Atatürk ve Türkçülük -Altan Deliorman /turkishforum – Abdullah Türer yener
Atatürk, milliyetçilik şuuruna çok erken yaşlarda varmıştır. Henüz Manastır Askerî İdâdisi’nde öğrenci iken okuduğu şiirler, onda millî duyguların uyanmasına yol açmıştır. Mehmed Emin (Yurdakul)’un “Ben bir Türküm, dinim cinsim uludur” diye başlayan manzûmesi genç Mustafa Kemal’i derinden etkilemiştir. Atatürk bu etkilenmeyi, çok sonraları şöyle anlatmıştır:
“Bizim neslin gençlik yıllarına Osmanlılık telkin ve etkisi hâkimdi. İmparatorluk halkını meydana getiren Türk’ten başka uluslara özel bir değer veriliyor, memleketin sâhibi ve devletin kurucusu olan biz Türkler, ikinci plânda geliyordu. Şâir Mehmed BağlantıEmin Yurdakul’un ilk defa Manastır Askerî İdâdisi’nde iken okuduğum “ben bir Türküm, dinim, cinsim uludur” mısraıyla başlayan manzumesinde, bana ulusal benliğimin gururunu tattıran ilk anlatımı bulmuştum(1)
Mehmed Emin Bey, Millî Mücâdeleye katılmak üzere Anadolu’ya geçtiği zaman, Mustafa Kemal, ona çektiği telgrafta da bu etkiye atıfta bulunmuştur: “Türk milliyetseverliğinin ilâhî müjdecisi olan şiirleriniz, bugünkü mücâdelemizin kahramanlık rûhuna doğuş ufku olmuştur.”(2)
Atatürk’ün genç yaşlardayken Namık Kemal’in eserlerini okuduğu ve onlarda işlenen “vatan” kavramını yüreğinin derinliğinde hissettiği bilinmektedir.
Okudukları kadar yaşadıkları da, Atatürk’ün fikrî gelişiminde etkili olmuştur. Ordu saflarına katıldığı ilk günlerde karşılaştığı bir olayın kendi üzerindeki etkisini, Atatürk şu şekilde belirtmiştir: “Ondan sonra Türklük, benim en derin güven kaynağım, en engin övünç dayanağım oldu.”(3)
19. yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılın ilk yıllarında, Türk aydınlarının büyük bir bölümü için “meşrutiyet” öncelikli hedefti. Meşrutî rejim kurulursa “Hasta Adam”ın sancıları dinecek, âdetâ mûcizevi bir hamleyle eski heybetli günlerine kavuşacaktı. Bu safhada siyasî düşünce ve fikrî eğilim farkları pek önemli sayılmıyor, hürriyet perisinin yüzünü göstereceği gün hasretle bekleniyordu. Osmanlılık, İslâmcılık ve henüz yeni filizlenen Türkçülük taraftarları arasında, biraz da mevcût yönetimin baskısı sebebiyle, dikkat çekici tartışmalara rastlanmıyordu. Saray, Osmanlılık “ideali” sâyesinde, ülkedeki müslim, gayrimüslim bütün unsurların ahenk içinde yaşayabileceği ümidindeydi. Etniki Eteryacılarla Patrikhane arasındaki gizli iş birliği, Taşnaklarla Hınçakların Anadolu’da, İstanbul’da çıkarttıkları isyanlar göz ardı ediliyor, “izâlesi mümkün” pürüzler addediliyordu. Makedonya’daki komitacılık faaliyetleri ise, askerî tedbirlerle bastırılmaya çalışılıyordu. Bütün bunlar, Osmanlılık bağının aslında pek çürük olduğunu gösteren işâretlerdi. Ama, Avrupa’daki örneklerinde olduğu gibi, bir hânedânın otoritesi etrafında birleşilerek, rahat ve âsûde bir hayat yaşanabileceği hayâli yine de pek çok aydına kolaycı bir çözüm olarak gözüküyordu.
