Atatürk ve Türkçülük -Altan Deliorman /turkishforum – Abdullah Türer yener
Atatürk, milliyetçilik şuuruna çok erken yaşlarda varmıştır. Henüz Manastır Askerî İdâdisi’nde öğrenci iken okuduğu şiirler, onda millî duyguların uyanmasına yol açmıştır. Mehmed Emin (Yurdakul)’un “Ben bir Türküm, dinim cinsim uludur” diye başlayan manzûmesi genç Mustafa Kemal’i derinden etkilemiştir. Atatürk bu etkilenmeyi, çok sonraları şöyle anlatmıştır:
“Bizim neslin gençlik yıllarına Osmanlılık telkin ve etkisi hâkimdi. İmparatorluk halkını meydana getiren Türk’ten başka uluslara özel bir değer veriliyor, memleketin sâhibi ve devletin kurucusu olan biz Türkler, ikinci plânda geliyordu. Şâir Mehmed BağlantıEmin Yurdakul’un ilk defa Manastır Askerî İdâdisi’nde iken okuduğum “ben bir Türküm, dinim, cinsim uludur” mısraıyla başlayan manzumesinde, bana ulusal benliğimin gururunu tattıran ilk anlatımı bulmuştum(1)
Mehmed Emin Bey, Millî Mücâdeleye katılmak üzere Anadolu’ya geçtiği zaman, Mustafa Kemal, ona çektiği telgrafta da bu etkiye atıfta bulunmuştur: “Türk milliyetseverliğinin ilâhî müjdecisi olan şiirleriniz, bugünkü mücâdelemizin kahramanlık rûhuna doğuş ufku olmuştur.”(2)
Atatürk’ün genç yaşlardayken Namık Kemal’in eserlerini okuduğu ve onlarda işlenen “vatan” kavramını yüreğinin derinliğinde hissettiği bilinmektedir.
Okudukları kadar yaşadıkları da, Atatürk’ün fikrî gelişiminde etkili olmuştur. Ordu saflarına katıldığı ilk günlerde karşılaştığı bir olayın kendi üzerindeki etkisini, Atatürk şu şekilde belirtmiştir: “Ondan sonra Türklük, benim en derin güven kaynağım, en engin övünç dayanağım oldu.”(3)
19. yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılın ilk yıllarında, Türk aydınlarının büyük bir bölümü için “meşrutiyet” öncelikli hedefti. Meşrutî rejim kurulursa “Hasta Adam”ın sancıları dinecek, âdetâ mûcizevi bir hamleyle eski heybetli günlerine kavuşacaktı. Bu safhada siyasî düşünce ve fikrî eğilim farkları pek önemli sayılmıyor, hürriyet perisinin yüzünü göstereceği gün hasretle bekleniyordu. Osmanlılık, İslâmcılık ve henüz yeni filizlenen Türkçülük taraftarları arasında, biraz da mevcût yönetimin baskısı sebebiyle, dikkat çekici tartışmalara rastlanmıyordu. Saray, Osmanlılık “ideali” sâyesinde, ülkedeki müslim, gayrimüslim bütün unsurların ahenk içinde yaşayabileceği ümidindeydi. Etniki Eteryacılarla Patrikhane arasındaki gizli iş birliği, Taşnaklarla Hınçakların Anadolu’da, İstanbul’da çıkarttıkları isyanlar göz ardı ediliyor, “izâlesi mümkün” pürüzler addediliyordu. Makedonya’daki komitacılık faaliyetleri ise, askerî tedbirlerle bastırılmaya çalışılıyordu. Bütün bunlar, Osmanlılık bağının aslında pek çürük olduğunu gösteren işâretlerdi. Ama, Avrupa’daki örneklerinde olduğu gibi, bir hânedânın otoritesi etrafında birleşilerek, rahat ve âsûde bir hayat yaşanabileceği hayâli yine de pek çok aydına kolaycı bir çözüm olarak gözüküyordu.
