KANAAT ÖNDERLERİ!..
Süleyman Çelik (scelik44@gmail.com)
“Kendi aklını kullanamayan” kişilere kılavuzluk edenlere “kanaat önderi” denir. Kanaat önderinin Arapçası “mürşit”tir, kendi aklını kullanamayıp peşinden gidenlere de “mürit” denir…
Kanaat önderliği, Avrupa’da Aydınlanma ile aşılmış bir Ortaçağ kurumudur.
Aydınlanma “aklın özgürleşmesi” demektir. Jean-Jacques Rousseau aydınlanmayı “çocukluktan çıkış” olarak nitelendirir. Akılları gelişerek ergin (reşit) olana kadar çocuklar, kendileri hakkında karar veremez, bir veliye gereksinim duyarlar. Ancak insanların bulundukları ortam, akıllarının gelişmesi için uygun koşullara sahip değilse; ‘akılcı/ bilimsel eğitim’ yerine, ‘ezberci/ dogmatik’ eğitim uygulanarak akılları, gelişmenin tersine köreltiliyorsa, çocukluktan hiç çıkamaz/ergin olamaz, veli gereksinimleri sürer ve çareyi, velisinin yerini alacak, bir kanaat önderine sığınmakta bulurlar…
Ortaçağ’da Kilise insanlara, “akıl insanı inanmaktan alıkoyan bir tuzaktır. Aklı bırakıp imana sarılırsanız cennete gidersiniz. Sizin aklınız zaten ermez. Sorunlarınızı bize anlatın. Biz sizin yerinize düşünür, sorunlarınızı çözeriz” diyor, günah çıkarıp Cennet’in anahtarını satarak, akılları köreltilmiş halkı sömürüyordu…
Avrupa Rönesans, Dinde Reform, Keşifler- İcatlar ve Bilimsel Devrim aşamalardan geçerek, 400-500 yıl kadar süren, uzun ve acılarla dolu bir evrim sürecinin sonunda Aydınlanmaya kavuşmuştur. Aydınlanma ile insanların aklı özgürleşince bilim ve teknoloji gelişerek Sanayi Devrimi gerçekleştirilmiş ve o zamana kadar Asya’dan geri olan Avrupa kalkınmış/ dünyanın efendisi olmuştur.
Bu gelişmelerin ayırdında olan üç kişi, Avrupa’nın uzun bir evrim sürecinin sonunda gerçekleştirdiği Aydınlanmayı, devrimler yaparak ülkelerinde kısa sürede gerçekleştirmek istemişlerdir.
Bunlardan birincisi Rus Çarı Büyük Petro, ikincisi Japon İmparatoru Meiji ve üçüncüsü de Atatürk’tür.
***
Aydınlanma için aklı özgürleştirmek gerekiyordu. Bunun lokomotifi de eğitimdi. Atatürk bu nedenle, çok gereksinimi olmasına karşın, öğretmenleri ve öğretmen okulu öğrencilerini Kurtuluş Savaşı’nda askere almadı; “vatanın size Kurtuluştan sonra gereksinimi olacak” dedi. Sakarya’da savaş sürerken Ankara’da Milli Eğitim Kurultayı düzenledi. Zafer’den sonra kendisini kutlamak üzere İstanbul’dan Bursa’ya gelen öğretmenlere, “Ordularımızın kazandığı zafer, sizin eğitim ordularınızın zaferi için yol açtı. Gerçek zaferi siz kazanacak, siz koruyup sürdüreceksiniz” dedi ve eğitimin nasıl olacağını da söyledi: “ulusumuzun yaşamında da, ulusumuzun düşünce eğitiminde de yol göstericimiz bilim olacaktır. Akla uygun hiçbir nedene dayanmayan birtakım geleneklerin, inanışların korunmasında direnip duran ulusların ilerlemesi olası değildir (27 Ekim 1922).
Cumhuriyet’in ilanından sonra, bu kez Samsun’da öğretmenlerle yaptığı söyleşide de bunu vurguladı. Söyleşide sorunlarını dile getirmek üzere konuşan öğretmenler, “sizin önderliğinizde dağları/ çağları aşacağız” gibi övgülere başlayınca, Atatürk bundan rahatsız olmuş ve söz alarak, özetle; “içten gelen duygularınızı ifade ettiğinize inandığım için çok teşekkür ederim. Bununla birlikte, ben dahil hiçbir insanın peşine takılmayın. Yüz yıllardır kişilerin peşine takıldığımız için çok acılar çektik” demiş ve sözlerini şöyle bağlamıştır:
“Hayatta her şey için, maddiyat için, maneviyat için, yaşam için, başarı için en hakiki mürşit (kılavuz) bilimdir. Bilimin dışında kılavuz aramak aymazlıktır, cahilliktir, sapkınlıktır.” (22 Eylül 1924)
Bu sözleri daha sonra “Hayatta en hakiki mürşit bilimdir” şeklinde özdeyiş oldu…
Bilimin mürşit olabilmesi için, sahte mürşitlerin ortadan kaldırılması gerekiyordu. Bunların başında “ulema” yani alimler (bilginler) denilen, fakat bir üçgenin iç açıları toplamını bilmeyecek kadar cahil olan medrese hocaları geliyordu. Cerre çıkarak üç aylarda halkı soyan asker kaçaklarının yuvalandığı medreseler kapatılarak, millet bunlardan kurtarıldı (3 Mart 1924). Bir yıl sonra da tekke, zaviye ve türbeler kapatıldı, tarikatlar kaldırıldı; şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, naiplik, halifelik, falcılık,, büyücülük, üfürükçülük gibi unvan ve sıfatların kullanılması ile bu unvan ve sıfatlara ait hizmet görmek ve kıyafet giymek yasaklandı (30 Kasım 1925).
***
Bu şekilde sahte mürşitler temizlenerek ‘akıl ve bilim’in önü açılınca, ‘Avrupa’nın hasta adamı’ gitti; yerinde emperyalistlerin şaşkınlıkla, mazlum ulusların umutla izledikleri genç bir ülke yükselmeye başladı.
Başta Müslümanlar olmak üzere, sömürgeleri altındaki mazlum ulusların gelişmeleri örnek almasından endişelenen emperyalistler; O aramızdan ayrıldıktan sonra, yerine gelen çapsızları teslim aldılar ya da çıkarcıları satın aldılar ve Atilla İlhan’ın dediği gibi, devrimleri yıkarak tarihi geri döndürmeye başladılar…
“Yaptıklarını yıkıyorlar Mustafa Kemal./ Hani bir vakitler Kubilay’ı kestiler./ Çün buyurdun kesenleri astılar./ Sen uyudun asılanlar dirildi./ Mustafa’m, Mustafa Kemal’im…”
Dirilenler, şimdi ‘Kanaat Önderi’ ve başta çapsız/ çıkarcı liderler olmak üzere politikacılar da onlardan şefaat bekler oldular.
Aslında en büyük kanaat önderleri parti liderleri; ezberci/ dogmatik eğitimle akılları köreltilmiş partililer de, kuşku duymaksızın ve sorgulamaksızın tıpış tıpış bunların arkasından gidiyorlar…
Bir yanıt yazın