1908 Meşrutiyetinin getirdiği hürriyet iklimi, her türlü düşüncenin su yüzüne çıkmasını sağladı. Artık Türkçülük de edebiyat ve tarih araştırmalarındaki platonik çerçeveden taşmış, sesini duyurmaya başlamıştı. Selanik’teki “Genç Kalemler” dilde ve edebiyatta, Ziya Gökalp’ın “Turan’a Doğru” şiiri siyasette yeni hedefler gösteriyordu. Türk Ocakları kuruluyor, Türk Yurdu etkisi gittikçe artan önemli bir dergi hâline geliyordu. İttihat ve Terakki duruma hâkimdi. Ama Meclis-i Meb’usan seçimleri, Trablusgarb Savaşı, acemî bir parlamento hayatı, kısa ömürlü hükûmetler ve darbeler arasında henüz fikrî bir istikâmet tutturulamamıştı. Bosna-Hersek’le, Doğu Rumeli ile, Girit’le olan zayıf bağların koparılması, bu hengâme arasında pek âlâ sindirilmişti. Fakat Balkan Savaşı, tam bir felâket oldu. Hemen bütün Rumeli elden çıktı. Fırsatı kaçırmak istemeyen Arnavutların isyânı ise, Osmanlı Devleti’nin Balkanlardaki son topraklarını koparıp aldı. Çatalca önlerinde gürleyen Bulgar toplarının gülleleri, sâdece siperleri ve istihkâmları değil, aynı zamanda Osmanlılık hayâlini de yıktı. Fakat aynı topların alevleri, Arnavutluk dağlarındaki isyan ateşiyle berâber, şimdi Türk aydınlarının yürüyebilecekleri yeni bir yolu aydınlatıyordu. Osmanlılığın bir çözüm getirmeyeceği anlaşılmıştı. Müslüman Arnavutların ayaklanması da İslâmcılık eğilimini gölgelemişti. Buna karşılık Türkçülüğün yıldızı günden güne parlıyordu.
Ziya Gökalp’ın bu dönemdeki yazıları, şiirleri, konferansları, ülke için çıkış yolu arayan genç aydınlar üzerinde son derece etkili olmaktaydı.
Yüce Tanrı! Kalbimizi uyandır,
Yasamızın mânâsını duyalım!
Beş bin yıldır Türk onunla şanlanır,
Biz de Türk’üz, soyumuza uyalım!
mısraları ile Türklük bilincini canlandırmaya çalışan Gökalp, “Millet” adlı şiirinde de aynı çaba içindedir. “İçtimaiyat” (sosyoloji) kürsüsünü kuran Ziya Gökalp, artık İstanbul Dârülfünûnu’nda müderristir. Aynı zamanda, İttihat ve Terakki Fırkası’nda nüfûz sâhibi olmuştur. Genç subaylar, onun fikirlerine, gittikçe artan bir eğilim göstermektedir. O kadar ki, Enver Paşa kumandasındaki o talihsiz ve başarısız Sarıkamış taarruzu başladığı sırada, ordudaki alt komuta kadrosu Türkçülük ülküsüne bağlanmış subaylardan oluşuyordu.
Çok okuyan ve okudukları üzerinde düşünen Mustafa Kemal’in, bütün bu gelişmelerden etkilenmemesi düşünülemezdi. “Bu yıllarda Gökalp’ın en heyecanlı okuyucularından birisi, daha sonra Türkiye’de en büyük sosyal reformları yapacak olan Mustafa Kemâl’dir.”(4) Ziya Gökalp’ı yakından tanımış ve anlamış olan Batılı şarkiyatçılar da, bu fikrî etkinin, Cumhuriyet Türkiyesi’nin temelini oluşturduğuna işâre etmektedir. Ünlü müsteşrik Jean Deny’nin bu konudaki görüşü şöyledir:
“Yeni Türkiye’de yapılan yeniliklerden hiçbiri yoktur ki Ziya Gökalp’ın hâdiseleri târif ve tasnif husûsundaki yenilmez kuvveti ile münâkaşa ve tedkik edilmiş olmasın. Hattâ anlaşıldığına göre o, bunların ekserisini ilham da etmiştir.”(5)
Robert Devereux da “Türkçülüğün Esasları’nda ileri sürülen fikirlerden çoğunun Cumhuriyet Türkiyesine şekil ve istikâmet verdiği görüşündedir: Atatürk inkılâpları ile Ziya Gökalp’ın fikirleri arasındaki sıkı ilişkileri belirtmiş ve Atatürk’ün anlaşılması için Ziya Gökalp’ın iyi tanınması gerektiğini ileri sürmüştür.”(6)
Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Türkçülüğün Esasları’nda ileri sürülen fikirlerden çoğunun Cumhuriyet Türkiyesine şekil ve istikâmet verdiği görüşündedir: “Atatürk inkılâplarının temelinde Ziya Gökalp’in fikirleri vardır.”(7)
Gerçekten Ziya Gökalp’la Atatürk’ün görüşleri arasında şaşılacak derecede benzerlik; hattâ ayniyet bulunmaktadır. Gökalp’ın, Türkçülüğün Esasları’ndaki Türkçülüğün programı da, Cumhuriyetin ilânından sonra yapılan yeniliklerin ve düzenlemelerin büyük ölçüde ilham kaynağı olarak görünmektedir.