1908 Meşrutiyetinin getirdiği hürriyet iklimi, her türlü düşüncenin su yüzüne çıkmasını sağladı. Artık Türkçülük de edebiyat ve tarih araştırmalarındaki platonik çerçeveden taşmış, sesini duyurmaya başlamıştı. Selanik’teki “Genç Kalemler” dilde ve edebiyatta, Ziya Gökalp’ın “Turan’a Doğru” şiiri siyasette yeni hedefler gösteriyordu. Türk Ocakları kuruluyor, Türk Yurdu etkisi gittikçe artan önemli bir dergi hâline geliyordu. İttihat ve Terakki duruma hâkimdi. Ama Meclis-i Meb’usan seçimleri, Trablusgarb Savaşı, acemî bir parlamento hayatı, kısa ömürlü hükûmetler ve darbeler arasında henüz fikrî bir istikâmet tutturulamamıştı. Bosna-Hersek’le, Doğu Rumeli ile, Girit’le olan zayıf bağların koparılması, bu hengâme arasında pek âlâ sindirilmişti. Fakat Balkan Savaşı, tam bir felâket oldu. Hemen bütün Rumeli elden çıktı. Fırsatı kaçırmak istemeyen Arnavutların isyânı ise, Osmanlı Devleti’nin Balkanlardaki son topraklarını koparıp aldı. Çatalca önlerinde gürleyen Bulgar toplarının gülleleri, sâdece siperleri ve istihkâmları değil, aynı zamanda Osmanlılık hayâlini de yıktı. Fakat aynı topların alevleri, Arnavutluk dağlarındaki isyan ateşiyle berâber, şimdi Türk aydınlarının yürüyebilecekleri yeni bir yolu aydınlatıyordu. Osmanlılığın bir çözüm getirmeyeceği anlaşılmıştı. Müslüman Arnavutların ayaklanması da İslâmcılık eğilimini gölgelemişti. Buna karşılık Türkçülüğün yıldızı günden güne parlıyordu.
Ziya Gökalp’ın bu dönemdeki yazıları, şiirleri, konferansları, ülke için çıkış yolu arayan genç aydınlar üzerinde son derece etkili olmaktaydı.
Yüce Tanrı! Kalbimizi uyandır,
Yasamızın mânâsını duyalım!
Beş bin yıldır Türk onunla şanlanır,
Biz de Türk’üz, soyumuza uyalım!
mısraları ile Türklük bilincini canlandırmaya çalışan Gökalp, “Millet” adlı şiirinde de aynı çaba içindedir. “İçtimaiyat” (sosyoloji) kürsüsünü kuran Ziya Gökalp, artık İstanbul Dârülfünûnu’nda müderristir. Aynı zamanda, İttihat ve Terakki Fırkası’nda nüfûz sâhibi olmuştur. Genç subaylar, onun fikirlerine, gittikçe artan bir eğilim göstermektedir. O kadar ki, Enver Paşa kumandasındaki o talihsiz ve başarısız Sarıkamış taarruzu başladığı sırada, ordudaki alt komuta kadrosu Türkçülük ülküsüne bağlanmış subaylardan oluşuyordu.
Çok okuyan ve okudukları üzerinde düşünen Mustafa Kemal’in, bütün bu gelişmelerden etkilenmemesi düşünülemezdi. “Bu yıllarda Gökalp’ın en heyecanlı okuyucularından birisi, daha sonra Türkiye’de en büyük sosyal reformları yapacak olan Mustafa Kemâl’dir.”(4) Ziya Gökalp’ı yakından tanımış ve anlamış olan Batılı şarkiyatçılar da, bu fikrî etkinin, Cumhuriyet Türkiyesi’nin temelini oluşturduğuna işâre etmektedir. Ünlü müsteşrik Jean Deny’nin bu konudaki görüşü şöyledir:
“Yeni Türkiye’de yapılan yeniliklerden hiçbiri yoktur ki Ziya Gökalp’ın hâdiseleri târif ve tasnif husûsundaki yenilmez kuvveti ile münâkaşa ve tedkik edilmiş olmasın. Hattâ anlaşıldığına göre o, bunların ekserisini ilham da etmiştir.”(5)
Robert Devereux da “Türkçülüğün Esasları’nda ileri sürülen fikirlerden çoğunun Cumhuriyet Türkiyesine şekil ve istikâmet verdiği görüşündedir: Atatürk inkılâpları ile Ziya Gökalp’ın fikirleri arasındaki sıkı ilişkileri belirtmiş ve Atatürk’ün anlaşılması için Ziya Gökalp’ın iyi tanınması gerektiğini ileri sürmüştür.”(6)
Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Türkçülüğün Esasları’nda ileri sürülen fikirlerden çoğunun Cumhuriyet Türkiyesine şekil ve istikâmet verdiği görüşündedir: “Atatürk inkılâplarının temelinde Ziya Gökalp’in fikirleri vardır.”(7)
Gerçekten Ziya Gökalp’la Atatürk’ün görüşleri arasında şaşılacak derecede benzerlik; hattâ ayniyet bulunmaktadır. Gökalp’ın, Türkçülüğün Esasları’ndaki Türkçülüğün programı da, Cumhuriyetin ilânından sonra yapılan yeniliklerin ve düzenlemelerin büyük ölçüde ilham kaynağı olarak görünmektedir.
