Türkiye bulunduğu coğrafi konum, kontrolü güç uzun kara ve deniz sınırlarının varlığı ile düzensiz göçü iyi yönetmesi ve göç hareketlerine her zaman hazır olması gereken bir ülkedir. Ayrıca bölgesinde tarihten gelen büyük bir ağırlığı olan ve ekonomisi gelişen bir ülke olan Türkiye’nin düzenli göçü de çok iyi yönetmesi gerekmektedir. Buna karşılık Türkiye de düzenli ve düzensiz göçün yönetimi ile sınır yönetimi konusunda ülkenin şartlarına uygun stratejiler ile kurumsal yapılar henüz yeterince geliştirilmemiştir. Türkiye’nin gelinen noktada göç ve sınır yönetimi konusunda devlet politikalarının güncellenerek bu politikalara uygun kurumsal yapıların oluşturulması ülkenin milli güvenliği açısından hayati önem taşımakta olup, bu politikaların geliştirilmesinde faydalı olabileceği düşünülen bazı öneriler aşağıya çıkarılmıştır.
1-Avrupa Birliğinin diğer ülkelerle yaptığı geri kabul anlaşmalarını Türkiye ile de sanki aday ülke statüsü yokmuş gibi uygulamak istemesi Türkiye’nin mevcut statüsü, AB hukuku, uluslararası mahkeme kararları ve kendi uygulamaları ile çelişmektedir. Türkiye’nin Geri Kabul anlaşmasının imzalamış olması sığınmacı yükünü artırmış ve Türkiye’nin aleyhine sonuçlar doğurmuştur. Geri kabul anlaşması feshedilerek göçle bağlantılı konuların tekrar müzakerelerin serbest dolaşımla ilgili süreci içerisinde tartışılması sağlanmalıdır.
2- Düzenli göç, ülkenin uzun dönem nitelikli insan gücünün karşılanarak rekabet gücünün artırılması açısından göç politikalarının en stratejik bir aracıdır. Bu açıdan Türkiye’nin uzun vadeli nitelikli işgücü ihtiyacı belirlenerek başta Türk Cumhuriyetleri olmak üzere her yıl belirlenen sayıda nitelikli göçmen düzenli olarak ülkeye alınmalıdır.
3- Pasaport ve vatandaşlık verilmesi göç politikalarının önemli araçlarındandır. Türkiye’nin etki alanını artırabilmesini sağlamak amacıyla, daha önce Osmanlı Devletinin yönettiği coğrafyalarda, Türk Devletleri Teşkilatı üyesi ülkelerinde, Rusya, Çin, Irak, İran ve Suriye, Afganistan, Yunanistan gibi ülkelerde yaşayan Türk soylulara pasaport ve vatandaşlık verilmesi gibi uygulamalar ile çeşitli coğrafyalarda Türkiye’nin etki ve derinliğini artırıcı uygulamalar yapılmalıdır.
4- Bir ülkenin göç yönetimi konusundaki gücü sınır yönetiminin etkinliği ile ölçülmektedir. Sınır güvenliği ve yönetimi alanındaki boşluklar sadece göç yönetimini zorlaştırmakla kalmamakta, illegal geçişler ülke güvenliğini ve ekonomisini de tehdit etmektedir. Bu açıdan sınır yönetimi konusundaki yasal, fiziksel ve kurumsal altyapının kurulması ülke güvenliği açısından son derece önemli bir konudur.
5-Suriyeli göçmenler konusunda gelinen noktada gelinen noktada yeni bir yol haritası geliştirilmesi gerekmektedir. Türkiye Kuzey Suriye’nin nüfus ve yapısının değiştirilmesine asla izin vermemelidir. Bu bakımdan göçmenlerin Suriye’ye geri dönmesi ve Kuzey Suriye’de İç Savaş öncesi durumun tekrar sağlanması için gerekli bütün çalışmalar yapılmalıdır. Göçmenler, geri dönüş şartları ortaya çıkana kadar geçici olarak belirlenecek şehirlere yerleştirilmeli ve çalışma izinleri sadece ikamet ettikleri illerde geçerli olmak üzere verilmelidir. Bunun yanı sıra, Türkiye bazı öncelikli gruplara yönelik olarak sınırlı bir Vatandaşlık süreci başlatabilir. Vatandaşlığa kabul edilen bu kişiler için bir entegrasyon ve yerleştirme süreci başlatılarak, göç veren çeşitli illere yerleştirilmelidir.