İlk gününden sonuna kadar, Kurtuluş Savaşı’na hâkim olan fikir, milliyetçiliktir. Bağımsızlık ve millî hâkimiyet ilkeleri de milliyetçiliğin tabiî icaplarıdır. “Kuvâyı Milliye”, “Millî Mücâdele” “Millî Mücâhede”, “Millî Meclis” gibi ön plândaki deyimler bu anlayışın belirtisidir. Avrupa da, Anadolu’nun bağrından kopan direnişin ve şahlanışın önderlerini “milliyetçiler” ve daha sonra “Kemalistler” olarak nitelendirmiştir.
İstanbul’u fiilen işgal etmiş olan İngilizlerin yüksek komiseri Amiral Calythorpe, İngiltere Dış İşleri Bakanı Curzon’a gönderdiği 23 Haziran 1919 tarihli raporda; “Çanakkale savaşlarında büyük ün kazanmış olan Mutafa Kemal Paşa bir ay kadar önce ordu müfettişi olarak Samsun’a varışından bu yana, kendisini milliyetçi duygunun merkezi hâline getirmiş görünmektedir” diye yazmaktaydı.(8)
Calthorpe’u haksız bulmak mümkün değildir. Zira Mustafa Kemal Paşa Samsun’a varışından üç gün sonra, 22 Mayıs 1919’da, İstanbul’a gönderdiği resmî raporda “Millet yekvücût olup hâkimiyet esâsını, Türklük duygusunu hedef ittihaz etmiştir” diyordu.(9)
Atatürk’ün Millî Mücâdele’nin ilk günlerinden ölümüne kadar, bütün faaliyetlerinde milliyetçilik ülküsünü dâima birinci plânda tuttuğunu gösteren pek çok konuşması ve sayısız örnekler vardır. Ancak, bunlardan biri, yeni kurulacak devlette hangi düşünce yapısının hâkim olacağını göstermesi bakımından önem taşımaktadır. Mustafa Kemal Paşa, 20 Mart 1923’te, Konya’da gençlerle yaptığı konuşmada şu husûsları özellikle belirtmiştir:
Türk ocakları milletin harsı üzerinde mühim tesirler yapmalıdır. Zâten bunu yapıyorlar ve daha ziyâde yapacaklardır. Biz milliyet fikirlerini tatbikte çok gecikmiş ve çok tekâsül göstermiş bir milletiz, Bunun zararlarını fazla faaliyetle telâfiye çalışmalıyız. Bilirsiniz ki milliyet nazariyesini, milliyet mefkûresini inhilâle sûi olan nazariyatın dünya üzerinde kabiliyet-i tatbikiyesi bulunamamıştır. Çünkü, tarih, vukuat, hâdisat ve müşâhedat insanlar ve milletler arasında, hep milliyetin hâkim olduğunu göstermiştir ve milliyet prensibi aleyhindeki büyük mikyasta fiilî tecrübelere rağmen yine milliyet hissinin öldürüelemediği ve yine kuvvetle yaşadığı görülmektedir.”