İlk gününden sonuna kadar, Kurtuluş Savaşı’na hâkim olan fikir, milliyetçiliktir. Bağımsızlık ve millî hâkimiyet ilkeleri de milliyetçiliğin tabiî icaplarıdır. “Kuvâyı Milliye”, “Millî Mücâdele” “Millî Mücâhede”, “Millî Meclis” gibi ön plândaki deyimler bu anlayışın belirtisidir. Avrupa da, Anadolu’nun bağrından kopan direnişin ve şahlanışın önderlerini “milliyetçiler” ve daha sonra “Kemalistler” olarak nitelendirmiştir.
İstanbul’u fiilen işgal etmiş olan İngilizlerin yüksek komiseri Amiral Calythorpe, İngiltere Dış İşleri Bakanı Curzon’a gönderdiği 23 Haziran 1919 tarihli raporda; “Çanakkale savaşlarında büyük ün kazanmış olan Mutafa Kemal Paşa bir ay kadar önce ordu müfettişi olarak Samsun’a varışından bu yana, kendisini milliyetçi duygunun merkezi hâline getirmiş görünmektedir” diye yazmaktaydı.(8)
Calthorpe’u haksız bulmak mümkün değildir. Zira Mustafa Kemal Paşa Samsun’a varışından üç gün sonra, 22 Mayıs 1919’da, İstanbul’a gönderdiği resmî raporda “Millet yekvücût olup hâkimiyet esâsını, Türklük duygusunu hedef ittihaz etmiştir” diyordu.(9)
Atatürk’ün Millî Mücâdele’nin ilk günlerinden ölümüne kadar, bütün faaliyetlerinde milliyetçilik ülküsünü dâima birinci plânda tuttuğunu gösteren pek çok konuşması ve sayısız örnekler vardır. Ancak, bunlardan biri, yeni kurulacak devlette hangi düşünce yapısının hâkim olacağını göstermesi bakımından önem taşımaktadır. Mustafa Kemal Paşa, 20 Mart 1923’te, Konya’da gençlerle yaptığı konuşmada şu husûsları özellikle belirtmiştir:
Türk ocakları milletin harsı üzerinde mühim tesirler yapmalıdır. Zâten bunu yapıyorlar ve daha ziyâde yapacaklardır. Biz milliyet fikirlerini tatbikte çok gecikmiş ve çok tekâsül göstermiş bir milletiz, Bunun zararlarını fazla faaliyetle telâfiye çalışmalıyız. Bilirsiniz ki milliyet nazariyesini, milliyet mefkûresini inhilâle sûi olan nazariyatın dünya üzerinde kabiliyet-i tatbikiyesi bulunamamıştır. Çünkü, tarih, vukuat, hâdisat ve müşâhedat insanlar ve milletler arasında, hep milliyetin hâkim olduğunu göstermiştir ve milliyet prensibi aleyhindeki büyük mikyasta fiilî tecrübelere rağmen yine milliyet hissinin öldürüelemediği ve yine kuvvetle yaşadığı görülmektedir.”
…. Anladık ki, kabahatimiz kendimizi unutmaklığımızmış. Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak evvelâ bizim kendi benliğimize ve milliyetimize bu hürmeti hissen, fikren, fiilen bütün ef’al ve harekâtımızla gösterelim; bilelim ki, millî benliğini bulmayan milletler başka milletlerin şikârıdır.”(10)
Bu sırada, Ziya Gökalp, Ankara’da yeni kurulan Telif ve Tercüme Heyeti’nde çalışıyordu. Gazi Mustafa Kemal, yeni nesillerin millî ve çağdaş fikirlerle yetiştirilmesine büyük önem vermekteydi. Telif ve Tercüme Heyeti, bu nesillerin okuyacağı kitapları hazırlayacaktı. Mustafa Kemal, değer verdiği Gökalp’ın da bu heyete dahil edilmesini istemişti.
Ziya Gökalp, aynı yıl (1923) yapılan genel seçimlerde Diyarbakır milletvekili olarak Meclise girmiştir. Yeni Türk devletinin millî ve manevî temellerinin oluşturulmasında, önüne yeni bir hizmet ufku açılmıştır. Türkçülüğün Esasları bu sırada yayınlanır. Türkçülüğü sistemleştiren ve ilmî esaslara dayandıran bu eserin yayım tarihi ile Türkiye Cumhuriyeti’nin ilân tarihi, belki de ilahî bir tesâdüfle aynı yıla rastlar. Yazık ki, Gökalp en verimli çağında, 48 yaşındayken, 25 Ekim 1924’te hayata vedâ eder. Ebedî âleme göçerken, arkasında eserler, yazılar, edebî verimler, geniş tesirler ve yeni bir ülkünün temellerini bırakmıştır. Bütün bunlar, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk 15 yılına damgasını vuracak değerdedir.
***
Yazıları posta kutunda oku