…. Anladık ki, kabahatimiz kendimizi unutmaklığımızmış. Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak evvelâ bizim kendi benliğimize ve milliyetimize bu hürmeti hissen, fikren, fiilen bütün ef’al ve harekâtımızla gösterelim; bilelim ki, millî benliğini bulmayan milletler başka milletlerin şikârıdır.”(10)
Bu sırada, Ziya Gökalp, Ankara’da yeni kurulan Telif ve Tercüme Heyeti’nde çalışıyordu. Gazi Mustafa Kemal, yeni nesillerin millî ve çağdaş fikirlerle yetiştirilmesine büyük önem vermekteydi. Telif ve Tercüme Heyeti, bu nesillerin okuyacağı kitapları hazırlayacaktı. Mustafa Kemal, değer verdiği Gökalp’ın da bu heyete dahil edilmesini istemişti.
Ziya Gökalp, aynı yıl (1923) yapılan genel seçimlerde Diyarbakır milletvekili olarak Meclise girmiştir. Yeni Türk devletinin millî ve manevî temellerinin oluşturulmasında, önüne yeni bir hizmet ufku açılmıştır. Türkçülüğün Esasları bu sırada yayınlanır. Türkçülüğü sistemleştiren ve ilmî esaslara dayandıran bu eserin yayım tarihi ile Türkiye Cumhuriyeti’nin ilân tarihi, belki de ilahî bir tesâdüfle aynı yıla rastlar. Yazık ki, Gökalp en verimli çağında, 48 yaşındayken, 25 Ekim 1924’te hayata vedâ eder. Ebedî âleme göçerken, arkasında eserler, yazılar, edebî verimler, geniş tesirler ve yeni bir ülkünün temellerini bırakmıştır. Bütün bunlar, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk 15 yılına damgasını vuracak değerdedir.
***
Gazi Mustafa Kemal’in önderliğinde Cumhuriyeti kuran kadro, kötü bir miras devralmıştı. Ülke harap ve bakımsızdı. Ekonomi çöküntü hâlindeydi. Eğitim seviyesi çok düşüktü. On yıldır süren savaşlar, çalışabilir erkek nüfusun seyrelmesine yol açmıştı. Tarım ilkeldi. Sanâyi, azınlıkların tekelinden kurtulamamıştı. Dar bir zümrenin dışında, millî şuur uyanmamıştı. Son gayretini harcamış ve düşman işgalinden kurtulmak için her şeyini vermiş olan halk yorgun, mecalsiz ve yoksuldu.
Buna karşılık, sâdece Yunanlılara değil, onların arkasındaki savaş galiplerine karşı da bir zafer kazanılmıştı. Her dakikası bir destan niteliğinde olan Millî Mücâdele başarıyla sona ermişti. Herkesin başı dik, yüreği umutla doluydu.
Mustafa Kemal Paşa, olumlu ve olumsuz renkler taşıyan bu tablodan Türklük bilincine kavuşmuş, millî mefâhirinden gurur duyan, çağdaş medeniyet yolunda koşacak yeni bir toplum çıkacağına inanıyordu. Bunu çok gerekli, hayatının mânâsı sayacak kadar gerekli buluyordu. Bütün zorluklar zaman içinde çözümlenebilirdi. Ama, atılması gereken ilk adım millî şuurun, millî vicdanın uyandırılmasıydı.
Ziya Gökalp, daha 1915’te, “Millet” adlı şiirinde:
Sorma bana oymağımı, boyumu,
Beşbin yıldır millet gibi yaşarım…
Deme bana Oğuz, Kayı, Osmanlı,
Türk’üm, bu ad her ünvandan üstündür.
demişti.
Türklük bilincini güçlendirecek bu gibi telkinlere, Atatürk bütün hayatı boyunca devâm etmiştir:
“Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk halkına Türk milleti denir. Dünya yüzünde ondan daha büyük, ondan daha eski, ondan daha temiz bir millet yoktur ve bütün insanlık tarihinde görülmemiştir.”(11)
“Türk’ün haysiyet ve izzetinefis ve kâbiliyeti çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa mahvolsun, evlâdır.”(12)
“Türk milleti kahramanlıkta olduğu kadar kâbiliyet ve hünerde de bütün milletlerden üstündür.(13)
“Bu memleket tarihte Türk’tü, bugün Türk’tür ve sonsuza kadar Türk olarak yaşayacaktır.”(14)
“Benim hayatta yegâne fahrim, servetim Türklükten başka bir şey değildir.”(15)
Ziya Gökalp, millî tesânüdün (dayanışmanın) güçlü olmasına önem vermekte, bunun temeli olarak da vatanî ahlâkın yüksek olmasını şart saymaktadır. Gökalp’a göre vatan, üstünde oturduğumuz toprak demek değildir. Vatan, “millî kültür”dür; toprak ise onun zarfıdır. O halde, millî dayanışmayı kuvvetlendirmek için, her şeyden önce vatanî ahlâkı yükseltmek gerekir.(16)
Atatürk, millî birliğin, o güne kadar sağlanan başarılarda önemli bir paya sâhip olduğunu, 10. Yıl Nutuku’nda “Türk milletinin ve onun değerli ordusunun bir ve berâber olarak azimkârane yürümesine borçluyuz”(17) sözleriyle dile getirmiştir. Millî birlik ve dayanışma konusunda Ziya Gökalp’la Atatürk arasındaki fikir berâberliğini gösteren bir başka örnek, 1935’te söylenmiş olan şu sözlerdir:
“Bir yurdun en değerli varlığı, yurttaşlar arasında millî birlik, iyi geçinme ve çalışkanlık duygu ve kâbiliyetlerinin olgunluğudur… Türk milletinin idâresinde ve korunmasında millî birlik, millî duygu, millî kültür en yüksekte göz diktiğimiz idealdir.”(18)
Millî kültür bahsi, Ziya Gökalp’ın çeşitli eserlerinde ve yazılarında sık sık ve önemle ele aldığı bir konu olmuştur. Gökalp, özet olarak, Batı medeniyetine girmeden önce, millî kültürümüzün arayıp bulunmasını ve ortaya çıkarılmasını gerekli görmektedir.(19)
Atatürk de, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin dördüncü dönem, ikinci toplantı yılını açarken yaptığı konuşmada “Millî kültürün her çığırda açılarak yükselmesini Türk Cumhuriyeti’nin temel dileği olarak temin edeceğiz”(20) demiştir.
***
Türkçülüğün Esasları’nda yer alan “Türkçülüğün Programı” bölümünde Ziya Gökalp dilde Türkçülük, ahlâkî, hukûkî, dinî, iktisadî ve siyasî Türkçülük bahislerini ele almıştı. Bu programın 1923 yılında hazırlandığını düşünürsek, âdetâ yeni Türk devletine yol göstermek amacıyla kaleme alındığını varsayabiliriz.
Dilde Türkçülük bahsinde Gökalp’ın teklifleri şöyledir:
1) Dilimizi lüzûmsuz Arapça ve Farsça deyimlerle tamlamalardan temizlemek,
2) Henüz varlıklarını bilmediğimiz millî deyimleri ve ifâde tarzlarını ilâve etmek,
3) Henüz mâlik olmadığımız için yaratmaya mecbûr olduğumuz milletlerarası kelimeleri dile katmak.(21)
Cumhuriyetin ilânından sonra, bu yoldaki gelişme kendi istikâmetinde devam etmiştir. Ancak, Atatürk Türk dilinin sâdeleşmesi ve zenginleşmesi hareketini milliyetçiliğin tabiî bir icâbı saydığı için bu gelişme temposunu tatmin edici bulmamıştır. Bu konudaki görüşlerini 1930’da şöyle ifâde etmiştir:
“Millî his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması, millî hissin inkışâfında başlıca müessirdir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir., yeter ki bu dil şuurla işlensin, ülkesini, yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.”(22)
“Dil bakımından, Atatürk’ün amacı bütün lehçeleriyle Türk dilinin bugünkü ve dünkü durumunun bilimsel yollarla tespit edilebilmesiydi.”(23)
Türk Dil Kurumu’nun faaliyete geçirilmesi, Türk dilinin araştırılması ve geliştirilmesi yolunda bir dönüm noktası olmuştur. Türkçe’nin sâdeleştirilmesi, yabancı dillerin etkisinden kurtarılması için birkaç yıl çeşitli çalışmalar ve denemeler yapılmış; sonunda, Atatürk, aşırılıkların dili bir çıkmaza götürdüğünü görerek tabiî yola dönülmesini istemiştir. “Atatürk, dilde Türkçeciliği devlete mâl etmiştir. Ünversiteye mâl etmiştir. Mekteplere mâl etmiştir.”(24) “Atatürk’ün amacı zengin, güzel ve millî Türkçe idi. Bu gâyeden ayrılmak için insan Türklüğünden uzaklaşmalıdır.”(25)
Ziya Gökalp’ın da istediği bundan başka bir şey değildir. Denilebilir ki, Atatürk, bu yolda Gökalp’ın düşüncelerini ve hayâllerini dahi aşmıştır. 1930-1938 döneminde girişilen Türk dili çalışmalarında zaman zaman zorlamalara ve aşırılıklara gidilmiş olsa da, sonuçta bütün bunlar milliyetçilik sâikiyle yapılmıştır.
Ziya Gökalp’ın ahlâkî Türkçülük bahsindeki görüşlerini şu şekilde özetlemek mümkündür:
1) Kadınlar, sosyal ve siyasî hayata daha yoğun şekilde katılmalıdır.
2) Ev, ortak olarak, karıyla kocanın ikisine âit olmalıdır.
3) Çocuklar üzerindeki velilik hakkı, babaya olduğu gibi anneye de tanınmalıdır.
4) Tek kadınla evlenmek esas olmalıdır.
5) Mal edinmede ve mirasta kadın-erkek eiştliği sağlanmalıdır.(26)
Medenî Kanun’la getirilen yenilikler ve kadınlara seçme-seçilme hakkının tanınması (1934), kadınların iş hayatına katılması gibi gelişmeler, Atatürk Türkiyesinde, Gökalp’in görüşlerinin uygulanmaya nasıl konulduğunu göstermektedir.
Ziya Gökalp, hukukî Türkçülük bahsinde, kanunlarımızda hürriyete, eşitliğe ve adâlete aykırı ne kadar kaide ve teokrasi ile klerikalizme âit ne kadar izler varsa hepsine son vermek gerektiğini belirtmiştir.(27) Ayrıca, çağdaş bir aile vücûda getirilmesini, hukukî Türkçülüğün gâyelerinden biri olarak göstermiştir.
Cumhuriyetin ilânından sonra yapılan hukukî düzenlemelerle (medreselerin, tekke ve zâviyelerin kapatılması, tevhid-i tedrisat kanunu, laikliğin benimsenmesi, vb.) Gökalp’ın hukukî Türkçülük olarak gösterdiği hedeflere hemen tamâmen ulaşıldığı görülmektedir.
Dinî Türkçülük bahsinde Gökalp, din kitaplarının ve hutbelerle vaazların Türkçe olmasını teklif etmektedir. Gökalp’a göre “dinî hayatımıza daha büyük bir vecd ve inşirah vermek için gerek -tilâvetler müstesnâ olmak üzere- Kur’an-ı Kerim’in ve gerek ibâdet ve âyinlerden sonra okunan bütün dualarla münâcatların ve hutbelerin Türkçe okunması lâzım gelir.”(28)
Atatürk döneminde bu istikâmette düzenlemeler yapılmış, hattâ ezanın bile Türkçe okunmasına başlanmıştır. Türkçe ezan uygulaması 1950’ye kadar devâm etmiştir. Görüldüğü gibi, Gökalp’ın dinî Türkçülük bahsindeki programı çok sınırlıdır. Günümüzde bu sınırların çok ötesi dahi tartışma konusu olabilmektedir.
Ziya Gökalp’ın iktisadî Türkçülük görüşü, kısaca şöyledir:
“Türklerin sosyal mefkûresi, ferdî mülkiyeti kaldırmaksızın, sosyal servetleri fertlere kaptırmamak, umûmun menfaatine sarf etmek üzere muhâfazasına ve üretilmesine çalışmaktır.” Memleket büyük sanâyie kavuşturulmalıdır. Türk iktisatçılarının ilk işi, evvelâ Türkiye’nin iktisâdî gerçeklerini tesbit, sonra da bu objektif tedkiklerden millî iktisadımız için ilmî ve esaslı bir program vücûda getirmektir. İktisat Vekâleti, ferdî faaliyetlerin başında umumî bir düzenleyici vazifesi görmelidir.(29)
Gökalp’ın bu konudaki görüşleri, kendisi iktisatçı olmadığı için, genel mahiyettedir. Cumhuriyetin ilk döneminde, ekonomik kalkınma için yapılan girişimlerin de bu çerçeve içinde kaldığını söyleyebiliriz. Zaman zaman hür teşebbüse zaman zaman devletçiliğe ağırlık verilmesi, dünyadaki ekonomik değişimlerin ve bunalımların seyrine göre olmuştur. Kalkınma plânları yapılmasını ve ekonomiyi yönlendirmekle görevli bakanlıkların düzenleyici rol oynamalarını bu çerçeve içinde görmek mümkündür. Sanayiin geliştirilmesi (dokuma, şeker, kağıt fabrikaları), yabancı sermâyenin elindeki işletmelerin millîleştirilmesi, azınlıkların hâkim oldukları ticarî, malî, sınaî faaliyetlerin giderek Türk iş adamlarının eline geçmesi gibi gelişmeler de Gökalp’ın ana fikrine uygun olarak gerçekleşmiştir.
Siyasî Türkçülüğe gelince:
Ziya Gökalp, bu konudaki görüşlerini bir düstûr hâlinde ifâde ediyor: “Siyasette mesleğimiz halkçılık ve kültürde mesleğimiz Türkçülüktür.(30)
Gâzi Mustafa Kemal’in daha 1921’deki şu sözleri, Gökalp’ın halkçılık görüşüyle çakışmaktadır:
“İç siyasetimizde ilkemiz olan halkçılık, yâni milletin bizzat kendi geleceğine sâhip olması esâsı Anayasamız ile tespit edilmiştir.”(31)
“Bizim görüşümüz -ki halkçılıktır- kuvvetin, kudretin, egemenliğin, idârenin doğrudan doğruya halka verilmesidir, halkın elinde bulundurulmasıdır. Yine şüphe yok ki, bu, dünyanın en kuvvetli bir esâsı, bir ilkesidir.”(32)
Halkçılık ilkesinin önce Cumhuriyet Halk Fırkası programında, sonra anayasada yer alması, Gökalp’la Gâzi Mustafa Kemal’in müşterek görüşlerinin uygulamaya geçirilmiş olması anlamına gelmektedir.
Ziya Gökalp, Türkçülüğü, kısaca “Türk milletini yükseltmek” şeklinde târif ediyor. Bu târif şüphesiz doğru, fakat çok geniş kapsamlıdır. Atatürk’ün, (Ziya Gökalp’tan aldığı fikrî tesirleri bir tarafa bıraksak bile) bütün çalışmalarının başlıca iki amaca yönelmiş olduğu bir gerçektir: Milliyetçilik ve medeniyetçilik.(33) Onun toplum, kültür ve siyaset hayatımıza getirdiği yenilikler, değişimler, inkılâplar Türk milletini çağdaş medeniyet seviyesine ulaştırmak, yâni yükseltmek amacıyla yapılmıştır. Bu açıdan bakıldığı takdirde, Türkçülüğün fikir babasının Ziya Gökalp, ilk ve radikal uygulayıcısının da Atatürk olduğunu kabul etmek gerekiyor.
Altan Deliorman
Dipnotlar:
(1) Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara 1984, sh. 171-173.
(2) Utkan Kocatürk, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Kronolojisi 1918-1938, Ankara 1983, sh. 248.
(3) Turhan Feyzioğlu, Atatürk ve Milliyetçilik, Ankara 1987, sh. 22.
(4) Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, İstanbul 1972, s. IV. (Mehmet Kaplan’ın önsözü)
(5) a.g.e sh. v
(6) Robert Devereux, The Principles of Turkisme, Londra 1968.
(7) Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, İstanbul 1972, sh. vii, (Mehmet Kaplan’ın önsözü).
(8) Bilâl N. Şimşir, İngiliz Belgelerinde Atatürk, C. 1, Nisan 1919- Mart 1920, Ankara 1973, sh. 26.
(9) Utkan Kocatürk, a.g.e, Ankara, sh. 44
(10) Atatürk’ün Kültür ve Medeniyet Konusundaki Sözleri, Ankara 1990, sh. 61-62.
(11) Ayşe Âfet İnan, Medeni Bilgiler ve M.K. Atatürk’ün El Yazıları, Ankara 1969, sh. 351-352
(12) M.K. Atatürk, Nutuk, C. 1, Ankara 1960, sh. 13.